
Aşağılananlar
Çocuklar istemeyerek yerlerinden kalktı. Sıvakay nine de onların ardından sokağa çıkıp sallana sallana topuk uçlarına basarak gitti:
“– Kör Sapıy’ın karısı doğum yapıyormuş. Oraya gideyim. Gidesim olmasa da gideyim. Sızlanarak bekliyordur. Gelinin de doğacak çocuğun da ne suçu var? Böyle işte çocuklar…”
Çocuklar onu gözleriyle sessizce uğurladı. Yürüdüğü sırada rüzgârdan kabarıp, baloncuk olarak yukarıya kalkan ince elbisesinin eteği ve yanlara salınan zayıf kolları ile Sıvakay nine dağın sırtındaki yabani otların arasından yuvarlanarak düşen ve sokakta dolaşan kuru deveelmalarına benziyordu. O da bu deveelmaları gibi ileri geri duraklayıp, sokaktan yuvarlanarak geçip gözden kaybolmuş ve çocuklara bu iyi kalpli, mutlu nineden hiçbir şey kalmamış gibi gelmişti. Onlar annesinden ayrılmış kaz yavruları gibi birbiri ardına dizilip geldikleri tarafa yöneldi.
Akşam alacakaranlık çökünce, Baygilde ağabey alıp geldiği kahverengi taya toplamadan kalan varını yoğunu yükleyip evin pencerelerine çapraz tahta kapattıktan sonra köyden ayrıldılar.
Yeneş ile Yemeş arabada eşyaların üstüne oturdu. İştuğan da atı tuttu. Baygilde ağabey ile Serbiyamal yürüyerek, arkadan takip etti.
Kapının dibinde sadece Kaşkar kaldı.
“– Kaşkar al, al!” diye çağırdı İştuğan. Baygilde ağabey de çağırdı. Köpek gelmedi. Ama İştuğan’ın onu hiç bırakası yoktu. Biraz gidince, atı köyün bir ucunda durdurup Baygilde ağabey ile İştuğan birlikte Kaşkar’ı arkalarından getirmek için eve geri geldi. Şefkat gösterseler, sinirlenseler, ekmek atıp kandırmaya çalışsalar da Kaşkar peşlerinden gelmedi. Her zaman Baygilde ağabey ya da İştuğan nereye gitse peşinden gelip onlardan geri kalmayan köpek bugün evi bırakıp gitmek istemedi. Sahipleri eve geldiğinde sevinip kuyruk sallıyor, gidiyoruz deyip arkalarından gelmesi için çağırdıklarında yavaşça inleyip çardağın altına kaçıyor, onlara öfkeli ve sitemli bir bakış atıp, hırlayarak yatıyordu. Ama tam gidecekleri sırada kapı dibine gelip ulumaya başladı. Sanki bu insanların nankörlüğüne, doğdukları yeri kolayca bırakıp gitmelerine kızıp acıyla uluyordu. Sahipleri daha da efkârlanarak geri döndü.
“– Olmadı. Haydi, oğlum atı sür!” dedi Baygilde ağabey. İştuğan istemeye istemeye arabaya oturdu. Onu at sahibi olmak da atı tutmak da mutlu etmiyor, sevindirmiyordu.
“– Köpek bile doğup büyüdüğü yeri bırakmak istemiyor! Ama biz bırakıyoruz” dedi Baygilde ağabey derin bir of çekerek.
Yürüyerek arabanın arkasından gelen Serbiyamal korkuyla: “– Evet, kötü kötü konuşma! Burada köyüm diyebileceğin bir yerin vardı sanki! Ne kendi toprağın, suyun ne de bir kardeşin, yakının var. Kimse korumadı seni! Dostun olsalardı haksız yere seni suçla itham edip kovdurmazlardı” dedi.
Baygilde ona cevap vermedi. Ağır olsa da bu sözlerde haklılık payı vardı.
