

Ülkü Taşlıova, Seyit Emiroğlu
Kars’tan Konya’ya Masallar
SUNUŞ
Türk sözlü kültürünün, zengin ve yaygın örneklerini gördüğümüz türlerden biri de masallardır. Çocukluk yıllarında duymaya başladığımız bu kısa anlatılar, hayatımızın her aşamasında ilgi çekici olayların ve ibretlik hikâyelerin bulunduğu metinler olmuştur. Bir yandan anlatanın kişiliği ve anlatımın ortamı, diğer yandan da tahkiyedeki akıcılık, hem dinlemenin hem de hayal kurmanın yolunu açmıştır.
Eğlendirerek düşünmeyi sağlayan, bilgilendiren ve özellikle ibretlik olaylarla kişiliğin oluşmasını ve doğru davranış kalıplarını aktarmayı amaçlayan masallar daha kalıcı ve dilden dile taşınır olmuştur. Özellikle çocukluk yıllarında dinlediğimizde yaşanmış ve gerçek olduğuna inandığımız masallar, annemizin ve anneannemizin dilinde daha etkileyici hâl alarak bir sonraki anlatıma kadar zihnimizi kurcalayan ve bir o kadar da şekillendiren özellik göstermiştir.
Türk dünyasında ve hususen Anadolu sahasında çeşitlenmelerini görebileceğimiz masallar, kendisine mahsus bütünlük içinde oluştuğu gibi bazen müstakil bir halk hikâyesinin masala dönüşmesi ile şekillenmiştir. Sözlü geleneğin bu yönü, kültürü taşımak için her anlatım türünün kullanıldığını ve esasen Türk insanının değerlerini ve kabullerini aktarmak için dilin bütün imkânlarını kullandığını göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
Bu kitapta yer alan masallar, Kars’tan ve Konya’dan farklı tarihlerde derlenmiş metinlerden oluşmaktadır. Derlemeler farklı kişilerle yapılan görüşmelerde gerçekleşmiştir. Sözlü kaynak kişilerin anlatımları sesli ve yazılı olarak kaydedilmiş olup, metinler yazıya aktarılırken değiştirme-düzeltme boyutunda bir müdahalede bulunulmamıştır.
Ninni’den sonra, çocukların duygu ve düşünce dünyasını şekillendiren masallar, yazıya aktarıldığı durumda da bu iki temel özelliğini korumaktadır. Dinleyici olmaktan, okuyuculuğa geçişte esas olan, yine masal dünyasına girebilmek ve yine masal ülkesinde masal kahramanları ile konuşmak ve düşünmektir. Bunun için de elbette ki okuduğumuz metnin sözlü kültür yapısı içinde oluştuğunu, aktarıldığını, çeşitlendiğini ve bu süreçte tükenmeyen bir değişimi yaşadığı gerçeğini unutmamak gereklidir.
Millî olması yanında milletlerarası değere ulaşması, masalı hem iletişimin hem de kültür aktarımının taşıyıcısı yapmaktadır. Biz de bu kitapta bir araya getirdiğimiz metinlerle, kuşaklar arasında taşınacağını ümit ederek, masal ülkesinden gerçek dünyanın geleceğine mütevazı bir katkı yapmayı amaçladık. Okunduğunda “ben bunu bir yerden hatırlıyorum, ben bunu duymuştum” gibi çağrışımlar, amacımızın da karşılığıdır.
MELEK FATMA1
Bir varmış bir yokmuş, develerin tellal, pirelerin berber, bülbüllerin seyyah olduğu zamanların birinde, zengin, akıllı, cömert bir bey yaşarmış. Karakaşlı, kara gözlü, kara saçlı, uzun boylu, beyaz tenli bu beyin adı da Yusuf’muş. Yusuf Bey güzel yüzlü olduğu kadar güzel huyluymuş da, açları doyurur, çıplakları giydirirmiş. Hastalara şifa, dertlilere deva olurmuş. Kapısına kim gelse boş çevirmezmiş.
