
Aşağılananlar
“– Buyur molla buyur, buyur başköşeye geç. Geldin mi? Vay, rahmet yağmuru!”
Âdemelması yumruk kadar olmuş zayıf, uzun boyunlu, şaşı gözlü Ezmezulla Molla kapı dibinde durunca, yeşil bastonunu kaldırdı sarığını ve cübbesini çıkardıktan sonra başköşeye geçip minderin üstüne oturdu. Ağzının içinden bir şeyler mırıldanarak, demir yabanın çatalları gibi sivri, eğri parmaklarını kaldırarak:
“– Evet, Allahȗ Ekber!” diyerek yüzünü yarım yamalak sıvazladı. Şaşı gözlerini açgözlü şekilde oynatarak Seğüre yengeye ve korkudan köşeye sıvışmış çocuklara baktı.
Sıvakay nine sevinerek:
“– İşte Seğüre gelin, ben demiştim. Ezmezulla Molla bizim gibi yoksul halkı kenara itmez. Gördün mü söylediği saatte geldi. Böyle Allah kulu biri bizim mollamız, rahmet yağmuru!” diyerek söylendi.
Övgüden eriyen molla mütevazı bir şekilde:
“– Bizim görevimiz bu yenge. Kullara elden geldiğince yardım etmek, iyileştirmek!” diye cevapladı. Seğüre yenge ona dün gece Baygilde ağabeyin pazardan alıp getirdiği esmühe33 çayın hepsini koyup demli bir çay yaptı. Henüz küle gömüp pişirdiği mayasız bir ekmeği de alıp önüne koydu. Yeneş ile Yemeş yatak döşek koyulan sandığın arkasına kaçıp çiçek bozuğundan yarılmış kıpkırmızı zayıf yüzlü, çengel gibi eğri uzun parmaklı, ala doğan gagası gibi eğri burunlu bu mollayı şaşkınlıkla karışık bir ilgiyle gözlemeye başladı. Onu hiç bu kadar yakından görmemişlerdi.
Molla ile Sıvakay nine konuşa konuşa samimi bir şekilde çay içmeye başladı. Söz türlü türlü hastalıklar ve Ezmezulla Molla'nın hayranlık veren iyileştirme güçlerine geldi. Sözünün sonunu sadece sıradan haberler ile değil kocakarı ilacını ve üfürük tükürük tedavisini getirmekle, tedaviciyi razı etmek için hayır sadakayı verme gerekliliğini anlatmakla tamamladı.
Semaveri bir iki kere yenileyip, ısrar ede ede uzun süre birlikte çay içtikten sonra Ezmezulla Molla bir kat çizgili pantolon giymiş zayıf, eğri ayaklarını büküp, cübbesinin kollarını dirseğine kadar sıvayarak divanın kenarına oturdu. Kendini mukaddes hatta Allah’ın bütün gizemli işlerine nail olmuş, akıl sahibi biri gibi göstermeye çalışıp, bastonsuz şekilde içeri girerek ciddi bir ses ile:
“– Güzel, evet gelin hayırlı bir saatte başlayalım” dedi. Sonra sertçe boğazını temizleyerek: “– Bir leğen ılık su getirin!” diye buyurdu.
Sıvakay nine tereddüt eden Seğüre yengenin önüne gelip parlatılıp beyazlatılan pirinç madeni leğene ılık su koyarak onu mollanın önüne oturttu.
Molla iyice doğrularak:
“– Evet, güzel” dedi. Sonra sesini gırtlak dibinden daha kalın çıkarmaya çalışarak:
“– Gelin, senin eklemlerine kötü kan oturmuş. Allah’ın izniyle şimdi kanı alınca iyileşirsin. Ya Allah, aziz, merhametli Allah’ım kullarına şifa ver… Bana, zayıf elçine, kullarına yardım edecek güç, kuvvet nasip et… Ya Allah, âmin…” diyerek, mırıldana mırıldana gözlerini göğe dikip sürekli dua etti. Korkusundan rengi tümden kaçan Seğüre yenge, ne söyleyeceğini bilemeden şaşıp kaldı. Ama mollanın bu kadar iyi niyetli olmasına sevinen Sıvakay nine gözüne dolan yaşları kıyafetinin kolları ile silerek:
“– Sağ ol molla, öyle olsun. Allah nasip etsin. Karşılığını veririz. Seğüre gelin bunun altında kalmaz. İşte şu yeni yavrulamış büyük keçisini verecek. Baş sağlıklı olursa mal bulunmaz mı? Değil mi gelin?” diye söylendi.