Gerçekten de Baygilde ağabey meşe kovuğundan düşmüş gibi yapayalnızdı bu köyde. Atası da yakın bir dostu da yoktu burada. Anlatılanlara göre çok, çok eski zamanlarda Tolombet, Ekembet, Beyembet, İsenbet adında çok güçlü dört kardeş kahraman varmış. Onlar buradan çok uzakta, batıda geniş, engin bozkırlarda yaşamışlar. Zaman geçtikçe bu dört kahramandan dört boy yayılmış. Bu boylardan her biri bir grup olup doğanın en güzel yerlerini gezmiş. Ekembet, İsenbet, Beyembet yüz kilometre yer geçip, doğuya Ural’ın eteğine gelip görkemli Eyek kıyısında yaşamışlar. Ama en büyükleri Tolombet boyu ekin ekip, ev yapıp, çit çekip tek bir yerde yaşamayı yeterli görmüş. O bomboş çorak bozkırda köy kurmuş, bir yere gitmemişler. Bir vakit çar hükümeti Başkurtların yerlerini köy köy ayırıp onlara paylaştırmış. Bu yer paylaşımı sırasında Eyek kıyısında yazı geçirmekte olan Ekembet, Beyembet, İsenbet boyları oradan bir yer alıp yerleşmişler. Ama Tolombet boyu çorak tarafta, Orenburg’un ayağındaki bozkırda kalmış. Dilediğince gezmek için toprak azalınca, Eyek kıyısındaki boylarla birleşerek, köy olup ekicilik ile yaşamaya başlamışlar. Her bir köye boyunun başındaki kişinin adı verilmiş. Baygilde ağabeyin büyük babası ihtiyar Hayılmış o çorak tarafta kalan Tolombet boyundanmış. Lakin kardeşleri Ekembet, Beyembet, İsenbet’ten ayrı yaşamayı hiç sevmemiş. Böylece sadece yazları boyunu bırakıp, çoluk çocuğunu yükleyerek Ulu Eyek’in kıyısına çıkmış. Sonra kendine en yakın gördüğü İsenbet boyunun içine yerleşmiş. Ama boy kuralları gereği ona buradan toprak verilmemiş.
“– Senin toprağın kendi bozkırında, Tolombet’te” demiş kardeşleri. Hayılmış ihtiyar onlara:
“– Tamam, insana çok fazla toprak gerekmez. Ölsem mezar için bir yer verirdiniz herhâlde” demiş ve burada kalmış. İhtiyara, bomboş çorak yerden gelmiş birine bu görkemli Ulu Eyek kıyısı çok gelmiş. Topraksız ve susuz hâlde burada çok çaresiz kalmış. Hayvanları ölmüş. O ölünce oğlu, Baygilde’nin babası ihtiyar Mahmut ülkesine geri döneyim dese de gidememiş. Çocukları olunca yüz kilometre yeri geçecek hâli kalmamış. Sonra çok geçmeden veba hastalığı yayılınca ihtiyar Mahmut ile karısı aynı gün içinde ölmüş. Baş ucuna temizlenmemiş, parlatılmamış büyük, gri bir taş konulmuş ve bir şeylerle oyarak Arap harfiyle: “Tolombet soyundan Hayılmış oğlu Mahmut, Kazmaş oğlu Hayılmış, İrğele oğlu Kazmaş, Bayğele oğlu İrğele, Yenğele oğlu Bayğele, Tolombet oğlu Yenğele” diye eğri büğrü yedi soya kadar sırayla yazılmış ve Mahmut’ün hangi yılda, hangi yaşta vebadan öldüğünü de ekleyip “âmin!” demişler.