Büyük ülkenin, büyük şehrinin, büyük köyünde yaşayan Yusuf Bey’in büyük bir çiftliği varmış. Çiftliğinde ipek yeleli uzun kuyruklu atları, tatlı tatlı meleyen kıvırcık kuzuları, “üüürrüü üüü!” diye öten al renkli horozları, “ gulu gulu!..” yapan hindileri, bol sütlü sarı inekleri varmış. İki dağın arasından köpük köpük akan çayın kenarına kurulan çiftlik evi, saray gibiymiş. Mavi boyalı pencereleri gökyüzü güzelliğindeymiş. Bacasından tüten duman nazlı nazlı salınır sonra da bulutlara karışırmış.
Bu güzel evi yuva yapan, Yusuf Bey’in güzeller güzeli hanımı ve dünya tatlısı kızı Fatma imiş. Pembe yanaklı, al dudaklı, sırma saçlı Fatma, annesinin, babasının göz bebeğiymiş. Kocaman çiftliklerinde gönlünce koşup oynarmış. Ata binermiş, tavuklara yem verir, ineklerden süt sağarmış. Kümesten her gün yumurtaları toplayarak büyüklerine yardım edermiş. Annesi de babası da onun üzerine titrer, bir dediğini iki etmezmiş. Fatma çiftlikte en çok kuzularla oynarmış. Kucağına alır onları okşar severmiş.
Annesi ve babası gibi Fatma da çok iyiliksevermiş. Oyuncaklarını arkadaşlarıyla paylaşır, gücü yettiğince herkese yardıma koşarmış. Arkadaşları ona iyi kalpli olduğu için “Melek Fatma” derlermiş.
Her biri bin güzellikte olan günler gelip geçiyormuş. Yaz bitmiş güz gelmiş. Hazan mevsiminin hüzünlü güzelliği çiftliğe de yansımış. Kızıl ve sarı yapraklar yerlere halı gibi serilmiş. Dalından düşen her yaprak Fatma’nın içinde tuhaf hisler oluşturmuş.
Sonbaharın yağmurlu bir sabahında Fatma’nın güzeller güzeli annesi hastalanmış. Günlerce yatakta yatmış. Yemeden içmeden kesilmiş. Gül yüzü solmuş, feri, takati kesilmiş yerinden kalkamaz olmuş. Yusuf Bey ülkede ne kadar hekim varsa hepsini getirmiş ama kimse çare bulamamış. Bir sabah yürekleri yakan acı haber çiftlikten şehre yayılmış. “Yusuf Bey’in güzel eşi vefat etmiş.” diye insanlar birbirine haber vermiş.
Yusuf Bey ve Melek Fatma çok üzülmüşler. Günlerce ağlamışlar. Evleri insanlarla dolup taşmış. Herkes teselli etmek için ellerinden geleni yapmışlar.
Aradan aylar geçmiş güz gitmiş, kara kış gelmiş. Kar yağmış her yer beyaza bürünmüş; fakat çiftlikteki keder bir türlü bitmemiş. Yusuf Bey’in gözyaşını hiç kimse dindirememiş. Çiftlikte eski huzur, mutluluk ve neşe kalmamış. Yusuf Bey odasından çıkmaz olmuş. İşler birikmiş. Hayvanlar telef olmaya başlamış.
Fatma annesinin ölümünden sonra babasının hâline çok üzülmüş. Her sabah babasının odasına gidip ona sarılmış; ama babasına teselli olamamış. Elinden gelen bir şey olmayınca da iki gözü, iki billur çeşme gibi ağlamış durmuş.
Bir gün komşu çiftlik sahipleri bir araya toplanmışlar: “Yusuf Bey’e bir çare bulmalıyız!” demişler. Günlerce düşünmüşler, konuşmuşlar sonunda karar vermişler. Sonra da Fatma’ya da soralım demişler. Bir akşam Yusuf Bey’in çiftlik evinin salonunda toplanmışlar önce Fatma’ya: “Melek Fatma biz babanın evlenmesini istiyoruz. Belki yalnızlığı biter eskisi gibi olur. Yoksa o da annen gibi hastalanır sonra da Allah korusun.” demişler. Fatma biraz düşündükten sonra: “Siz büyüklerim böyle karar verdikten sonra ben ne diyeyim ki. Evlendirin.” demiş. Fatma’dan sonra fikirlerini Yusuf Bey’e de açmışlar. Gözleri yaşla dolan bey başını hafifçe “evet” manasında sallamış.