Seğüre yenge birden irkilip uyanır gibi oldu. “– Ah keçiyi mi dedin Sıvakay yenge?”
“– Evet. Öyle dedim gelin. Soyunun devamı için bir oğlağı kalsa yeter.”
Mollanın şaşı gözleri açgözlülük ile parladı, bu şekilde almaya hiç de şaşırmamış bir ses ile:
“– Peki, lüzumu yoktu. Bir şey beklemiyorum. Ben sadece şu çocuklar için… Allah için…” diye mırıldandı. Sıvakay nine ondan duyduğu sesle onu bölerek: “– Bırak, öyle deme molla. Gereken karşılığı vermeden şifacı, Allah’ın elçisini memnun etmeden kocakarı ilacı fayda eder mi?” Molla mütevazı ve sabırlı olmaya çalışarak:
“– Peki, öyleyse” dedi. “– Kabul edelim.”
“– Keçi de güzel. Çok güzel. Allah versin… Allah kabul etsin, iyileşmeyi nasip etsin.”
Seğüre yenge telaşlanarak karşı çıktı.
“– Bırak, yenge keçiyi vermiyorum. Kocam da buna razı olmaz. Bizim sığırımız, atımız tüm malımız tek bu. Nasıl çocukların ağzından sütlü yiyeceklerini çekip alayım?”
Ardından ağrılı ellerini sabırsızca ovarak Sıvakay nineye, mollaya, çocuklarına sonra da tüm evin içine göz gezdirip suçlu bir ses ile:
“– Razı olursanız işte şu keçe kilimi veririm” diye ekledi. “– Keçe kilimi mi? Hangisini?”
Sıvakay nine sandığın üstünde güzelce kat kat toplanmış yatak döşeğin arasında göz kamaştırarak duran yepyeni keçe kilimi dürterek gösterdi.
“– İşte şu çiçekli olanı mı gelin?”
Seğüre yenge evet der gibi başını kaldırdı. Sıvakay nine keçe kilimi yataktan çıkarıp mollanın ayağına serdi.
“– Molla keçe kilime de razı olur. Gücenmez. Keçe kilim keçiye denk değil mi? Ne kadar güzel. Süslerini desem nasıl da göz alıcı! Vay vay! Teşekkür etmek için kendi dokuduğun keçe kilimi mi veriyorsun gelin?”
Seğüre yenge de keçe kilimi ilk kez görmüş gibi hayranlıkla bakıp pişman olmuş bir ses ile:
“– Güzel” dedi. “– Kız zamanımda ben bunun gibilerini insanlara çok dokudum. O zamanlarda işim için insanların verdiği yünlerden eğirip, boyayıp kendime bu keçe kilimi dokumuştum. Bunu kirletmeyip Bibeş’im için saklamıştım. Hayırlısı olsun, ona kısmet değilmiş…”
Molla da Sıvakay nine de onun bu son sözünü duymamış gibi davrandı. Fakat yatak döşeğin arasına sığınan Yeneş ile Yemeş keçe kilimin arkasından gidip molanın önüne geldi. Hem annelerine hem de keçe kilime üzülmekten korkularını unuttular.
Gökkuşağı ışıkları gibi çeşit çeşit, göz alıcı süsler işlenmiş bu keçe kilimi onlar çok seviyordu. Her gün sabah yatağı toplayıp damgalanarak işlenmiş sandığın yanına çömelip oturuyorlar ve bu keçe kilimin çizgilerini, süslerini kendi aralarında paylaşarak oyun oynuyorlardı.
“– Yemyeşil olan benim!” “– Vişne kırmızısı benim!”
“– Kırmızı çiçekli benim! Senin değil! İşte mavi çiçekli de benim!”
Artık yatağın arasında bir tek güzel şey kalmadı. Bir kara keçe, iki yama yorgan, bir yastık, beş minder. Onların da dışları yok. Yünleri eski. Nasıl da çirkin oldu bu yatak!
Kızlar bu kaybın ağırlığıyla ezilip sessizce durdu. Fakat molla eğri parmaklarını kaldırıp yüzünü bir iki kere sıvazladı.