Baygilde ağabey artık yerle bir hizada toprak olmuş bu eski mezarın üstünde duran ve rüzgâr ile yağmurun toplayarak tümsek yaptığı o kuru taştan başka bir şeyi bilmiyordu. Anne babasının kalıp burada işçilik yaptığı sırada onun başka yakınları da ölmüştü. Artık uzak akrabaları olan ihtiyar Şehit ile Sıvakay nineden başka kimsesi kalmamıştı. Onlarla akrabalığının nereden ve nasıl olduğunu Baygilde ağabey de bilmiyordu.
Kimileri “onlar kahraman Beyeş’in soyundanmış, o yakalanınca soyundan olanlar kaçıp etrafa dağılmış ve böyle topraksız, susuz kalmışlar” diye anlatıyordu. Lakin Baygilde ağabey bunların hangisi doğru hangisi asılsız bilmiyordu. Uzakta toprağı, suyu, eşi dostu varmış diyenlere hiç inanmıyordu. O sadece Eyek kıyısındaki İsenbet köyünü biliyor canıyla, yüreğiyle seviyor, orayı kendi köyü sayıyordu. Bu yüzden bugün İsenbet’ten kalkıp gitmesini söylemeleri ona çok ağır ve keder verici geliyordu.
Bir şey ömründe ilk kez böyle yüreğini sızlattı onun. Her seferinde bir fırsat bulup geri dönmüştü. Ama şimdi bir gün buraya dönebilir miydi yoksa dönemez miydi? Yoksa onu böyle ömür boyu geri dönmekten mahrum ederler miydi? Ne kadar ağır! Ne kadar haksızlık!
Köyünü ilk kez bırakıp iş ve yiyecek bulmak için çıktığında Baygilde on iki yaşındaydı. Onun yalın ayak, yalın baş koşarak yanında yürüyen kendir dokuma elbiseli, iri parlak gözlü, mağrur, güler yüzlü çocuk da- onun tek kardeşi- on yaşındaydı. Babasıyla annesinin öldüğü yazdı bu. Onlar köyün ortasındaki küçük, çitli evde tek ablaları olan on beş yaşındaki Gölayşe'yi bırakıp mutluluk aramak için ilk kez ülkeyi gezmeye çıkmışlardı.
“– Baygilde mirza niye beni yalnız bırakıp gidiyorsun? Hiç olmazsa bir ihtiyarla evlendirip git!” diye ağladı Gölayşe onları uğurlarken. Ay gibi yuvarlak ve bembeyaz yüzlü, insana iyilik gösteren, yumuşak bakışlı, yapılı bir vücudu olan lakin küçük bir çocuk gibi riyasız Gölayşe Baygildelerin ailesinin en büyüğüydü. Lakin o Baygilde’yi evin en büyüğü ve hayatını yoluna koyması gereken biri gibi görüyordu.
Köyden çıkıp batıya doğru on on beş kilometre yer geçince çocuklar bir pınar yanında dinlenmek için durdu. Burada günün sıcaklığına bakmaksızın ayağına deri çizme, başına sırmalı börk, üstüne kara keçe giyip belini kırmızı kemerle bağlamış, zayıf, güvercin gibi ufak tefek, yuvarlak gözlü bir adam dinleniyor, mayasız ekmeğini pınar suyuyla yumuşatarak azar azar yiyordu. Baygilde onun çenesinin altındaki keçi halkası gibi sallanan kızıl siğiline, hürmetkâr, saf yüzüne uzunca bakıp, bir şeylere şaşırarak:
“– Ağabey sen neredensin?” diye sordu. “– Nereye gidiyorsun?”
“– Yelekli köyünden” dedi ağabey derin bir of çekerek. “– Karım ölünce üç çocuğum yetim kaldı beyim. Onlara iyi bir anne bulur muyum diye gidiyorum…”
Bu konuşmadan sonra Baygilde’nin aklına birden ablası Gölayşe’nin eskiden söylediği bir söz geldi:
“Baygilde mirza hiç olmazsa beni bir ihtiyara versen. Böyle yalnız başıma nasıl yaşarım!”
