Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın - читать онлайн бесплатно, автор Yasin Topaloğlu, ЛитПортал
bannerbanner
Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 3

Поделиться
Купить и скачать

Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın

Автор:
Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
4 из 4
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

Bugün okuduğunuz gazetelerin birinci sayfalarına ve manşetlerine, oluşturulan gündemlere de kuşkulu mu bakıyorsunuz?

Evet. Hatta ben diyorum ki bizim gördüklerimiz, olanlar değildir, bize gösterilenlerdir.

Bir nevi tiyatro diye nitelendiriyorsunuz?

Tiyatro olabilir, senaryo olabilir. Maksat budur. Tek merkezliymiş veya çok merkezliymiş; ben çözemem, kimse de çözemiyor. Ama bir kuşatılmışlık içinde olduğumuzu, etkilendiğimizi ve de giderek bunun çok daha arttığını, bugünkü entelektüel hayat söylüyor. Ama ben bunu, dediğim gibi 1960’lı yıllarda gördüm, yaşadım. Bunun birçok faydası oldu. Bana hayatta en haz aldığım şeyin ne olduğu sorulursa “Öğrenmektir.” derim. Merak ve öğrenmek… İşin güzel tarafı, öğrendiğinizin de yanlış çıktığını görebilmek veya “Bildim, biliyorum.” dediğinizin de yanlış çıktığını görüyor olabilmek… Anlatacağım şu kısa anekdot beni hoşgörülü olmaya itti. Yıllar sonra Kâtip Çelebi’nin “Nizamü’l-Hakk Fi-ihtiyari’l-Ahakk” adlı kitabını okudum. Ben, Türkiye’deki liberallerin, liberalistlerin, liberalizm yanlılarının bunu okuduklarını hiç zannetmiyorum. Hâlbuki bu eser 1650 yılına ait bir hoşgörü abidesidir. Orada, “Halkın inandıklarıyla uğraşmayın, değiştiremezsiniz.” der. O kitapta tütünün haramlığına helalliğine, kabir ziyaretlerine kadar birçok konu ele alınıyor. Bunları hâlâ biz tartışma programlarında yeni bir şeymiş gibi konuşmaya devam ediyoruz. Bu, bir bakıma bazı konuların da ne kadar öğretici olduğunu gösterir.