“– Âmin, Allah kabul etsin.”
Sonra Seğüre yengenin bileğini sıkıp, kolunu dirseğinden yukarıya büktü ve cebinin ucunu üste doğru kaldırarak tuhaf bir ustura çıkarıp, bileyerek avcuna aldı.
Seğüre yengeye oldukça kötü gelen bir ses ile:
“– Evet, güzel, tevekkül edelim” dedi.
“– Tevekkül edelim. Allah şifasını versin” dedi Sıvakay nine de.
Seğüre yenge sessiz sedasız başını eğdi. Her ekleminden kabarıp, şişerek çıkan sapsarı zayıf elleri ve korkudan kanı daha çok kaçan beyazımsı sarı yüzüyle dökülen sonbahar yapraklarını hatırlattı.
Yeneş ile Yemeş de ormandan odun alıp gelen Bibeş ile İştuğan da annesinin yanına çöktü. Çocukların ağlamaya başlamasından korkan Sıvakay nine:
“– Allah’a sığındık molla, fazla uzun sürdürme” dedi. Seğüre yenge güçsüz elini geriye attı. “– Bırak. İstemiyorum…”
Molla bunu duymamaya çalıştı. Kurbanının elinden daha sert tuttu ve bileğinin arkasındaki damara ustura ile hızlıca vurdu. Seğüre yenge belki takati kalmadığından belki de korktuğundan gözlerini kapatıp sağa sola savruldu. Çocuklar ağlayıp, söyleyecek bir söz bulamadan öylece kaldı. Ustura ile kesilen yer ilk başta bembeyaz oldu sonra rengi azalan kan ayağına doğru simsiyah indi. Molla, Seğüre yengenin elini dirseğine kadar tastaki ılık suya batırdı.
Su kan ile her birleştiğinde Seğüre yengenin yüzü beyazlıyor, rengi atıyordu. Küçücük evin içini korkunç bir sessizlik sardı. Çocuklar yüreklerinin ne zamandır duvara çekiç ile vurulur gibi güm güm ettiğini duymamıştı. Hatta bu işi büyük bir gayretle ayarlayan Sıvakay ninenin de sesi kısılmaya başladı. Kan alıcı hızlanarak:
“– İşte, gördünüz mü nasıl da kötü kan toplanmış. İyi, artık ağrı çekmezsin. İnşallah bundan sonra sağlığını toplayıp iyileşirsin gelin. Kötü kanın artık çıktı” dedi. Lakin bu sözler kimseyi ne sevindirdi ne rahatlattı. Seğüre yengenin gücü tükenmiş, evde geriye sadece korku kalmıştı. Sonra bu korkunç görüntü ilk önce küçük Yemeş’i çileden çıkardı. Yürek parçalayan bir ses ile:
“– Git buradan ihtiyar! Anneme dokunma!” diye ağlayarak bağırdı, göz açıp kapayıncaya kadar annesinin elini tastan alıp göğsüne bastırdı.
“– Yeter, annemin elini vermiyorum. Annem benim, sana vermiyorum!”
Bilekten atılan kara kan Yemeş’in mavi, burçak bezeli beyaz elbisesinin göğsünden eteğine doğru akıp gitti. Bunu gören Yeneş ile İştuğan hatta sabırlı, büyük biri gibi davranmayı öğrenmiş Bibeş bile ağlamaya başladı. Seğüre yenge kâğıt gibi bembeyaz olup divana yığıldı.
Sıvakay nine:
“– Aman Allah’ım! Ey, ne oldu şimdi molla?” diye eli ayağına dolanıp, ne yapacağını bilmeden bir kapıya bir divana doğru yürüdü. Fakat kan alıcı bir şeyler mırıldana mırıldana yırtık keçe parçasını mumda yakarak yaraya kapattı, çabuk çabuk bağlayıp sararak baştan savma bir dua etti ve keçe kilimi koltuğuna kıstırarak çıkıp gitti. Çocuklar da gürültü patırtıyla ağlaşmaya başladı. Seğüre yenge uzun süre hareketsiz yattıktan sonra kendine geldi. Gözünü açtı. Oturmak istedi. Çocuklarının başını okşayıp severek sakinleştirecek oldu. Lakin hareket edemedi. Ellerini de ayaklarını da kımıldatamadı. Bütün vücudu taş gibi ağırlaştı ve hareketsizleşti.