Baygilde anlamamazlıktan gelerek:
“– Benim ablamdan başka kimim kaldı bu evde” deyip söylediklerini duymamış gibi yaptı. Sonra bu söylediklerinden yüzü kızara kızara derdini anlatmaya çalıştı. Bu hürmetkâr bakışlı, ufak tefek kişiye Baygilde’nin sözleri iyi gelmiş olsa gerek. Biraz daha düşünüp, gözlerini uzağa dikerek susup oturunca dostça ve anlaşılır bir şekilde:
“– Haydi, karar verelim mirza” dedi.
“– Haydi” dedi Baygilde de. Çok geçmeden üç kişi birden köy tarafına geri döndü. Güneş battığında evde toplanmış, Baygildelerde çay içiyorlardı. Baygilde bir, iki fincan çay içip boğazını temizledikten sonra ciddi bir ses ile:
“– İşte abla, ben sana bir ihtiyar buldum” dedi.
Divanın kenarında çay yapan Gölayşe’nin rengi utancından karamsı kızıla dönüp, o zayıf kişiye hiç çekinmeden baştan ayağa baktı ve:
“– Ah, hoş. İsmin ne?” diye sordu. “– Kotlehmet” dedi o kişi de yere bakarak.
“– İsmin ne kadar güzel” dedi Gölayşe gamsız, yüksek bir sesle gülerek. Sonra çok dostça: “– Ben sana varırsam mirzama ne vereceksin?” diye sordu.
“– Benim hiçbir şeyim yok. Üç kızım, bir de evim var. İki de iş görür elim” dedi Kotlehmet. Biraz düşününce yol çuvalından bir esmühe çay alıp uygun şekilde Gölayşe’ye uzattı.
“– Bu çayı size versem…”
“– Tamam, ver” dedi Gölayşe çayı Kotlehmet’in elinden çekerek. Orada açıp çaydanlığa koydu. Kotlehmet’e tekrar demli bir fincan çay yaptı. Sonra safça gülerek:
“– İç, esmühe çaycı ihtiyar!” dedi.
Ertesi gün sabah Kotlehmet, Gölayşe’yi Yelekli köyüne alıp gitti. Yoksul olsalar da çok iyi anlaşıp güzel ve uzun bir ömür sürdüler. Merhametli, güler yüzlü, gamsız Gölayşe Kotlehmet’in çocuklarını itip kakmadan güzelce büyüttü. Kendi de yaşları onlara yakın oğlanlar, kızlar doğurdu. İhtiyara vardığı ilk günkü lakabını hiçbir zaman unutmadı.
“– Ye, esmühe çaycı ihtiyar!”
“– Al, temiz cübbeni giy esmühe çaycı ihtiyar!”
Lakin bu söz onda hiçbir zaman öfke uyandırmadı. Çünkü bu Gölayşe’nin ağzından Kotlehmet’e değil, acımasız kadere acı acı sitem etmek için çıkıyordu. Evet, yoksulluğu onlar getirmedi dünyaya!
Yine de Gölayşe bu sözü pişman olup dert yanmak için söylemiyordu elbette. Hayatından bütünüyle razı ve memnundu. Enselerine sonsuza dek çökmüş bu yoksulluk da yaşlanmaları da Gölayşe’nin sakinliğini, dalgınlığını bozamıyor hatta görünüşünü de değiştirmiyordu. Kırıntı ekmek yiyip süt, yoğurt görmeden yaşasa da hep o tombul vücudu ve ay gibi yuvarlak, parlak yüzüyle neşe içinde parlıyordu…
Ama onu ihtiyara verip yolcu ettikleri günden bu yana çok zaman geçti! O dönemden bu yana Baygilde’nin başından çok şey geçti. Nerelere gitmedi, nerelerde çalışmadı. İşçiyken kaybolan tek kardeşi için az mı endişelendi? Onunla karşılaşır mıyım diye Verxnevralsk, Orenburg, Zlatovst, Bızavlık şehirlerinde taşçı, balta ustası, yük taşıyıcısı olarak yıllarını geçirdi. Yine de köyünü unutmadı. Yiğit olunca oraya dönüp aile kurdu. Ama şimdi köyünden kovdular. Sevdiği köyünü zorla unutturmaya çalıştılar. Evet, bu mu adalet? Bu mu adil kanun? Evet, niçin ona hüküm giydirdiler? Niçin kovdular? Ne kadar kötü bir şey yaptı ki?