Ertesi gün hemen işe koyulmuşlar. Aramışlar, taramışlar. Köyleri şehirleri dolaşmış, on at, kırk nal eskitmişler. Kimisi, “Beye varmak kolay ama kürkünü taşımak zor ben varmam.” Kimisi, “Ben padişah isterim varmam.” Kimisi de, “Ben çiftlikte hayvanlarla yaşamam.” demiş. Sonunda uzak mı uzak bir köyde bir hanım bulmuşlar. Güzel değilmiş ama çaresizlikten bu olsun demişler. Hanımın Ayşe adında bir de kızı varmış. “Hem kızı da Fatma’ya arkadaş olur.” diye düşünmüşler.
Hemen Yusuf Bey’e haber salmışlar. Az da olsa yüzü gülen Yusuf Bey düğün hazırlıklarına başlamış. Büyük ocaklar kurulmuş. Kırk büyük kazanda yemekler kaynamaya başlamış. Fakir fukaraya sofralar donatılmış. Yetimler giydirilmiş. Açlar doyurulmuş. Yusuf Bey çiftlikte heyecanla bekleye dursun biz yeni gelinin düğün alayına bakalım hele.
Gelini allamışlar pullamışlar, güzel mi güzel bir ata bindirmişler. Geldikleri yol tozlu, uzun olsa da, öndeki davul zurnanın ezgisi, arkada da düğüne katılanların şen sesleri her yere mutluluk saçıyormuş. Yol boyunca çalıp oynamışlar, gülmüş eğlenmişler. Biraz yorulmuşlar; ama sonunda çiftliğe varmışlar.
Yeni gelin yüksek tepeye geldiklerinde kırmızı duvağının altından çiftliğe bakmış sonrada İçinden “Pek güzelmiş. Sultanlar gibi yaşayacağım. Bir de şu kızı olmasa!” diye geçirmiş.
Düğün alayını uzaktan görenler karşılamak için önüne koşmuş, çiftliğe kadar eşlik etmişler. O gece sabaha kadar yemekler yemiş, bol bol eğlenmişler.
Gel zaman git zaman, aradan aylar, yıllar geçmiş. Üvey anne ve kızı Ayşe, Fatma’ya ilk günlerdeki gibi iyi davranmamaya başlamışlar. Kötü ve zor işlerin hepsini Fatma’ya yaptırmışlar. Üvey anne kendi kızına da kolay işler veriyormuş. Fatma hiç sesini çıkarmıyor, babasının mutsuz olacağından korkuyormuş. Fatma sustukça üvey annesi daha çok kötülük ediyormuş. Sırtında un torbası taşıtıyormuş. Tandırda ekmeği Fatma’ya pişirtiyormuş. Bütün inekleri ona sağdırıyormuş. Ayşe’ye de bahçeden gül toplattırıp vazoya koyuyormuş sonra da: “Bak benim kızım senden çok çalışıyor gül koparırken eline diken batmış kanamış.” diyormuş.
Günler günleri kovalamış. Geçen zaman, gelen zamana yenik düşmüş. Yusuf Bey’in yeni eşinin müsrifliği ve tembelliğinden dolayı aile gün geçtikçe fakirleşmeye başlamış. Ne çiftliğinde koşuşan hayvanları ne de mavi pencereli güzel evi kalmış. Mutsuz olduğu da cabasıymış. Hastalanarak yatağa düştüğünde kızı Fatma’yı yanına çağırmış, “Bak kızım beni iyi dinle. Ben anneni kaybettikten sonra çok zor günler geçirdim. En sonunda senden başka her şeyimi kaybettim. Şimdi buraların fakiri benim. Üstelik fazla bir ömrüm de kalmadı. Yakın zamanda annene kavuşacağım. Sen hep iyi insan oldun. Benden sonra da iyi insan ol. Herkese adil davran. Hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmayacaktır. Seni çok sevdiğimi hep hatırla ve bil ki insanoğlu asla bir kararda kalmaz. En güzel zenginlik iyilik, doğruluk, hakka inanmak, adaletli olmak, insaflı olmak, var olanla yetinmeyi bilmektir.” diye öğütler vermiş. Birkaç gün sonra da hayata gözlerini yummuş.