III
Ertesi gün ailesinin durumunu öğrenince geri dönen Baygilde ağabey, kapıdan girmesiyle ne olduğunu anladı. Seğüre yengenin gözlerine bakıp, uzun süre konuşmadan durduktan sonra derin bir of çekerek:
“– Peki, hanım benim sözümü tutmadın şimdi kendine öfkelen. Böyle yaparak çocukları yetim bıraktın” dedi.
Üzüntüsünden yüreğine kan toplanan Seğüre yenge kocasına cevap vermedi. Çökmüş, şaşkın, kaygılı gözlerinden iri iri yaş kabarcıkları dönerek çıktı, bal mumu gibi sarı yanakları boyunca kulağına, kalın kara saç tutamlarının dibine doğru akıp gitti. Ağlamamaya, gözyaşlarını tutmaya çalışarak gözlerini sımsıkı yumdu.
Baygilde ağabey onun ayak ucuna gidip oturdu. Hem annesine hem kendisine sızlanarak bakan küçük kızlarına kabanından simsiyah iki dilim ekmek çıkarıp verdi. Zengin Kormoşlar elek altından artan buğdaydan hizmetçileri için böyle ekmek pişirirdi. Kızlar birazcık keyiflenince dışarıya çıktı. Annesine endişelenip divanda oturan kızı Bibeş’e de babası ekmek uzattı.
“– Git kızım sende oyna, suya inin. Çok sıcak. Annenin yanında ben otururum” dedi.
Bibeş gecekonduya çıktı, sırığı omzuna asıp suya gitti. Fakat Yeneş ile Yemeş evin gölge tarafına çıkıp inşaat temelinin kenarına oturdu. Güneş nefes aldırmayacak kadar bunaltıcıydı. Yeneş nazik ayaklarını kabarık ekmek gibi büküp topuklarına elbisesinin eteğini örttü.
“– Sende böyle otur olur mu kardeşim? Yerken ekmek kırıntıların kenara düşmesin” diye öğretti. Ardından: “Yerse hepsi biter” diye hüzünlenerek ekmeğe döndüre dolandıra uzun süre bakarak oturduktan sonra:
“– Evet, kardeşim azıcık yiyelim olur mu?” diye önerdi.
“– Olur” dedi. Yemeş de gözlerini kısarak ekmeğine bakıp. “– Ben her zaman küçük küçük yiyorum.”
Ekmeği ufak parçalara bölüp dil uçlarıyla almaya, bu tatlı dakikayı daha da uzatmaya çalıştılar. Lakin hepsi çabucak yenildi. Sonra Yeneş tekrar bir umut buldu:
“– Ekmek iğne ucu kadar olsa da insandan büyüktür. Yere düşürüp ezersen çok günah olur. Hatta bin yıl cehennemde yanarsın. Evet, kardeşim, eteğimizdeki kırıntıları toplayıp yiyelim.”
Kızlar eteklerinde iğne ucu kadar ufak bırakmadı. Onlardan azıcık kırıntı kalır mı diye çoktandır kuyruğunu sallayan, kaşını oynatan ve arsızlık ederek karşılarında duran kocaman, iri, sivri burunlu av köpeği Kaşkar’a da sıcaklığa dayanamayarak ağızlarını açıp “kıt kıt” diye türkü söyleyen, yamuk yumuk bakarak bekleyen alaca tavuk ile sarı horoza da bir şey kalmadı. Ümitsizlikle kendi yerlerine çekildiler. Kaşkar takatten düşüp, yassı kızıl dilini çıkarıp, akıllı gri gözlerini bir noktaya dikerek çardağın altına yattı. Tavuklar çite geri dönüp kurt aramaya başladı. Fakat güneş çite toplanmış gibi daha çok yakmaya başladı. Gölgede de sıcaklığa dayanacak güç yoktu. Kızlar temelin kenarından indi.
“– Haydi, suya inelim kardeşim olur mu?” dedi Yeneş. “– Boş ver. Gitmeyelim. Ben korkuyorum” dedi Yemeş.
Onun annesinden başka biriyle evden uzağa gitmişliği yoktu. Çok geçmeden komşuları ihtiyar Şehit’in torunları olan Bibekey ile Gölkey de koşuşarak geldi.