Bu haksızlık Baygilde ağabeyi ne yaptığını bilemeyecek kadar şaşkına çevirse de Zengin Kormoş, Ezmezulla Molla, Kör Sapıylar için hiç de şaşılacak bir iş değildi. Çünkü Baygilde ağabeyin bir yerlerde mollalara, zenginlere karşı iğneli sözler söylediğini, hiçbir şey yapmasa, böyle işlerde hünerli olmasa ve bunu açıkça bilseler bile anlattıklarının halktan çok gençlere tesir ettiğini görüp ondan kurtulmaya çalıştılar. Bunun için onu dine, çara, zenginlere, iktidara karşı tehlikeli biri olarak gösterip yalan bir ihbar mektubu yazdılar. Böylece her geçen yıl kâğıt üstüne kâğıt geldi. Üstüne bu son olay da eklenince terazinin ihbar mektuplu tarafı daha ağır geldi ve Baygilde ağabeyi ezip köyden kovdular.
Olayın büyüğü daha olmamıştı elbette. Pireyi deve yaparak insanı helak etmeye alışmış kullara yetecek kadar malzeme vardı elbette.
Pazar günü oldu bu olay. Sarhoş Baygilde ağabeyin, Bibeş’in üzüntüsüyle bir kuruş içip bin kuruş içirdiği bir zamandı. Pazar kurulan büyük Rus köyünde Baygilde ağabey öylesine çifte atan taylar gibi bir öte bir beri yürüyüp, sokak boyunca dolaşırken kilisenin arkasında duran büyük ve zengin görünümlü bir evin yanına çıktı. Bu Zengin Kormoş’un dostu Derici Çervyak'ın eviydi. Zengin Kormoş her pazar onlara misafirliğe giderdi. Çervyak'ın kapısının dibinde, sokak tarafında duran yük arabalı üç güzel at, sineklerin onları huzursuz etmesine tahammül edemiyor, ayaklarını sallıyordu. Baygilde ağabey bu atların renklerine, parlayan sırtlarına, gümüşlü hamut kayışlarına hayran kaldı.
“Zengin Kormoş, Ezmezulla Molla hatta Kör Sapıy da buradaymış. Ne diye erkenden toplanmış bu yaramazlar? Halktan gizli âlem yapıyorlar. Dur arkadaş, ben size bir şaka yapayım da görün…’
Baygilde ağabey onları daha çok da mollayı içki içerken yakalama, her yeri geldiğinde bunu insanların önünde anlatıp gülme ve onlardan intikam alma isteğine engel olamayıp hızla eve girdi. Masada neredeyse bozulmak üzere olan ikramlıklardan ve masanın altındaki ayaklarının arasında eğri biçimde duran boş rakı şişelerinin sıcaklığından oldukça keyif alan misafirler, boynuz vurmaya hazırlanan öküzler gibi ona baktı. Ezmezulla Molla saklamaya yetişemediği bardağını iki eliyle kapattı.
“– Hey sefil, kime baktın?” diyerek sessizliğini bozdu ev sahibi. Baygilde ağabey bu sözü işitmemiş gibi bağırarak gülmeye başladı.
“– Molla ağabey içki huri kızı değil ya! Niye onu bu kadar güzel kucaklıyorsun?”
“– Vay, dinden çıkmış!” diye mırıldandı molla “– İblis! İblisin ta kendisisin sen Baygilde…”
Zengin Kormoş iri göbeğini tutarak masanın arkasında durdu.