Bir vesileyle yazmıştım ama sırası geldi anlatmak da istiyorum. Malum İmam Birgivi, taassup ehlinin temsilcisi diyeceğimiz bir kişi. Şeyh-ül İslam Ebu Suud Efendi’ye bile karşı çıkmış bir zat. Balıkesir’de doğmuş, Ödemiş Birgi’de -Aydınoğulları’nın kurulduğu ilk yerde- bulunmuştur. Bu din âlimi derdi ki, “Kabirlere gitmeyin, türbe olarak onların üstünü örtmeyin, orada kurban kesmeyin, çaput bağlamayın, bunları yapmayın, zinhar dinden çıkarsınız.” Böyle bir yönü vardı. Türk siyasetini inceleyenlerin hatta Türk toplumunu inceleyenlerin mutlaka bir prototip olarak çok iyi bilmeleri gereken bir kişi idi. Otuz sene önce ilk defa gittim Birgi’ye. Önce Aydınoğlu Camisi’ne, Aydınoğlu’nun türbesine, oradan da İmam Birgivi’nin mezarına. Birgi şimdi bir belde, Ödemiş’in bir beldesi, mezar da orada. Orada ne göreyim, bir iki kilometreden başlamışlar, yol boyunca çaput bağlamışlar ve orada kurban kesiyorlar. Ege Bölgesi’nde, Orta Anadolu gibi, Güneydoğu Anadolu gibi, Doğu Anadolu gibi çok fazla yatır, evliya, türbe geleneği olduğunu da söyleyemem. Ama hemen hemen bütün Batı Anadolu halkı yüzyıllar içerisinde İmam Birgivi’yi yeniden bir evliya, bir ermiş olarak üretmiş, böyle inşa etmiş. Kâtip Çelebi’yi de yeni okumuştum o vakit. Millî Eğitim veya Kültür Bakanlığından çıkmış bir eserdi. En çok tavsiye ettiğim kitaplardan birisi olmuştur eşe dosta. Sonra bir yirmi küsur sene geçti. Yine Ödemiş’e yolumuz düştü ve yine İmam Birgivi’nin, muhterem zatın mezarına bir uğrayalım, Fatiha’mızı okuyalım diye gittim. Çaput bağlama kalkmış fakat Belediye Başkanı oraya çok güzel, aynı anda bir iki büyük veya küçükbaş hayvanın kesilebileceği, üstü kapalı, küçük, modern bir mezbaha yapmış. Dedi ki, “Aydın Bey buraya insanlar geliyor, ortalıkta güzel gözükmüyordu, onun için yaptık.” Biraz ileride de İmam Birgivi’nin mezarı var. Mezarın üzerine büyük, lahit gibi bir granit taş koymuşlar ama türbe gibi üstü kapalı değil. Rahmetlinin bir tek o isteği yerine gelmiş. Belediye başkanı, “Nasıl, iyi olmuş mu?” diye sordu. Şöyle bir başımı çevirdim, ne de olsa İmam Birgivi Hazretleri’nin manevi makamındayız. Şimdi bunu düşünsem, demem gerekecek ki, “Bu zatın ruhu burada kesilen her hayvanla birlikte ızdırap çekecek. Keşke bunun aksini savunmuş, aksini istemiş olsaydınız, keşke bunu yapmasaydınız…” Ama o belediye başkanı bunu büyük bir ihlasla yapmış, halk için yapmış, millet için yapmış. Belediye başkanı kendi kendine herhangi birisini ermiş, evliya tayin edebilecek durumda değil. O da halk ve tarih böyle addettiği için yapmış. Ben de ortadan sözlerle, asla onun gönlünü kırmayacak şekilde düşüncelerimi ifade ettim. Oradan o şekilde ayrıldık.

Tabii iki yüz sene, üç yüz sene sonra ne olur, yirmi otuz sene sonra ne olur onu da bilemeyiz. Şu noktaya varmak istiyorum. Bu düşünceler, insanın, ister istemez olaylara biraz daha tepeden, kuşbakışı ve daha hoşgörülü bakabilmesini de sağlıyor. 1960’lı yılların başından 1965’e kadar toplum daha tam açılmamıştı. Bu konularla ilgilenenler ise daha çok din nedir, var mı, yok mu, Tanrı var mı, yok mu, Darwin’in teorileri nedir, kaba manada determinizm nedir, bunları sorguluyorlar. Ama bunlar da bazı gerçekleri irdelemek için değil, onları kaldırıp kendilerini hâkim kılmak için yapıyorlar. Hatta ruh var mı yok mu diye tartışılırdı. Çok ilginçtir, 1950’li yılların ortalarında böyle “Ruh ve Madde” diye dergiler çıkıyor, ruh çağırma, spiritizma seansları yapılıyordu. O zaman bunlar millî maneviyatçılık ve mukaddesatçılık sayılıyordu. Ruhun varlığını, onu maddeleştirerek ispata kalkmak gibi gariplikler oluyordu. Böyle bir hoşgörünün, böyle bir eleştirel yaklaşımın, zaman içerisinde sadece Kâtip Çelebi ile sınırlı kalmadığını, Ahmet Cevdet Paşa gibi kişilerin de benzer bir hoşgörüsü, düşüncesi, meselelere daha geniş ufukla bakma tavrı olduğunu gördük.