“– Yeneş haydi suya inelim!” Yeneş, Yemeş’in eteğini çekti.
“– Haydi kardeşim. Bak senin gibi küçücük Gölkey bile gidiyor.”
Yemeş pes etti. Onlar da Bibekey ile Gölkey’in arkasından gitti. Yeneşlerin de Bibekeylerin de evleri köyün tam ortasında, Ulu Eyek nehrine doğru uzanıp giden geniş uçurumun kenarındaki “Yarsık” sokağına tümüyle tersti. Bibekey ile Gölkey “Yarsık” sokağını geçer geçmez her zamanki gibi elbiselerinin ipini çözdü.
“– Yarış, yarış!” diye ellerini yukarıya kaldırıp sallaya sallaya çıplak hâlde uçurum boyundan aşağıdaki nehre doğru yürüdüler. Yeneş de başka zaman böyle yapıyordu. Bu şekilde yürürken elbisesini çakıllığa atıp azıcık akan suya inmek çok komik oluyordu. Lakin bugün hem bakması gereken küçük kız kardeşi vardı hem de keyfi yoktu. El ele tutuşup, toz basmış büyük yol boyunca annesini kaybetmiş kaz yavruları gibi dalgın dalgın yürüyüp gittiler. Yeneşler vardığında, Bibekey ile Gölkey çoktan kendileri gibi küçücük bir sürü çocukla birlikte gürültü patırtı ederek suya giriyordu. Bibekey Yeneş’i görünce sudan çıkıp övünmeye başladı:
“– Vah, zar zor geldiler. Biz şu an beş kez suya girip çıktık!” Yeneş belli etmek istemedi.
“– Biz sabah on kez indik değil mi kardeşim?” diye cevap verdi. “– Biz bugün yirmi kez indik!” diye arttırdı Bibekey.
Bu köyün çocukları ve gençleri arasında suya çok inmek, yüzmek, dik kenarlardan ve uçurumlardan atlamak, su dibine dalarak beyaz taş çıkarmak gibi şeylerle yarışma geleneği vardı. Bibekey ile Yeneş arasında sürüp giden tartışma da bu geleneğin bir yansımasıydı. Bu yüzden Yeneş hiç tereddüt etmemek ve yarıştan geride kalmamak istedi. Bugün su kenarına ilk kez gelmesine bakmadan:
“– Fakat biz bugün yüz kez indik değil mi kardeşim?” diye Bibekey’den de fazla arttırdı:
Yeneş her sözünü Yemeş’e doğrulatmak için “değil mi kardeşim?” diyerek bitirdi, bundan bir şey anlamayan Yemeş ona sadece şaşırarak baktı. Sonunda yüzden büyük bir sayı bilemeyen Bibekey pes etti. Ona:
“– Hey, kendini öven, kendini öven! Kendini övenin sırtı açıktır” diye koşma söyleyerek, açık sırtını parıldata parıldata suya gömülmekten başka çare bırakmadı. Yeneş gururlu bir şekilde arkadaşının arkasından gitti. Onlar yüzmeye çalışmaya, suya gömülmeye başladı.
Yeneşlerin yüzdüğü yer nehrin en sığ yeriydi. Burada nehir güneşin altında parlayarak çeşit çeşit, akik gibi güzel, pürüzsüz çakıl taşları arasından cıva gibi beyaz, berrak şekilde şırıl şırıl akıyordu. Bu yere “Geçit” diyorlardı. Demek ki bu yerden nehir geçiyormuş. Buradaki su kenarı çakıllık, ufak, koyu kıvrımlı dallar, geniş yassı yapraklı ağaçlarla kaplanmıştı. Lakin ağaç gölgesinde de dayanılmaz bir sıcak vardı bugün. Kızmış çakıl taşları zemini köz gibi yakıyordu. Yemeş suya inmeye korkup o derin gölgeli yerde gücü tükenene kadar durdu. Ama nehrin kazandaymış gibi kaynayan sığ yerinde Gölkey tek başına yüzüyordu.