“– Ey miskin, tembel! İçip gezmeyi biliyorsun ama borcunu ödemiyorsun! Haydi, şimdi o on libre unun parasını çık!”
“– On libre un mu? Ne zaman aldım ben onu senden?” diye şaşırdı Baygilde ağabey.
“– Hanımın ölünce. Unuttun mu yoksa? Günlük orak vurarak çalışıp öderim diye yalvar yakar dilenerek aldın ya!”
“– Ha, o mu?” diye tekrar bağıra bağıra güldü Baygilde ağabey. “– Birincisi o on libre değil beş libreydi. Sonra, onu ben yemedim. Seğüre’nin yedi atası anılsın diye işte şu molla ağabey gözleme pişirtip millete yedirdi. Ha ha ha… Doğrusu ben o gözlemeyi yemedim de görmedim de. Ha ha ha! İşte bu molla ağabey benim Seğüremin kanını akıtıp öldürdü sonra gözleme yiye yiye onu anmaya başladı, ha ha ha!”
Zengin Kormoş hindi gibi kabararak Baygilde ağabeyin önüne geldi. “– Öde dedim, şimdi ödeyeceksin duydun mu sefil?”
Molla:
“– Vay dinsiz, vay iblis!” diyerek oturduğu yerde zıpladı. Kör Sapıy beyaz düğmeye benzeyen gözlerini çatı tahtasına dikip bir şey olmamış gibi sofulara has bir edeple oturmaya devam etti. Konuşma Başkurtça devam edince ev sahibi uzun süre söze katılamadı. Ama Zengin Kormoş o beş libre un için Baygilde’nin boğazını parçalayacak kadar hırslanmıştı.
“– Öde dedim, yoksa ne olur biliyor musun? Merhamet bekleme, işçi!”
Baygilde ağabey ayılmış gibi birden gülmeyi kesti. Sonra onu dolandıran bu kansız kişilere ayrı ayrı göz gezdirip nefretle:
“– Telaşlanma Zengin Kormoş” dedi. “– Gün gelir ben sana borcumu iki katı öderim. Hem de nasıl öderim… Sen zengin benim borcumu böyle aceleyle ödetmeye çalışma. Karnın yarılır…” Zengin Kormoş yaşlı hindiler gibi bir kızardı bir bozardı.
“– Ah, fitneci! Bu dediklerin için seni Sibirya’ya sürdürürüm biliyorsun değil mi?”
“– Biliyorum” dedi Baygilde ağabey çok sakin bir şekilde. “– İstediğini yap. Ben hiçbir şeyden hatta çardan bile korkmuyorum. Bana fark etmez. Ama gün gelecek senin karnın yarılacak! Duydun mu, nasıl olsa bir gün çatlayacaksın!”
Baygilde ağabey bu sözleri söyledi ve çıkıp gitmeyi isteyerek sırtını döndü. Lakin Zengin Kormoş vaşak hızıyla oturduğu yerden kalkıp onun arkasından başına vurdu. Baygilde ağabey sersemleyip, sallanarak pat diye yere yığıldı.
Bunu bekleyen Ezmezulla Molla ile Derici Çervyak da Kormoş’a yardıma geldi… Daha sonra Baygilde ağabey inleyerek kendine geldiğinde yanında parlak mavi gözlü, altın saçlı yabancı bir kadınla iri sarı çilli, yaz ayındaki gökyüzü gibi parlak, neşeyle bakan gözleri olan küçük bir çocuk duruyordu. Çocuk kendir dokuma havluyu kovadaki vücudu titretecek kadar soğuk pınar suyunda ıslatıp sıkarak altın saçlı kadına verdi. Kadın onları Baygilde ağabeyin başına ve göğsüne örttü. “Neredeyim ben? Kimsiniz? Ne oldu bana?” diye düşündü Baygilde ağabey.