1960’lı yıllarda, o günkü 27 Mayıs İhtilali’nin resmî ideoloji için yapılmış olduğu iddiası, bunlarla birlikte, aramıza daha büyük bir mesafe koyuyordu. Söz gelimi, o zaman herkes, “Atam izindeyiz.” diyordu. Biz de genciz o vakit. Lise talebesi üç beş arkadaş, ne olur ne olmaz, sesimizi de fazla yükseltmeden kendi aramızda böyle bir nümayiş yaptık. O zaman böyle eylemler çok oluyordu Kızılay’da. Biz de “Abdülhamit’in izindeyiz.” dedik. Abdülhamit’i yeni yeni öğrenmeye başlıyorduk. Sonra Kızıl Sultan, Gök Sultan veya Yeşil Sultan olarak karşımıza çıkmaya başladı. “Kızıl Sultan” ifadesi kesinlikle doğru değil. Ne yazık ki Ermeni ağzı ile kendi padişahımızı kötülemek, ona karşı çıkmak gibi ağır, vahim bir hata yapılıyordu. Benim bahsettiğim bu mesafe, öyle noktalara taşınıyordu ki söz gelimi hâlâ Abdülhamit’e karşıyım dediği için Bayar’a karşı benim içim burkuluyordu. Hâlbuki Demokrat Partinin genel başkanıydı. Araya uçurumlar giriyordu. “Kayıtsız şartsız Lozan bir zaferdir.” diyenlere karşı tepki duyuyorduk. Kendi payıma en fazla da “En hakiki mürşit ilimdir.” sözüne tepki duyuyordum. Yanlış anlaşılmasın, sözün içeriğine değil, bilimsel gerçeğin tek gerçek olduğunu söyleyen pozitivizme tepki duyuyordum. Bu bir fikir akımıdır, buna hiç inanmadım, karşı oldum -felsefeyi bir kenara koyalım- o fikir akımı bize her yerde lazım değil. Bu zamanda alternatif tıp bile tıbbın iyi ettiği hastalıklarla uğraşmıyor da iyi edemedikleriyle uğraşıyor, demek ki bilime müracaat etmek iyi bir şeydir. Hele hele eğer vahye, nasa itibar etmeyip de dünyevi bir düşünceye, görüşe itibar etme düşüncesindeyseniz, bunun bilimsel bir esasa dayanması her zaman uygundur. Çünkü bilim değişiyordu. Görüyorduk ki Newton ile sınırlı kalmamış, kuantum çıkmış, Heisenberg çıkmış, modern fiziğin klasik bilimsel söylemini tekrarlamayan birçok isim ve düşünce çıkmış. Epey yıl önce İstanbul’da, Perşembe Pazarı’nın arka tarafında, Haliç’e yakın bir camide bir Mayıs günü -İstanbul’un kurtuluş günü de olabilir- dinlediğim hutbe beni sonsuz derecede doyurmuştu. İmamın o gün işlediği tema şuydu: “Düşünmek put kırmaktır. Çünkü düşündükçe her an bir başka şey öğrenir, yeni bir doğruya varırsınız. Böylece de sürekli düşünerek çok put kırarsınız.”

Böylelikle çok az puta sahip olursunuz.

Evet çok az puta sahip olursunuz. Tabii daha sonraki yıllarda halkın daha çağdaş yorumuyla birlikte, yeni açılımlarla da karşılaşarak, o hoca efendinin genç yaşına rağmen çok hikmetli sözler söylediğine daha fazla inandım. Sabit kalan bir düşünce yoktu ama Cumhuriyet, resmî ideoloji, mutlağın peşindeydi, bilimin değil. Bilim orada bir meşrulaştırma aracıydı. Onun dediklerine karşı çıkarsanız, bilime karşı çıkarsınız insanın iyiliğine, insanın sağlığına karşı çıkarsınız. Bu tamamen bir kurguydu. Ama kendi kabullerini bilimsel eleştiriye sunmuyorlardı. Bilim eğer büyük tetkikçi ise bir müfettiş ise bir tahkikçi, bir muhakkik ise o, dinle uğraşabilirdi, benzer ideolojilerle uğraşabilirdi ama iş resmî ideolojiye gelince bütün işi gücü onu tasdik etmek oluyordu. Bu da genç yaşta, insanların hassas olduğu dönemlerde daha büyük bir haksızlık olarak görülüyordu. Demokrat Parti ile ilgili söylenenlerle tarih oluşturuluyordu. Bunların birçoğu ak ve kara kadar birbirinden uzaktı. İnsanların öyle meziyetleri veya öyle kusurları söz konusu olabilir ki elbette bunlar üzerinden münakaşa edilebilir. Ama münakaşa edilemeyecek yönleri de vardır o insanların. Gerçeğin bu kadar değişmemesi iktiza eder. Gerçek fiilen değiştiriliyorsa, o zaman, bir arkeoloğun yaptığı gibi elimize gerekli alet edevatı alıp tarihî olayların üzerindeki katmanları kaldırmamız gerekir. Mesela nasıl doğal olaylar, zelzeleler, depremler, seller, daha önceki medeniyetlerin üstünü örtmüş, onları kaybetmişse bu dönem için de aynısı yapılmak isteniyordu. Bizim de bu tarih dediğimiz hadisenin üzerini açmamız gerekiyor. Güya dünün gerçeğini bulma gayreti -zaman zaman buna yaramış olmasına rağmen- bazen de iktidarın bir baskı aracı olarak gerçekleri değiştirmiştir. Bunun için tarihe, resmî ideolojiye karşı ileri derecede mesafeli durmak icap eder. Ama ona karşı bu mesafeli duruşu da hiç değişmez bir ak ve kara hâline getirmemek gerekir. Yakın tarihte bir şey mi düşünüyorum, inanıyorum, bak bu bugünlüktür. Yarın bir başka kanaat, başka bir gerçek çıkar, daha iyi bir yorum çıkar veya sen kendin öyle bir noktaya gelirsin ki, bugünkünden farklı düşünebilir, inanabilirsin. Mümkün olduğu kadar adaletin terazisini elden kaçırmamaya gayret etmeliyiz. Bu inancım hâlâ devam ediyor. Tarih, bu ülkeyi idare etmiş pek çok insanı haksız yere bühtan altında tutmuş, zan altında bırakmıştır. Bu yanlıştır, bunu da içinde yaşadık, birebir yaşadık.

Çok Partili Sürecin Sancıları ve 27 Mayıs Askerî Darbesi

27 Mayıs gününü siz nerede ve nasıl karşıladınız? Nasıl tanıklık ettiniz 27 Mayıs’a?

28-29 Nisan olayları önce İstanbul, sonra Ankara’da yaşandı. İstanbul’da bitti, devam edemedi, sonra Ankara’da devam etti. Ben o gün yatılı okuldayım, Robert Kolej’de.

Kaçıncı sınıftaydınız?

O zaman ben orta birdeydim. Orada mecburi iki sene hazırlık vardı. Şimdi konu geldiği için ve bağlantısı olduğu için bir iki kelime söyleyip hemen 28 Nisan’a döneceğim. Yaşlı bir tarih hocamız ile yine yaşlı bir coğrafya hocamız vardı. O dersleri de ben zaten çok severdim. Hatta iyi not alıyordum. Mesela onların söylediği birtakım sözler, aklımda kalmıştır. Pek zannetmiyorum başka bir talebe bu sözleri o vakit hafızasına almış olsun. Tarih öğretmenim okulda çok itibarlıydı. Tarih sınıfı ve coğrafya sınıfı ayrıydı. Onlar talebenin ayağına gelmezdi, tarih, coğrafya dersine oraya gidilirdi. Öyle bir yönleri vardı. Bir gün Hanibal’i anlatırken dedi ki: “Hanibal İtalya’da uzun kaldı. Asker, disiplinden çıktı. İtalya’nın eğlencesine kapıldı. Hanibal’i yenen bu oldu. Yoksa Hanibal çok büyük bir cihangir, yenilecek bir komutan değildi.” Ve hemen ilave etti: “Dünyada iki kesimi boş bırakmaya gelmez. Birisi talebe, birisi de askerdir.” Sene 1959 sonları; Türkiye’de bir hükûmet darbesi olur gibi bir ihtimal yok benim kafamda. Türkiye’de o zaman denirdi ki: “Mısır’da olur, Suriye’de olur, Irak’ta olur; millet olarak geri onlar, biz ileriyiz, Türkiye’de böyle şeyler olmaz.” 27 Mayıs 1960’a kadar, genel kanaat olarak söylüyorum, Türkiye’de askerî müdahale olmaması ilericiliğimizin bir delili iken 27 Mayıs Darbesi, kendisini, gericiliği önlemek ve ilericiliği tekrar ihya etmek olarak tanıttı, bu şekilde ortaya çıktı. Bu da böyle bir garipliktir. 28 Nisan günü, çok iyi hatırlıyorum, öğleden sonra ders bitmişti veya boştu. Şimdiki Boğaziçi Üniversitesi kampüsü, ortada futbol sahası vardı o zaman, tam oralardayım. Yatakhane olan binaya gideceğim. Benden büyük, uzun boylu bir çocuk geldi yanıma, Demokrat Parti milletvekili olan babası, rahmetli Bayar’ın yaverliğini yapmış, aynı zamanda da bir emekli kurmay albay çocuğu. “Ya Aydın işittin mi?” dedi, “Yine böyle öğrenci hareketleri falan olmuş.” Dedim ki: “Halk var mı, halk karışmış mı?” Cevap verdi: “Yok, öğrenci hareketleri.” Ben de “O zaman bir şey olmaz.” dedim. Sonra Ankara’da o arkadaşla komşu olduk, Ankara Kolejinde beraber olduk. Bana hatırlatırdı, “O gün öyle demiştin.” diye. Ben de derdim ki: “Millete güvenmek yanlış bir şey değildir. Herkesin, milletin dediğine biat edeceğini varsayarak yanlış bir şey düşünmüyoruz.” Ama böyle bir olay da işte Türkiye’nin başına geldi. Bu konu çok tartışılmıştır. Herhâlde içine girilir bu işin. 1950-60 arası yıllara şu açıdan bakılmıştır: “27 Mayıs önlenebilir miydi, önlenemez miydi?” O gün için en azından iki kişiden birisi Demokrat Partili idi. 26 Mayıs sabahı ve bir de ihtilalden sonra birçok CHP’li, Millet Partili de tiksinmiş bu durumdan. Hele idamlardan sonra büyük bir topluluk, bir camia oluşmuştu. Demokrat Partililerin kendi aralarında en fazla tartıştıkları konulardan birisi buydu. Benim o günkü düşüncem böyle, 28-29 Nisan olaylarını da böyle karşıladım.

Siz 28-29 Nisan olaylarını, organize hareketler olarak görüyorsunuz. Çünkü “Millet yoksa o hareket tabii bir hareket değildir.” diyorsunuz.

Evet değildir. Zaten Halk Partisi buna alet edilmiştir. Tabii o gün veya ertesi gün, Cuma günü ben okuldan çıkacağım zaten; rahmetli annem aradı, “Ben geliyorum, bir yere kıpırdama. Okula gelip kendi elimle seni alacağım.” dedi. 28 Nisan veya 29 Nisan günü annem bu şekilde telefon etti bana.

Bu tabii bir telefon muydu?

Yok, değildi. “Ben geliyorum aman bir yerlere çıkma!” demişti.

Ne hissettiniz, dünyanızda neye karşılık geldi bu?

Annemin düşkünlüğü, hassasiyeti, merakı yeni bir olay değildi. İçimde bir şey cız etmedi, hiç böyle bir ihtimal kondurmuyordum. Şimdi bir hafta önce 29 Nisan, 28 Nisan hatta 23-24 Nisan olabilir. Onun bir gün öncesi İzmit’te temel atılacak, kurdelesi kesilecek yerler var, babam, “Aydın da gelsin.” demiş. Bir kere kendisini 1957’de, Fatih’te konuşurken dinlemiştim ama onun haberi yoktu. Bu, kendisinin arzusuyla katıldığım tek yurt içi seyahati oldu, İzmit’teydik. Büyük bir sevgi vardı. 1959’da Ankara’da, uçak kazası sırasında annemin yanındaydım. Ankara Garı’ndan TBMM binasına o günkü şartlarda açık araba, Menderes’in arabası gidemedi. O trenin girişini hatırlıyorum gara, yerlerde koyunlar vardı kurban edilmek üzere, millet getirmişti.