“– Gel Yemeş çok güzel” diyerek Yemeş’i yanına çağırdı. “– Hey korkak, gel yakmıyor!” diyerek yere dokundu. Sonra Yemeş de soyunup onun yanına indi. Suyun dibine yaslanıp dip dibe uzandılar, ayaklarını var güçleriyle şap şap ettirmeye başladılar. Güya yüzdüler. Ilık suda toplanıp bir araya gelen balık yavruları ve iğne ucu kadar küçük balıklar nereye kaçacağını bilemeden ileri geri yüzdüler. Gölkey onların bir ikisini su ile birlikte avuçladı.
“– Bibekey ablam balık yavrularını yutarsan balık gibi bir yüzücü olursun, dedi. Yemeş sen de yut. Tutayım mı?”
“– Gerek yok” dedi Yemeş. “– Balık içimde büyür.” Gölkey sonra:
“– Hey, korkak, pişmemiş börek!” diye güldü. Kahramanlığını bir kez daha doğrulamak için bir iki kere küçük balık yuttu. Yemeş onun bu kahramanlığına gerçekten hayran kaldı. Yine de kendi yutmadı.
Bibekey ile Yeneş yeşerip, dişleri dişlerine değip, takırdayıncaya kadar yüzdü.
Yemeş yalvararak:
“– Dönelim acıktım” diyerek, ağlamaya başlayınca elbiselerini giydiler. Ayak bileklerinde olan suda yüzmekten sırtına su değmemiş, tozla karışık ter akmış çamurlu yüzünü bile yıkamayan Yemeş oflaya puflaya elbisesini giydi. Yeneş, onun elbisesinin önünü arkasına giydiğini fark etmeden yürüdü. Bibekeyler Kızılyar sokağı tarafına döndü. Yeneş de onları izledi. Kızılyar’a çıkınca mavimsi yeşil kıvrılarak akıp giden, derin, rüzgârsız yerde hiç korkmadan yüzen büyüklere hayranlıkla baktılar. Buraya gelen kızlar, yengeler dalga üstünde duran kuğular gibi yüksele yüksele Ulu Eyek ortasında yüzdü. Beri uçurumdan karşı uçuruma kim geçecek diye yarıştılar. Yüzen kızların kalkarken güzel, beyaz gerdanları göründü. Bunun için midir burada kızlar, gelinler arasında gerdan kaldırarak, ayakları sudayken koşma söyleyerek suya vurmak en güzel yüzme şekli sayılırdı. Kızlardan daha fazla Kızılyar altındaki “dipsiz” uçurumda çocuklar ve yiğitler yüzüyordu. Üç dört metrelik dik uçurumdan suya atlıyorlar, uzun süre suyun altında kayboluyorlardı. Sonra başka bir yerden, uzaktan çıkıp kulaç atarak karşıya yüzüyorlardı. Çıktıktan sonra yumuşak, sarı kum üstünde yatıp mola veriyorlardı. Bazıları sırt üstü yüzmek için yarışıyordu. Kısacası her biri kendince yüzüp, yarışıp ördek yavruları gibi suyun içinde oynuyordu. Burada kızı, çocuğu ayırıp birbirlerine el değdirmek, korkutmak, utandırmak ya da kötü bir söz söylemek gibi ahlaka sığmayan herhangi bir şey yoktu. Suda onların hepsi aynı, doğanın çocuklarıydı. Burada büyük su boyunda, çok eskiden beri bu gelenek yaşatılmıştı. Hâlâ öyle de devam ediyordu. İlkbahardaki suyun taşma zamanından, sonbahardaki suyun donmaya başlamasına kadar nehirden her gün ama daha çok sabah ve akşam böyle yüzme, oynama, gülme, su sıçratma sesleri gelirdi. İnsanlar sıcakta ya ot, orak üstündeyken ya da ekinin bittiği sırada suya girip çıkmak için vakit bulmaya çalışıyordu.
Gençler yüzülen yere gelince Bibekey ile Yeneş geri dönmeyi hepten unuttu. Ama öğlen olunca tam tepeden vurmaya başlayan güneş durumu daha da zorlaştırmaya başladı.
“– Yeneş haydi geri dönelim! Yine geliriz” diye önerdi Bibekey. “– Haydi” dedi Yeneş de. “– Gidelim!”
Her gün böyle geri dönmek için ayrıldıklarında yine birkaç kez geri gittiler. Böylelikle gün boyunca nehirden çıkamıyorlardı. Lakin bugün Yeneş’in bu isteği gerçekleşmedi.