Lakin sorusunu sesli söyleyemedi. Değirmen taşı altında ezilmiş gibi hissediyordu.
“– Anne, uyandı! Gözünü açtı!” diyerek sevinçle fısıldadı çocuk. “– Ölmemiş.”
“– Süt getir oğlum.” “– Şimdi getiriyorum anne.”
“– Hey, kardeş nasılsın?” diyerek endişeli şekilde gülümsedi altın saçlı kadın.
“– Seni nasıl da dövmüşler… Morarmayan yerin kalmamış. İyi ki Nikita gelmiş yoksa seni bu dünyadan yolcu ederdik… Al, iç hadi. Güç verir…”
Kadın oğlunun getirdiği bir bardak sütü Baygilde ağabeyin ağzına götürdü. Ama o bir yudumda sütü dibine kadar içip bitirdi. Çocuk bir iki bardak daha süt alıp geldi. Ancak bundan sonra Baygilde ağabey tamamen gücünü toplayabildi ve kendine geldi.
“– Sağ ol. İçimdeki ateşi söndürmüş gibi oldu vallahi!” dedi. Artık niye Nikita’nın evinde yattığını da niye yanında Nikita’nın karısı ile oğlunun durduğunu da anladı.
“– Evet kardeş anlat. Bana ne oldu? Nikita nerede? Ben size nasıl geldim?”
“– Nikita seni arabaya koyup getirdi, bize de sana bakmamızı söyleyip aceleyle gitti” diyerek cevapladı kadın. “Aleşa ile saatlerdir seni kendine getirmeye çalışıyoruz.”
“– Çervyaklarda seni dövmüşler ağabey. Çok dövmüşler” deyip mavi gözlerini kocaman açarak telaşla söze katıldı küçük Aleşa. “– Babam bize oraya vardığında senin dövülmekten kendinden geçtiğini söyledi.”
“– Evet, Nikita oraya iş için gitmişti” dedi kadın. “–Senin yerde, onların ayağının altında yattığını görünce:
‘– Siz ne yapıyorsunuz? Güpegündüz insan mı öldürüyorsunuz!’ diye farkında olmadan bağırmış. Onlar da öfkeyle ona bağırarak:
‘– Sesini çıkarma’ demiş ama Nikita onlara:
‘– İnsan öldürmeye hakkınız yok’ diye bağırmış. Sonra seni gelişigüzel tutarak dışarıya çıkarmışlar ve arabanın dibine fırlatmışlar:
‘– Git, pazar meydanına götür at bunu. Pazar günü içip içirenler orada çoktur. Ha ha ha, Baygilde de onlar gibi değil mi? Haydi o da orada dursun’ diye gülmüşler.
Sonra Nikita atını hızlıca sürüp seni buraya getirdi. Geri gitmezdi ama zenginin öfkesinden korktu. En ufak bir şey olsa işten kovarım diye korkutuyor merhametsiz. İşsiz kalırsak bizim gibi topraksız kişiler açlıktan ölür. Sen de biliyorsun…”
Baygilde ağabey Derici Çervyak’a yük taşıyıcısı olarak çalışan yakın dostu Nikitalarda iki üç gün yatınca ayağa kalkıp geri gitti. Göğsü nefes verirken daralıyor, başı çok ağrıyor ve dönüyordu.
“– Ciğerini ezmişler ciğerini!” diyerek bir of çekti Nikita’nın hanımı. Büyüklerin sızlanmasını dikkatle dinleyen küçük Aleşa şaşırarak:
“– Anne niye zenginler hep kötü oluyor?” diye sordu. Annesi oğluna endişeli şekilde bakıp üzüntüyle gülümsedi:
“– Çok bilirsen çabuk yaşlanırsın” dedi sadece.