Ne yapmıştı da babanız, bu kadar muktedir olduğu dönemde kitleleri harmanlayabildi? Hâlâ Anadolu’nun her yerinde Menderes denilince insanların yürekleri niye kalkar, niye mahzunlaşır insanlar? Neyi başardı da babanız, hiçbir siyasi liderin ulaşamadığı yüzde 52 oy oranını elde etti? Niye bugün siyaseti devam ettirenler de siyasete başlayanlar da Menderes’in ulaştığı siyasi seviyeye erişmek isterler?

Menderes 1950’de başbakan olduğu vakit ilklerin adamı hâline gelmiştir. Önce milletin diliyle Adnan Menderes’i anlatmaya çalışayım. Sonra kendi düşünce ve yorumlarımı da gerekirse ekleriz. Son derece iyi niyetli ve alçak gönüllü bir insandı. Bu, ona öğretilmemiştir; Menderes kendi kendini yetiştirmiş bir insandır. Kendi kendini yetiştirmiş bir insanda mürit ve mürşit birleşebilir mi? Onda birleşmiş, herkes bir yerde kendi kendisinin eseridir ama ben burada özellikle onun devlet adamlığına, siyaset anlayışına dikkat çekmek istiyorum. Aydın’a gittiğinde her tabakadan insanlar, köylüler gelir, onun yanında otururdu. O günkü şartlarda arazilerimiz çok daha genişti. Derlerdi ki: “Hepimizi tanırdı, hepimizin elini sıkar, yanımıza gelip oturur, yemek yeniyorsa mutlaka tadına bakar, ‘Güzel olmuş.’ der, güler; hiç adam ayırmaz, iyiliğinin sonu, hududu yok, topraklarının büyük bir kısmını bize dağıttı.”

Hibe anlamında mı dağıttı?

Çok cüzi bir karşılıkla dağıttı. Şimdi “Roman” diyoruz, “esmer vatandaşlar” diyoruz. Onlar da bizim oralara gelir ve Anadolu’da kamış denen ürünler -kargı denir bizim bölgede- toplanır, kurutulur, ayrıca bunlardan kola asılan bir çeşit sepet yapılır ve içine pamuk toplanırdı. Kimi gelir karnını doyurur, zaten karşıdaki küçük bir binada, 1952 yılına kadar gelen geçene yemek verilirdi. Aşçı kadın orada yemek yapacak hem çalışanlar hem de aç olanlar orada yemek yiyecek, öyle bir düzen. Derlerdi ki: “Bizim yanımıza gelip otururdu, onu bile yadırgardık. Derdik ki ya bu nasıl bir bey? Nasıl güzel bir insan? O, Romanların da gider yanına oturur, onlarla şakalaşır, konuşur, yemek yiyorlarsa onların yemeğinden alır, yerdi. O zaman bir sürü kişi hayret ederdik, biz bugün bile yapamıyoruz.”

Oysa köylü mütemadiyen Ethem Menderes’le beraberdi. Köylü onu çok fazla sevememiş… Ethem Bey’e kinaye olarak da “Has Bey” derlerdi. Nedenini sorunca dediler ki: “Bu adam (Adnan Menderes) bu toprakların sahibiyken bir günden bir güne biz onu at üstünde görmedik, nereye gidecekse yaya gitti. Buna mukabil Ethem Bey’i hiç yayan görmedik, hep at üstündeydi. Bir de o zaman mantar şapkalar vardı, lejyonerlerin veya bizim askerlerin çölde giydikleri şapkalar gibi mantardan imal edilmiş, üstüne bez konulmuş, ondan takardı.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
На страницу:
4 из 4