“– Gidelim, anneme gidelim!” diye ağladı Yemeş. Saçları arasından yağmur gibi ter akıyor, iki yanağı da vişne gibi kızarıyordu.
“– Haydi, Yeneş çabuk ol!” diye acele ettirdi Bibekey. O da Gölkey’i izleyerek tozlu patika boyunca kenardan yürüdü.
“– Yemeş ağlıyor” dedi Yeneş tereddüt ederek.
“– Kardeşim Gölkey nasılda akıllı. Hiç ağlamaz!” diye onu övdü Bibekey. Gerçekten de Gölkey sürekli ablasını takip ederek yürüdüğünden çok dayanıklıydı. Nereye gidelim dese oraya gitmeye hazırdı. Ama Yemeş bugüne kadar annesinin sağlıksız olmasına üzüldüğünden ona çok ilgi gösteriyor, değer veriyor kendinden ayrı bir yere de göndermiyordu. Gerektiğinde onu banyo lifi ile leğende güzelce yıkıyordu.
Su kenarından düşünce Bibekey arkasına dönüp bir kere daha bağırdı. “– Evet, haydi Yeneş! Hey, cilveli!”
Yemeş:
“– Dönelim!” deyip Yeneş’in eteğine yapıştı.
Yeneş sinirlenip, Yemeş’in kolunu çekiştire çekiştire köy tarafına doğru yürüdü. “– Sulu göz! Bundan sonra bir daha gidelim dersin sen.”
Yemeş hıçkıra hıçkıra ablasının arkasından gitti. Başı ağrımaya, midesi bulanmaya, ayakları bitap düşmeye başladı.
“– Daha çabuk yürü!” diye çekiştirdi Yeneş. “– Sen böyle yürürsen biz ne zaman varacağız?”
Yemeş ne kadar uğraşsa da hızlı yürüyemedi. Biraz sonra ayakları hamurdan yapılmış gibi eğilmeye başladı. Ama az sonra gücü tamamen tükenerek tozlu yol üstüne oturdu.
“– Yeneş dur, beni yukarıya kaldır!”
“– Aptal! Seni niye kaldırayım!” diye azarladı Yeneş.
“– Haydi, oturma gidelim.”
Yemeş kalkmadı. Hatta uykusu gelmiş gibi yapmaya başladı. Yeneş küçücük yumruklarını sıkarak başını yumruklamaya başladı.
“– Ay, seni! Görürsün bir daha seni bir yere götürmeyeceğim” dedi kendi de ağlamaklı olarak. “– Dur, yürü dedim!”
Yemeş zar zor nefes alıyordu, daha çok sinirlendiği için yüzü kızardı ve yere oturdu. Sonunda Yeneş de onun önüne çömeldi.
“– Haydi, kardeşim seni sırtıma alayım” dedi yumuşayarak. “– Atla!”
Yemeş güçlükle ablasının sırtına atladı. Yeneş başı yere değecek gibi oldu, beli büküldü ve öne doğru eğilerek yürüdü.
Lakin çok gidemeden gücü tükenip kendisi de yere oturdu. Eli ayağı ip gibi kopmaya başlayan küçük, zayıf, yedi yaşındaki Yeneş’e boyuna göre büyük denilebilecek iri, yumru gövdeli dört yaşındaki Yemeş’i kaldırıp kıyıdan yukarı çıkarmak çok zordu. Yine de kardeşini bırakıp gitmedi. Bir sırtına alıp bir düşürüp, sallana döne götürdü.
Baygilde ağabey bu sıralar Zengin Kormoş’a işe gidiyordu. Sıcaktan durulmayan evde Seğüre yenge tek başına kalıyordu. Çünkü Bibeş akşama yemek pişirmek için gecekonduya darı dövmeye, İştuğan da yakacak çalı çırpı toplamak için aşağı sazlığa gitmişti.
Eve girince Yemeş bir kepçe soğuk suyu dibine kadar içine çekerek içti ve annesinin yanına çöktü. Seğüre yenge ondan tarafa güçlükle başını çevirip:
“– Kızcağızım, yavrum hastalandın mı yoksa?” diye sordu. Ağır ve sık sık nefes alan çocuk gözlerini açamadan:
“– Uykum geldi anne” dedi. Seğüre yenge kızına bakmayı, sırtından sevip şefkat göstermeyi istedi. Lakin elleri önceki gibi hareket etmedi. Şikâyet etmeden ona bakarak ayak ucunda duran Yeneş’e gözyaşlarını göstermemek için başını köşeye doğru çevirdi. Yeneş üzüntüsünden başını aşağı eğip dışarıya ablası Bibeş’in yanına çıktı.
IV
O günden sonra Yemeş iki hafta boyunca ağır ateş içinde yattı. Geceleri sayıklayıp bağırdı. Rüyasında, annesinin kanını alan molla gibi şaşı gözlü, gövdesiz başlar sarıklarının kuyruklarını sürükleyerek onun etrafında yılan gibi kıvrılıyordu. Dişlerini gösterip, insan başı sığacak kadar korkunç, büyük ağızlarını şap şup ettirerek onu yutmaya ya da annesini parçalayıp yemeye çalışıyorlardı. Annesinin bilekleri ve elbisesi boyunca etrafa kanlar saçılıyordu.
“– Sarıklar! Başlar! Kan! Kan! Anneciğim! Dokunmayın! Dokunmayın anneme!” diye ağlayıp sayıklamaya başladı. En son ne zaman böyle bağıra bağıra uyanmıştı. Baygilde ağabey gece boyu uyumadan kızına baktı. Artık Zengin Kormoş’ta çalışmıyordu. Zengin onu: “Sen şimdi evinde uzun kalırsın. Bana öyle ırgat gerekmez” diye işten kovmuştu.
Yemeş’in bu hâli her akşam tekrar etti. Seğüre yengenin hâlini görmeye gelen yaşlılar Yemeş’in hastalığı ve nasıl iyileştirilmesi gerektiği hakkında düşünmeye başladı. Birisi su cini çarpmış, başkası yer cini çarpmış diye fikir yürüttü. Ama çoğu zaman Seğüre yenge ile Yemeş’i çekip çeviren, geçindiren Sıvakay ninenin “nazar değmiş” fikri kuvvetli bulundu. Hâlini görmeye gelen konu komşuya Yemeş’in basit bir çocuk olmadığını, farklı ve nazar değecek bir çocuk olduğunu ispatladı.
“– Ben onun göbek ebesiyim. Biliyorum. Doğduğunda nasıl bir çocuktu o…” diye bu konuda gizemli tonda mırıldandı. “– Bir keresinde, ben size söyleyeyim kışın en soğuk zamanıydı, hiç unutmam ocak ayındaki gibi gece yarısında Baygilde kayın geldi. “– Yenge. Çabuk ol. Gelinin doğum yapıyor. Sonra ben kara bata gömüle geldiğimde suphanallah, çocuk doğmuş feryat ediyor, bağıra bağıra ağlıyor: ‘Niye beni güzelce karşılayan biri yok?’ dedi herhâlde biçare. Sonra ben çabucak göbeğini kestim, çamaşır leğenine ılık su döküp yıkamaya başladım. Baktım kızcağız iki üç aylık çocuk gibi kocaman, tombul tombul. Bilekleri kat kat. Saçları da upuzun, kapkara. Hatta kirpikleri, kaşları uzamış. Feryat ediyor, bağıra bağıra ağlıyordu. Sonra, ben size söyleyeyim, yıkayıp ılık kundak bezine sardığımda kızcağız pat diye nefes alıvermesin mi? Sadece bu da değil ağlamayı da kesti, başını etrafa çevirip, gözünü kısarak çatının tahtasına bakmaya başladı. Suphanallah ben anlattım, anlatmadığımı da düşündüm, bu neye alamet şimdi? Tüh, tüh! Nazar değdirmeyeyim diye çabucak annesinin yanına götürdüm. Sonra ne mi oldu dediniz? Çocuk başucundaki fırında duran yapış yapış, kör lambaya donup kalmış gibi bakmaya başlamadı mı? Estağfurullah! Ey, ben diyeyim, kesin zavallı çocuk ‘bu güzel dünya dedikleri Allah korusun bu muymuş?’ diye düşündü herhâlde dedim. Yine nazar değdirmeyeyim diye üstüne şap şup tükürdüm. Tüh tüh! dedim. Yirmi otuz yıl boyunca kaç yüz çocuğun göbek annesi olmama rağmen onun gibisini görmemiştim.