Baygilde’nin dövüldüğü günün gecesinde Zengin Kormoş ihtiyar Çervyak’ın jimnastik öğrencisi oğluna onu dövmelerinin tüm gerekçelerini dilekçe olarak yazdırdı. Burada Baygilde dinsizlikle, Allah’a ve çara karşı çıkmakla, gençleri yoldan çıkarmakla, onları iktidara karşı ayaklandırmakla ve daha birçok felaket getiren işlerle suçlandı. Dini, milleti korumak için onun hiç vakit kaybetmeden köyden kovulmasını istedi. Dilekçe böyle zengin, şöhretli biri tarafından yazılıp, Ezmezulla Molla ile Kör Sapıylar tarafından doğrulanıp, üstüne Zengin Kormoş yargıçlara bir koyunla gidince işi uzatmadan hallettiler. Baygilde’nin tüm eşyasına el koyup kendini de yirmi dört saat içinde sadece köyden değil, ilçedeki toprağından da çıkmaya mahkûm ettiler. Bugün işte bu hükmü hayata geçirdiler.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Ğ. Hösäyenov, R. Şäkür, M. Ğimalova, Başqort Äžäbiäte 10, Kitap, Öfö, 2004, s. 227.
2
R. Baimov, G. Gareeva, R. Mustafina, Z. Şaripova, Yegermense Bıvat Başqort Äžäbiäte, Federatsiyahınıñ Mäġarif Ministrlıġı Başqort Dävlät Üniversitetı, Öfö, 2003, s. 378-379.
3
İ. Kinyäbulatov, Ğ. Xisamov, Xalıq Yažıwsıhı Zäynäb Biişeva (Zäynäb Biişeva Turahında Xätirälär), Kitap, Öfö, 2008, s. 4.
4
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 9.
5
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 6.
6
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 10.
7
İ. Velitov, Zäynäb Biişeva Tormoşo häm İjadı, Xalqıbıžžıñ Aržaqlı Qıžı, Zäynäb Biişeva İsemendäge Başqortostan Kitap Neşriäte, Öfö, 2009, s. 31.
8
https://24smi.org/celebrity/119407-zainab-biisheva.html (Erişim tarihi: 08.12.2021).
9
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 19.
10
Hösäyenov vd., age., s. 230.
11
Baimov vd., age., s. 378.
12
Hösäyenov vd., age., s. 226.
13
Baimov vd., age., s. 379.
14
Baimov vd., age., s. 381.
15
Baimov vd., age., s. 378.
16
Baimov vd., age., s. 382.
17
Hösäyenov vd., age., s. 229.
18
Hösäyenov vd., age., s. 230.
19
Hösäyenov vd., age., s. 231.
20
Fransız edebiyatında bir nazım şekli [Konusunu halk masallarından veya bir gelenekten alan ve bentler hâlinde yazılan baladlar ilk zamanlarda müzik eşliğinde söylenirdi].
21
Hösäyenov vd., age., s. 227.
22
Hösäyenov vd., age., s. 230.
23
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 53, 66, 114.
24
Velitov, age., s. 24.
25
Velitov, age., s. 25.
26
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 53.
27
Kinyäbulatov ve Xisamov, age., s. 53, 113.
28
Zäynäb Biişevanıñ Şiğıržarı, Zäynäb Biişeva Tormoşo häm İjadı, Zäynäb Biişeva İsemendäge Başqortostan Kitap Neşriäte, Öfö, 2009, s. 35-53.
29
Hösäyenov vd., age., s. 232.
30
Baimov vd., age., s. 378.
31
Zäynäb Biişeva, Kämhetelgändär, Başqortoston Kitap Näşriäte, Öfö, 1990.
32
Parlak sarı saçlı ve korkunç bir kadın şeklinde olduğuna inanılan mitik varlık.
33
Librenin sekizde birlik kısmı.
34
İnanca göre parlak sarı saçlı, büyük göğüslü kadın şeklinde tasvir edilen bir cin ya da peri.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера: