
Büyük Kazak yazar ve düşünürü Abay’ın babası Kunanbay (1804–1885), Şakarim’in dedeleri içinde en seçkin olanıydı. O dedesi Irgızbay’a çekmiş; aynı onun gibi uzun boylu ve güçlüydü. On beş yaşından itibaren güreş yapmış ve tıpkı dedesi gibi en iyi pehlivanları yenmişti. Tobıktı Uruğu içinde Kunanbay’ın on sekiz yaşındayken Sengirbay adlı ünlü pehlivanla güreşmeyi aklına koyduğuyla ilgili hikâye meşhurdur. O, kendisinden yaşça büyük olan Sengirbay’a şöyle bir teklifte bulunmuş: “Kimin yenip kimin yenildiğini kimseye söylemeyelim. Netice ne olursa olsun ödülün sizin olmasını kabul ediyorum. Benim istediğimse sadece güreşmek.” Onlar buluşup güreşmişler. Ödül olarak belirlenen at ve kaftanı Sengirbay almış. Kunanbay ise hayatının sonuna kadar söz konusu güreşte kimin galip geldiğini kimseye söylememiş, merak edenlereyse: “Sengirbay’ın vefat etmiş olması verdiğim sözü bozmam gerektiği anlamına gelmiyor,” diye cevap vermiş.
Kunanbay’ın dört eşi vardı: baybişesinin, yani ilk eşinin adı Künke (Şakarim’in ninesi), Abay’ın annesi olan ikinci hanımının adı Uljan (onun Abay’dan başka üç oğlu ve bir kızı daha vardı), sonraki iki eşinin isimleriyse Aygız ve Nurganım’dı.
Modern toplum Kunanbay’ı, Muhtar Avezov’un (1897–1961) “Abay Yolu” adlı romanından yola çıkarak tanımıştır. Ancak gerçek yaşamda o hiç de söz konusu eserde anlatıldığı gibi adaletsiz, sert, yoksul akrabalarına hep zulmeden biri değildi. Örneğin Muhtar Avezov, Kunanbay’ı şu şekilde nitelendirmektedir:
“Kunanbay, babasının ilk eşi Zere’nin tek oğludur. Büyük çadır kendisine ait olmakla beraber o, çok zengin ve sınırsız yetki sahibidir. Akrabalar içinde yaşça da en büyüğüdür. Bu yüzden dedesi Irgızbay’ın neslinden olan hiç kimse ona sesini dahi yükseltemiyor, yirmi obanın içinde hiç kimse ona hoşnutsuzluğunu belirtemiyordu. Kunanbay’ın yardıma ihtiyacı olduğundaysa herkes hazır bulunuyor; onun amirane sesi ve sınırsız iradesi herkesi onu takip etmek zorunda bırakıyordu. Aksakallar, Kunanbay’ın göz kapaklarının belirli belirsiz hareketinden, yabancı toprakları mı ele geçirilecek yoksa itaatsizlik gösteren boyların haddi mi bildirilecek hemen anlıyorlardı.”
Romanda, Kunanbay’ın anlatıldığı başka satırlar şu şekildedir: “Sabahtan Kunanbay’ın sergilediği dindara ne tevazu sanki hiç olmamış gibiydi. O öfke dolu ve düşmanca tavırlar içindeydi. Yüzü kızgınlıktan morarmış, kaşları çatılmış bir halde o, avını parçalamak için atlayışa hazır yırtıcı hayvanlar âleminden gelmiş birine benziyordu.”
Tüm roman boyunca Kunanbay karşımıza merhametsiz, gaddar biri olarak çıkmaktadır. Böyle bir insanın kalabalık Tobıktı Uruğunu nasıl yönettiğini romandan anlamak mümkün değildir. Yazar eserinde, halkı düşünmekten uzak, aç gözlü ve kötü kalpli bir sembolik, biraz karikatürize edilmiş bozkır derebeyi tipi yaratmıştır. Halkın yanında olmak gibi asil fonksiyonu ise bütünüyle kendi ortamıyla bağları koparıp yoksul kalabalığın koruyucusu haline gelen Abay’a yüklemiştir; ancak romanda çizilmiş portrenin, yumuşak bir ifadeyle, gerçeğe tam olarak uymadığını gösteren malumatlar vardır. Kunanbay’ın çağdaşı Polonya asıllı Adolf Yanuşkeviç’in hatıraları bunlardan yalnızca bir tanesidir. 8
Polonya’nın kurtuluşunun asi idealisti, Adam Mitskeviç’in “Dzyadlar” adlı dramının kahramanı prototipi Adolf Yanuşkeviç, polis gözetiminden serbest kaldıktan sonra, “Sibirya Kırgızları Vilayeti” idaresinde kâtip olarak işe girdi. İdarenin verdiği görev doğrultusunda nüfus ve hayvan sayımı yapmak için o, Kazak bozkırlarını gezerdi. Gezileri esnasında notlar alır, günlük tutardı. Onun gözlemleri, göçebe yaşam tarzı süren toplumun parlak ve orijinal konuları şeklinde yansıdı yazılarına. Kunanbay’la tanışmanın Yanuşkeviç’i derinden etkilediği kitabında yer alan şu satırlardan anlaşılmaktadır:
“Kunanbay, bozkırda çok meşhurdur. Sıradan bir Kazak’ın oğlu, doğuştan sağduyu, hayrete şayan hafıza ve konuşma yeteneğiyle dikkat çeken, ciddi, kandaşlarının iyiliğini düşünen, Kuran’ı, bozkır hukukunu ve Kazaklarla alakalı tüm Rus yasalarını çok iyi bilen, son derece dürüst ve örnek bir Müslüman. Kazak halkının en kalabalık ve aşağı tabakasının bir ferdi olan Kunanbay, en uzak obalar buna dâhil olmak üzere, ister genç olsun, ister yaşlı, ister fakir olsun, ister zengin herkesin nasihat almak istediği biri olarak ün kazanmıştır. Nahiye müdürlüğü görevini ender bir ustalıkla ve enerjiyle yürütmüştür. Onun talimatlarıyla istekleri anında yerine getirilirmiş. Bir zamanlar o yakışıklıymış, şimdiyse yüzünde çiçek hastalığının izleri var. Kunanbay nerdeyse ölümden dönmüş. Coşkulu konuşması esnasında o, dinleyenlere kendisinin korkunç yüzünü unutturuyor. Hastalığın bıraktığı bu izler ona hep hemşerilerinin zor günlerindeki desteğini hatırlatıyor. Onun halka verdiği hizmetle halkın ona verdiği önem bundan yola çıkarak anlaşılabilir. Zenginlerse Kunanbay’ın eline su bile dökemez.”
Eski Roma’da ilk başlarda “avam” anlamında kullanılan “plebey”, yani “aşağı tabakadan kimse” ifadesini kenara bırakalım. Bu, uruk başkanı için uygun bir ifade değildir. A.Yanuşkeviç tabii ki Kunanbay’ın doğuştan asilzade olmadığını biliyordu. Rus memurlar da ona “avamdan çıkan han” derken onun bir asilzade olmadığının altını çizmek istemişlerdir. Rusya hükümeti daha 1822’de hanlık yönetimini lağveden “Sibirya Kırgızları Tüzüğü”nü yürürlüğe sokmuştur. Daha sonra da nüfuzlu uruk başkanlarını onlar han sülalesinden geldiğini söylemedikçe desteklemeye devam ettiler. Özellikle eskiden hanlığın başında olan Çingiz Han neslinden gelenlerin bozkırdaki Rusya idaresine tehdit oluşturduğu sanılıyordu.
Her nasılsa A.Yanuşkeviç’in Kunanbay’a verdiği fevkalade referans, hassas Avrupalı romantiğin uruk başkanının olumlu yönlerini abartmış olabileceği farzedilse bile, Kunanbay’la ilgili olarak romanda anlatılan vasıflandırmayı çürütüyor.
Peki, o zaman Muhtar Avezov, Abay’ın babasını neden kötü biri olarak gösterme gereği duymuş olabilir? Çünkü soylu uruk başkanının anlatıldığı roman da, onun yazarı da riske girerdi. Sovyet yönetimi romanın yazıldığı tarih öncesinde tüm urukların soylu başkanlarını işçi halkın düşmanı olan “feodal zenginler” olarak ilan etmişti. Halkın çıkarını düşünen olumlu uruk kahramanını ideolojilerine bağlı çalışanlar okuyucuyla buluşturulamazdı. Gerçeğe uygun yazsa, o dönemde romanı yayınlatmazlardı.
1936’da Muhtar Avezov romanının ilk bölümünü kalabalığa okuduğunda Kunanbay orada adaletli ve akıllı bir başkan olarak tanıtılıyordu, fakat bu versiyon Kazak edebiyatçılarıyla parti ideologları tarafından şiddetli eleştiriye maruz kaldı. Halk düşmanı olan zenginleri övdüğü için Avezov’u yok etmeye hazırdılar. Böylece yazar kötü bir Kunanbay karakteri oluşturarak metni değiştirmeye mecbur oldu.
Kunanbay romanda, dört karısının olması da dâhil olmak üzere eserin olumlu kahramanlarının saygı duymadığı uzlaşılamaz bir sınıf düşmanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kunanbay’ın yaşlı annesi Zerre bile onun merhametten yoksun olduğunu söylüyor.
Avezov, romanın yazıldığı sırada yasaklı olması nedeniyle, Şakarim’in gerçek adını da kullanamazdı. “Abay Yolu” romanında son derece kötü nitelendirilen Şakarim’in adı Şubar olarak değiştirilmiştir. Maalesef öyle olması gerekiyordu. Kibirli, sinsi ve ikbalperest Şubar açgözlü, kurnaz ve “tilki kadar yalancı” diye söz ediyorlar ondan eserin diğer kahramanları. Romanda Şubar delicesine Abay’ı kıskanıyor. Oysa bu, Şakarim’in tarihî kişiliğiyle hiç uyuşmuyor.
Bu tür totaliter rejim yararına yapılmış tasvirler dolayısıyla “Abay Yolu” romanı gerçeklere dayanan kaynak sanılmamalıdır. Bu bir edebi eserdir, üstelik Kazak dilinin fevkalade üslubuyla yazılmış harika bir eserdir. Edebi eserdeyse, yukarıda da belirtildiği gibi ideolojiye dayanan olaylarla gerçekler özgürce yorumlanabilir.
Kunanbay büyük bir zekâya sahip olmakla birlikte göçebe halkın asırlara dayanan tecrübesi sonucunda birikmiş pratik bilgileri de çok iyi biliyordu. Aksi takdirde o geleneksel millî kabile düzeni hiyerarşisinde nüfuzlu bir lider olamazdı. Mükemmel bir hafızayla kusursuz bilgeliliğin yanı sıra ikna etme, öngörü ve güzel konuşma yeteneğine sahipti. Bununla ilgili A. Yanuşkeviç işin içine biraz mizah da katarak şunları yazıyor:
“Kunanbay bir konuşma makinesi, çalıştırıldığı sürece hep çalışan bir saattir. Uyanır uyanmaz konuşmaya başlıyor ve uyuyana kadar yorulmadan konuşuyor. Dakika başı ona tavsiye almak için Kırgızlar geliyor, o da tıpkı kâhin gibi konuşuyordu… Her üç kelimeye karşı şeriattan ibareler getiriyordu, hafızasıysa o kadar olağanüstüydü ki, hükümetin tüm kararlarıyla fermanlarını sanki kitaptan okuyormuşçasına söylüyordu.”
Acımasızlığa yakın sert yapısını Kunanbay, geleneksel düzene kasıt gördüğü durumlarda sergiliyordu. Eski kanunları ihlal edenlere karşı o, bir uruk başkanının olması gerektiği gibi, gaddardı. Bozkırda Rusya yönetimi tarafından yürürlüğe konulan yeni nizam kök salarken Kunanbay’dan zarar gören bozkır kodamanları şikâyetleriyle Rus idaresine koştular. Böylece Karkaralı bölgesinin Ağa Sultanı Kunanbay Oskenbayev’e karşı davalar açıldı. Soruşturmalar birkaç yıla uzasa da neticede hepsi beratla sonuçlandı.
Dedesinin meziyetlerini Şakarim:
“…Şeceresi”nde Kunanbay’a “Hacı” diyerek anlatmıştır. Kazaklar Mekke’de Hac görevini yerine getirenlere böyle diyorlar. “Kunanbay-Hacı halkın cahil olduğu dönemde dünyaya gelmiştir, diye yazıyor Şakarim. Harfleri çok iyi tanımasa da babası Oskenbay’a çeşitli yerlerden gelen mektupları gizlice alıyormuş. Aynısını yazmaya çalışarak okuyormuş. Türkçe kitapları okumayı bu şekilde öğrenmiş. Daha sonraları Nogay mollalarını işe alarak Kazak çocuklarının okuma yazma öğrenebileceği bir okul açmış. Gözümüzü dünyaya açan okul Eskitam adlı yerde bulunmaktadır. Namaz kılmayan insanlar Kunanbay Hacı’nın yanına gelince kılmaya başlıyorlarmış. Molla sigaranın haram olduğunu söyleyince Hacı, sigara içecekleri burun deliklerine zaç dökmekle tehdit etmiş. Daha önce hiç zekât vermeyen Kazaklara bu hayırlı ameli öğreten de odur. Bu adam tarafından Karkaralinsk’te inşa edilen cami hakikaten Allah’a şükrandır. Ağa Sultan yardımcılığı bile yapan Kunanbay-Hacı evrensel şöhretin peşinde değildi. O halkın saygınlığını kazanarak tehditle veya şefkatle Kazakları din yoluna getirmeyi ümit ediyordu.”
Şakarim’in verdiği bilgilere şu malumatlar eklenebilir. Kunanbay, Ağa Sultanın yardımcısı olmakla kalmayarak 1849’da Karkaralinsk bölgesinin Ağa Sultanı seçilerek bu görevini 1859’a kadar yürütmüştür. Yerel idarenin başkanı sayılan Ağa Sultan makam açısından Rusya’nın binbaşısına denkti. On yıllık hizmeti için Ağa Sultan soyluluk unvanı almıştır. Bundan dolayı Kazaklar başkanlarına, asilzadelere uygun bir şekilde hitap ediyorlardı: Kunanbay Mırza, yani Kunanbay bey.
Karkaralinsk’teki camiye gelince o Çarlık hükümeti temsilcileriyle yapılan karmaşık görüşmeler sonucunda 1851’de inşa edilmiştir. Memurlar o zaman Rus Kazaklarının yoğunlukta olduğu Karkaralinsk’te caminin inşa edilmesine hemen izin vermediler. İç savaş esnasında beyaz subaylar camiyi asker kışlasına çevirmek istemiş fakat rivayete göre sabaha karşı askerler yapıyı hızla terk etmişler, çünkü kendilerini huzursuz hissetmişler, üstelik gece vaktinde biri onların çizmelerini toplayıp caminin etrafına yarım daire şeklinde dizmiş. Sovyet döneminde parti ilçe komitesi caminin içinde kütüphanenin yer almasına dair ferman yayınlar, fakat bundan da bir şey çıkmadı. Kazakistan’ın egemenliği kazandığı 1991’de bir zamanlar Şakarim’in dedesi tarafından inşa edilen Karkaralinsk Camisi eski haline getirilmiştir.
Okulun dışında Kunanbay evinde yaşayan mollayla öğretmenin de geçimini sağlıyor, sürekli olarak çocukların eğitimiyle ilgileniyordu.
Arşivde onun bozkırlıları çiçek hastalığından aşılanmaya ikna ettiğine dair belgeler mevcuttur.
Son derece inançlı bir Müslüman olan Kunanbay evdekiler bir yana hemşerilerini de İslam’a yakınlaştırıyordu. O dinî bilgilerden ziyade tecrübesine dayanıyordu. Onun dinî düşünceleri hakkında herhangi bir malumat yok, ancak 1873’te Mekke’ye gidip Hac görevini yerine getirerek orada Kazak Hacıları için bir misafirhane satın aldığına dair bilgiler Tobıktı Uruğu mensupları tarafından kaydedilmiştir. Hemşerileri Kuran’la tespit edilmiş dinî, ahlaki, hukuki ve günlük yaşamla alakalı talimatlar anlamına gelen şeriat kurallarına uymak konusunda Kunanbay Hacı’nın tüm dediklerini itiraz etmeden yerine getiriyorlardı.
SÜKÛNET VE MUTLULUK İÇİNDE
Kunanbay’ın ailesi, bilgili insanlara eskiden beri saygı duyulan Kazak bozkırının en aydınlarındandı. Kunanbay’ın ilk eşi Kunke oldukça soylu bir aileden geliyordu. Onun babası Aganas kadı zeki ve adaletli biri olarak tanınıyordu. Bozkır anlayışlarına göre Kunanbay ile Kunke’nin evliliği feodal soyluların kurallarıyla öngörülmüş asilzadeler birliğiydi.
Kudayberdi, Kunanbay’la Kunke’nin diğer çocukları gibi üstün yetenekliydi. O, 1829’da doğdu, okuma yazmayı ve aile işini idare etmeyi çok kolay öğrendi. Mevsim değişimlerine göre gerçekleşen göç esnasında ataların bilgilerini canlandırarak göçleri yönetiyordu. Bu süreç kervanların yaylaya doğru yola çıktığı ilkbaharda başlıyor ve Ekim veya Kasım ayında karın çadırların üstünü örterek göçleri bir sonraki ilkbahara kadar saman kerpiçten veya kütükten yapılmış evlerinin durduğu kışlaklara gitmek zorunda bıraktığı sonbaharın son günlerine kadar devam ediyordu.
Kudayberdi, müzmin bir avcıydı ve avcılık ormanları, çukurları ve çayırlığı avla dolu Şıngıztav’da çok önemli bir uğraştı. Bu tutkusunun ona, her zaman mutluluk ve şansın eşlik ettiği söylenebilir. Babası artık yeterince büyüdüğünü karar verince Kudayberdi’yi evlendirmeye karar verdi. Basiretli uruk başkanının kafasında birkaç gelin adayı vardı. Neticede o adamlarından birini göndererek Aldabergen adlı zengin olmasa da dürüst ve o döneme göre çocuklarına iyi bir eğitim verebilen bir adamın kızını istetti. Aldebergen’in kızı Tölebike okuma yazma biliyordu ve çok genç yaşına rağmen çok marifetli bir ev hanımı sayılıyordu.
Böylece 1843’te Kunanbay, oğlu Kudayberdi için Tölebike’yi, yani Şakarim’in annesini istedi. Genç yaştan itibaren o Arapça ve Türkçe kitaplar okuyordu. El işi konusunda çok marifetli olan Tölebike nakış işliyor, kumaş ve halılara Kazak milli desenleri işliyor, kıyafet biçiyor ve dikiyor, hatta demirci körüğünü kullanarak bıçak hazırlıyordu.
Kudayberdi’yle evlendikten sonra Tölebike nakış, dikiş ve desen hazırlamanın dışında bütün uğraşlarını bırakmıştır. Daha az kitap okuyordu, ama bir İslam hukuku tefsiri olan “İbadet-i İslamiye” ve İslam yasasının anlatıldığı “Muhtasar-ul-Vikaya” adlı iki Arapça kitabı Tölebike tüm hayatı boyunca elinin altında tutmuştur. Demirciliği bırakmak zorundaydı, çünkü baba evinden giderken akrabalarının demircilikle uğraşmanın bir bayana yakışmadığı yönündeki uyarılarını hatırlıyordu. Buna rağmen Tölebike kocası Kudayberdi’nin bir arkadaşına demir desenler dövmeyi öğretmiştir. Daha sonra bu kişi, kendisine demirciliği Tölebike’nin öğrettiğini sıkça dile getirmiştir. Şiir yazma konusunda da çok yetenekli olan Tölebike’nin eserleri, sayı bakımından bozkırda çok olan irticalen şair ve şarkı söyleyen diğer yeteneklilerin eserleri gibi kayda geçirilmediğinden günümüze kadar ulaşamamıştır.
Göçebeler açık alanlarda yaşayan insanları muhakkak bir şekilde saran özel bir düşünce şeklinden dolayı her zaman şiir ve şarkılar söylemiştir. İşlenen deriyle atın ter kokusunun hissedildiği hiçbir ağır iş tıpkı deniz gibi sadece gökle sınırlandırılmış bozkır enginliğinde zapt edilemez bir biçimde oluşan romantik özgürlük ruhunu yok edemez.
Şakarim, yazın Kudayberdi’nin köyü Baykoşkar’daki yaylaya göç ettikten sonra dünyaya gelmiştir. Birkaç gün sonra mutlu baba oğlunun onuruna at keserek bir şenlik düzenlemiştir. Kutlamaya uruk başkanı olan bebeğin dedesi Kunanbay da gelmiştir. Çocuğa Şakarim ismini inançlı ailelerde olduğu gibi Kuran’dan bularak veren de odur. İlk başlarda Şahkerim şeklinde olan bu isim İslam’a saygının bir göstergesidir. Kuran’la birlikte de kullanılan Arapça kökenli “Kerim” kelimesi “cömert”, “eli açık” anlamına geliyor, fakat küçük yaştan itibaren ismini Kazakçalaştırarak çocuğa Şakarim dediklerinden, müstakbel şairin adı bu şekilde kalmış oldu.
O, baba evinin himayesinde belirli bir süreye kadar sıkıntılarla gölgelenmemiş sükûnet ve mutluluk içinde bir çocukluk dönemi geçirmiştir.
Kunanbay’ın geleneklere sadık oğlu Kudayberdi sülaleye has bir kurala uyarak çeşitli konularda bilgi ediniyor, böylece doğmakta olan aydınlanma geleneğine katkıda bulunmuş oluyordu. O belirli bir eğitim sisteminin olmamasına rağmen çocukların okuma yazma öğrenmesi için her şeyi yapıyordu. Kazak bozkırında eskiden sadece soylu aile çocukları okuma yazma öğrenebiliyorlardı. Han Jangir ve Çingiz Valihanov (Çokan Valihanov’un babası)’la Kunanbay Oskenbayev adlı sultanlar kendi evlatlarının yanı sıra halkın çocuklarının da okuyabileceği köy okulları açmadan önce bozkırda okul eğitimi yoktu.
Yine de XIX. asırda bu tür okulların sayısı yok denecek kadar azdı, bu yüzden okul eğitimi ancak Sovyet eğitim sisteminin yürürlüğe konmasından sonra milli norm haline gelmiştir.
Gayretli bir Müslüman olan sultan Kunanbay 1853’te Eskitam (eski ev) adlı yerde mollanın hem kendi çocuklarına, hem yakın köylerdeki genç kuşağa okuma yazma öğreteceği özel bir ev inşa etmiştir. Genellikle 20 öğrenci toplanıyordu. Öğretmen ve çocuklar yaylaya göç etme zamanı gelinceye kadar gündüzlerini ve gecelerini bu evde geçiriyorlardı.
Eğitim süreci iki temel derse dayanıyordu. Birincisi, Arapçanın öğretilmesi ve Arapça Kur`an’la diğer dinî kitaplarının okutulması. “Türk grameri” denilen ikinci dersteyse Arap alfabesiyle yazılan Kazak dilinde okuma yazma öğretiliyordu. Gerçi Türk kitaplarının sayısı azdı bu yüzden eğitimin tamamı dinî konulara ayrılıyordu.
Küçük Şakarim, ağabeylerine her zaman yetişemiyordu. Sıkça o tek başına oynamak için kalıyordu. Babasının onun için kâğıttan kestiği yabani kuzu, kurt, tilki, atmaca, kaz, ördek, elinde av kuşu olan avcı şekilleriyle oynuyordu. Desenleri kesen veya kumaşın üzerine diken annesini izleyerek o da desenler çiziyor ve kesiyordu. Annesinin yaptığını yapmaya çalışarak demirin üzerine vuruyordu, bazen boya karıştırıyor veya ağaç oyuyordu. Başka bir ifadeyle Şakarim küçük yaştan itibaren sanat öğreniyordu. Çocukluk yılları Şakarim’e büyük bir mutluluk hissi hediye etmiştir. Başka ailelerin çocuklarıyla oynadığı dönemlerde o tabii ki sınıf farklarının sebepleri üzerine düşünmüyordu.
“Bir keresinde ben yetişkin çocukların büyük bir tutkuyla aşık attıklarını, koşu yarışı yaptıklarını ve ay ışığı altında “Beyaz kemik” oyununu oynadıklarını gördüm.” diye yazıyordu o daha sonraları “Gerçek Mutluluk Aynası”nda. Onların oyunları bizim kuyu kazmak, taşlardan saray inşa etmek gibi oyunlardan çok daha ilginçti. Kısa bir süre sonra ben onlara katıldım ve onların oyunlarını oynamaya başladım. Bu herhalde benim körü körüne sadece mutluluğu arzuladığım ilk andı. Erkek çocuklar arasında kavga dövüşsüz bir şeyin olması çok enderdir. Şu an utanıyorum, fakat anne babası fakir olan çocukları: “Her şeyi babama anlatırım.” sözleriyle korkuttuğum oluyordu. Babamla ağabeylerim kimdi? Zengin, nüfuzlu insanlardı ve tüm bölge hayatının yöneticileriydi. Onlardan kim çekinmez ki?”
Bir keresinde ağabeyi Amir, Şakarim’e müzik eğitimi vermek istedi. Çadırın yanındaki çimlerin üzerine oturarak o kardeşine dombıra çalmayı öğretmeye başladı ve Şakarim bir şeyler öğrenene kadar bırakmadı. Dombıra çalmayı da, okuma yazma öğrenmeyi de, kâğıttan şekiller kesmeyi de küçük Şakarim çocuk oyun çeşitleri olarak algıladı. O her şeyde eğlence arıyordu, yeni eğlencelerin peşine düşüyor ve onlarda uzun süre devam eden zevk bulamayınca üzülüyordu. Okul hemen cazip bir uğraş haline gelmedi, fakat ders almak için mollaya gitmek zorunda olması onu yavaş yavaş disipline alıştırdı. Çocuk kendisini bile şaşırtacak şekilde gittikçe eğitime daha çok ilgi duyarak yeni bilgilere ulaşmak için çabalamaya başladı. Şakarim’in hayatına, onu zeki küçük yeğen olarak gören kendisinden 13 yaş büyük amcası Abay tam bu sırada girmişti.
Kunanbay’ın ikinci eşi Uljan’dan olan Abay 29 Temmuz9 1845’te Şıngıztav’daki Uruk köyünde, Kaskabulak adlı yerde dünyaya gelmiştir. İnançlı biri olan Kunanbay, oğluna İbrahim, adını vermiştir. Çocuk öğrenmeye meraklı olduğu kadar çok hareketliydi. O tehlikeli yerlere çıktığı her sefer büyük annesi Zere ona durmadan: “Abay bol! Abayla!” (dikkatli ol) diyordu. Böylece çocuğun adı “dikkatli”, “düşünceli” anlamına gelen Abay olarak kaldı. Abay, seçkin ve yetenekli insanlar olan annesi Uljan’la ninesi Zere’nin ilgisi ve sevgisiyle büyüdü. Kelime ve kitap dünyasıyla ilgili ilk düşünceleri onların yanında oluşmuş, Kazak diline, halk şarkılarına, destanlarına, efsanelerine sevgiyi onlar aşıladılar. Babası onu Semipalatinsk’teki Ahmet Rıza Molla medresesine verince de o doğuştan gelen yetenekleri sayesinde kısa bir sürede başarılı neticelere ulaştı, Arapçayı öğrendi. Onun zekâsı yeni izlenimler arzuluyordu, o bilgi peşinde koşmaktan hiç yorulmuyordu. Medresedeki ders programı ona yetersiz geliyordu. Farsça ve diğer Doğu dillerini öğrenerek Nevai, Nizami, Sadi, Firdevsi gibi büyük şairlerin eserlerini okumaya başlamıştı. Onun medrese kurallarını ihlal ederek, öğretmenlerinden gizli bir şekilde Semipalatinsk’teki Rus ruhani okuluna gidip Rusça öğrendiğine dair bir rivayet olsa da Abay, Rusçayı daha sonraları, yetişkin yaşlarda öğrenmiştir.
14 yaşından itibaren Abay babasının isteği üzerine toplumsal işlere katılmaya başladı. Kunanbay onu Tobıktı Uruğunun boylarına toprak, mülk ve çitlik sorunlarını çözmek için gönderiyordu. Uruk başkanının genç yardımcısı bu görevleri başarıyla yerine getiriyordu. Köylerin hangi topraklara göç etmesi gerektiğini, bu veya şu anlaşmazlıkta hemşerilerinden hangisinin haklı olduğunu yerinde belirliyordu. Köylüler onun kararlarına uyuyor, onu tüm haklara sahip bir kadı olarak kabul ediyorlardı. Gerçi Abay kendisine gösterilen saygının büyük bir kısmının Tobıktıların çok hürmet ettiği babası Kunanbay’a ait olduğunun bilincindeydi. Bu yüzden kendisini saf kan attan ziyade bir beygire benzetmeyi tercih ettiği gibi seçilmiş biri olarak da görmüyordu. Çok sevdiği “zekâsıyla övünen aşağı tabaka insanı, soyluluğuyla övünen çarlardan daha üstündür” sözünü Abay 1897’de meşhur felsefi düşüncelerine dâhil etmiştir. Toplumu tanıdıkça genç Abay’ın ailesine duyduğu hasret de artıyordu. O, göçebe toplumda temel yapı biriminin aile olduğunu ve halk birliğinin aile sağlamlığına bağlı olduğunu görüyordu. Aile üyeleri birbirine yardım etmeli, küçükleri eğitmeli ve onlara yol göstermeli. Bu gerçeği o içgüdüsel bir şekilde keşfettikten sonra tüm kalbiyle kabul etti ve uyguladı. Abay’ı çok bağlı olduğu ağabeyi Kudayberdi’nin çocukları çok seviyorlardı. O köye geldiğinde çocuklar onu bir an için bile bırakmıyorlardı. Yetenekli ve hassas Abay onlara doğulu şairlerin şiirlerini ezbere okuyan, okumuş olduğu hikâyeleri anlatan ilk kişidir. Daha sonraları “Bin Bir Gece” masallarını anlatmaya başladı. Çocuklar denizci Sinbat, Alaattin, Ali Baba ve kırk haramilerle ilgili hikâyeleri hayal ve sihir dünyasına dalmış bir vaziyette nefeslerini tutarak dinliyorlar, sonra da rüyalarında olağanüstü mucizelerle dolu belirsiz denizlerle bahçeleri görüyorlardı.
“Bin Bir Gece” masalları Şakarim’in baştan sona okuduğu ilk kitaptı. Masallardan bazılarını o evdekilere anlatmayı seviyordu. İranlı şairlerin eserlerini ezbere biliyordu, onun doğu şiirine olan sevgisi tüm hayatı boyunca devam etmiştir. Küçük yaştan itibaren Şakarim kendisiyle Kazak destan kahramanları arasında koparılamaz bir bağ hissediyordu. “Er Torgın”, “Alpamıs”, “Kobılandı”, “Kız Jibek” adlı Arap harflerle Kazak dilinde yazılmış destanlar onun ruhsal gelişmesine doğal olarak etki ediyordu. Kız Jibek destanını okuduğu her sefer küçük Şakarim Tölegen’in altı kuğuyla hüzünlü bir şekilde veda ettiği yere geldiğinde gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Alpamıs destanında Jadıger’in acı dolu feryatlarıyla ilgili kısmı okuduğu her sefer endişeleniyordu. Duygusallık açıkça sergilenmese de en sert kahramana kadar tüm Kazaklara has özel bir haldir. Her Kazak iyilik yapmayı ve kâinatı idrak etmeyi arzulayan kalpten bir insan, duygusal bir kişilik, samimi bir ruhtur.
Şakarim’in tüm hayatı boyunca unutamadığı ve göklerin hediyesi olarak gördüğü çocukluk yılları, aile içindeki sıcak atmosfer sıkça aklına geliyordu.
“İlk kelimelerimi söyleyip ilk adımlarımı attığım hayatımın başlangıcında, diye yazıyordu o “Gerçek Mutluluk Aynasında.” beraber oynadığım ve öz kardeşlerim gibi içtenlikle sevdiğim akranlarıma bağlılığımı hissediyordum, onlarla oynarken ben yemek yemeyi, hızla akıp giden zamanı unutuyordum. Benim sükûnet dolu mutluluğum! Masum eğlenceler, arkadaş sevgisi, her eve döndüğümde hissettiğim anne baba şefkati! Tüm bunlar nereye kayboldu? Şu an onlar neredeler?”