Önce annesini, sonra da babasını kaybeden Fatma, üvey annesinin yanında küçük bir evde birkaç ineğe bakarak yaşamak zorunda kalmış. Her sabah erkenden kalkar tandırı yakar, kovalarla su taşır, tandırda ısıtırmış. Leğende üvey annesinin ve üvey kardeşinin elbiselerini yıkarmış. Hamur yoğurur ekmek pişirir, evi temizlermiş. İneklerden süt sağar sonra da onları dağ başına otlatmaya götürürmüş. İnsanlara, çiçeklere iyi davrandığı gibi hayvanlara da çok merhametli davranırmış. İneklere hiç kızmazmış hep severek süt sağarmış. İnekler de Fatma’nın bu iyiliği karşısında ona bol bol süt verirlermiş.
Üvey annesi ise her gün biraz daha kötülük yapmaya başlamış. Önce yerde ince minderin üzerinde yatırmış Fatma’yı. Sonra da ekmek ve süt vermemeye başlamış. “Kurumuş ve küflü ekmekler sana yeter.” diyormuş. Fatma da boyun büküp denileni yapıyormuş. Bir gün üvey anne Fatma’ya demiş ki: “Sen artık gündüzleri hiç eve gelme şu yünleri de al, dağda inekleri otlat. Yünleri bir güzel iplik yap gel, o zaman sana ekmek ve süt veririm.” demiş. Zavallı Fatma da üvey annesinin dediğine karşı koysa da sözünü dinletememiş. Yünleri bir torbaya doldurmuş sırtına atmış. Eline de bir sopa alarak inekleri önüne katıp dağa doğru yol almış.
Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, dönmüş arkasına bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Biraz dinlendikten sonra yola devam etmiş, yorgunluktan dizleri tutmaz olmuş. Nerde var nerde yok, tam yamaçta yoluna bir kaya çıkmış. Yanına oturmuş başını yaslamış, oracıkta uykuya dalmış. Fatma’nın uyuduğunu gören kaya hemen kuş tüyünden bir yastık oluvermiş. Güzelce uyuyan Fatma’nın yorgunluğu gitmiş. Yaslandığı kayayı öperek teşekkür etmiş.
Kuru ekmekten birkaç lokma yiyerek tekrar yola koyulmuş. Nice yokuşlar tırmanmış, nice ormanlar aşmış sonunda Fatma inekleri otlatacağı yere gelmiş. İnekleri otlamaya başlayınca Fatma torbasından yünleri çıkarmış, “hemen eğirmeye başlayayım, yoksa üvey annem bana kızar.” demiş. Başlamış eğirmeye; bir yumak bitirmiş, iki yumak bitirmiş üçüncüye gelince bir rüzgâr esmiş. Hem de öyle bir rüzgâr ki her şeyi birbirine katmış. Ne ağaçta yaprak kalmış ne de dalında bir çiçek. Biraz sonra rüzgâr dinmiş. Fatma bir de bakmış ki rüzgâr yünlerini de alıp götürmüş. Gözleri yaşla dolmuş üzülmüş ağlamış. Fatma’nın ağlamasına dayanamayan rüzgâr dile gelmiş, “İyi kalpli Melek Fatma senin yününü biraz ileride yaşayan ninenin bacasından içeri saldım git ondan al.” demiş. Fatma çok sevinmiş hemen koşarak ninenin kulübesine varmış, yavaşça kapıyı tıklatmış. İçeriden “Kapı açık, buyur gir.” diye bir ses gelmiş. Fatma yavaşça kapıyı aralamış; tek odalı kulübenin tek bir yatağı varmış, Nine de o yatakta yatıyormuş. Hemen koşmuş Fatma: “Nineciğim sana ne oldu? Hemen sana sıcak bir çorba yapayım, belki iyi gelir demiş.” Nine Fatma’nın yaptığı çorbayı içince iyileşmiş. Dualar etmiş. Fatma “Nineciğim, rüzgâr yünümü senin bacandan içeri salmış, almama izin verir misin?” demiş. Nine de, “Olmaz kızım. Önce evimi süpür, bulaşıklarımı yıka, sobama odun doldur, çamaşırlarımı yıka, tırnaklarımı kes sonra yününü vereyim.” demiş. Fatma, “Tamam Nineciğim her işini yaparım. Zaten senin her şeyin pırıl pırıl, hemen bitiririm.” demiş. Hemen işe koyulmuş. Her yeri tertemiz etmiş, tencereler dolusu yemekler yapmış. Nine Fatma’nın bu yaptıklarından çok memnun kalmış.
Fatma, yününü alıp tam kapıdan çıkmak üzereyken Nine, “Dur güzeller güzeli Melek Fatma, sana üç anahtar vereceğim. Ne zaman başın sıkışırsa, bir taşın dibine anahtarları dokundur. Ortaya üç kapı çıkacak. Kapıları tek tek aç. O an neye ihtiyacın varsa orada bulacaksın. ” demiş. Fatma, Nineye teşekkür etmiş. Sonra da koşarak ineklerinin yanına gelmiş. Bakmış ki inekleri bir güzel karınlarını doyurup uykuya dalmışlar. Gökyüzünde altın gibi parlayan güneş yavaş yavaş dağların arkasına saklanmaya başlamış. Akşamın alaca karanlığı çökünce Fatma’nın yüreğini korku sarmaya başlamış: “Ben şimdi bu dağ başında gece vakti ne yaparım? Kurt, kuş bile yuvasına gitmiş, bir ben kaldım yapayalnız.” diye kendi kendine konuşurken aklına Nine’nin verdiği üç anahtar gelmiş. Hemen yere eğilerek bir taş bulmuş anahtarla dokunur dokunmaz üç altın kapı açılmış. Fatma kapılara bakınca ışıltıdan gözleri kamaşmış. Kapıların parıltısı ortalığı da aydınlatmış.
Gözlerini ovuşturduktan sonra en baştaki kapıyı açmış bir de ne görsün? Duvarları kırmızı kadifeyle kaplı kocaman bir misafir odası. Odanın tavanından sarkan elmas avizenin altında uzunca bir masa… Beyaz ipekle örtülü masanın üzerine buram buram kokan binbir türlü yiyecek… Masanın baş kısmında Peri Padişahı oturuyormuş. Fatma’nın güzelliğini gören Peri Padişahı büyülenmiş gibi olmuş. Hemen sofraya buyur etmiş. Karşılıklı muhabbet ederek yemeklerini yemişler.
Lezzetli yemekler yenirken güzel sohbet etmişler. Fatma, birden fark etmiş ki vakit gece yarısını aşmış. Hemen Padişaha teşekkür ederek misafir odasının kapısından çıkmış. Karanlık gecede sadece uluyan kurtların sesi duyuluyormuş. Fatma’nın içi ürpermiş. “Ne yaparım bu karanlıkta?” diye iç geçirirken ortadaki kapıyı açmak aklına gelmiş. Hemen açmış. Birde ne görsün! Duvarları yeşil kadifeyle kaplı, kocaman bir oda. Ortada yakut işlemeli gümüş bir karyola, karyolanın üzerinde kuş tüyü yatak ve atlas yastıklar diziliymiş. Yatağa doğru yaklaşmış tüllerle süslü bir de gecelik duruyormuş. Fatma hemen geceliğini giyinerek kuş tüyü yatağa uzanıvermiş. Hemencecik uykuya dalmış.
Fatma kulağına fısıltı gibi gelen nağmeli kuş sesleriyle gözlerini açtığında güneş epeyce yükselerek kuşluk vaktine ulaşmışmış. Bir müddet yerinden kalkmak istememiş. Sonra aklına inekleri gelmiş. Hemen dışarı fırlamış, bakmış ki inekleri yayılmış otluyor. Çok sevinmiş. İnekleri otlarken Fatma da yününü eğirmeye devam etmiş.
Bir yumak iki yumak derken birden yanında beliren gölgeyle irkilmiş. Başını kaldırıp bakmış ki at üstünde askerler. Fatma: “Ne istiyorsunuz asker kardeşler? ”demiş. Askerler de “güzeller güzeli Melek Kız, biz Peri Padişahı’nın askerleriyiz. Sizi huzuruna davet ediyor. Kabul ediyor musunuz?” demişler. Fatma, askerleri biraz uzağa göndererek ne yapacağını düşünmüş. İçinden “etmesine ederim de bu yamalı elbiseyle, bu yırtık çorapla, bu kirli ve dağınık saçlarla nasıl padişahın huzuruna çıkabilirim! ” diye düşünmüş. Birden aklına diğer anahtar gelmiş. Hemen anahtarı taşın dibine dokundurmuş üçüncü altın kapı yeniden açılmış.
Kapıyı açıp içeri girdiğinde bir de ne görsün! Üç altın çeşme akmıyor muymuş! Fatma en baştaki çeşmeden akan suyla bir güzel yıkanmış. Ortadaki çeşmeden akan suyu saçlarına dökmüş. Simsiyah, uzun, güzel saçları olmuş. Kaşlarına, kirpiklerine sürmüş, yay gibi kaşları, ok gibi kirpikleri olmuş. Üçüncü çeşmeden akan suyla da yanaklarını dudaklarını yıkamış. Elma gibi al yanakları, kiraz gibi kırmızı dudakları olmuş. Askıda duran giysileri giyinerek dışarı çıkmış. Fatma dışarı çıkınca çiçekler, ağaçlar dile gelerek: “Güzelliğiniz karşısında boyun eğiyoruz Melek Fatma.” demişler. Askerlerin ise gözleri kamaşmış atlarından düşerek yere yuvarlanmışlar.
Askerler yerden kalkarak tekrar atlarına binmişler. Fatma’yı da yanlarında getirdikleri arabaya bindirmişler. Onlar yollarına devam ededursun. Biz bakalım kötü kalpli üvey anne ve kızı Ayşe neler yapıyor.
Fatma’yı dağa gönderince üvey anne: “Oohh! Sonunda kurtulduk Fatma’dan. O artık dönemez. Dağ başlarında açlıktan ölür, sonrada kurtlara kuşlara yem olur” diye bir sevinmiş bir sevinmiş. Ayşe de: “Anne artık ondan kurtulduğumuza çok sevindim. Herkes onu çok seviyor. Buralarda ne kadar yakışıklı zengin delikanlı varsa hepsi Fatma’yla evlenmek istiyor; oysa ben daha güzelim ama kimse benimle ilgilenmiyor” diye annesine dert yanmış. Aslında ikisinin de Fatma’nın iyi insan olduğundan haberleri yokmuş, daha doğrusu iyilikten haberleri yokmuş. En büyük zenginliğin iyilik olduğunu bilmiyorlarmış. Üvey anneyle kızı oralarda sevinedursun biz bakalım Fatma nereye kadar gitti.
İki atın çektiği güzel araba ve askerler dağ tepe aşmışlar, sık ağaçlı ormanlardan geçmişler, sonunda Peri Padişahı’nın sarayının kapısına varmışlar. Fatma arabadan inince bir de bakmış ki yürüyeceği yollara güller dökülmüş, inciler serpilmiş. Fatma’yı görmeye gelenlere altınlar saçılmış. Fatma mahcup olmuş. Al yanakları iyice allanmış. Kapının iki basamak yukarısında da Peri Padişahı bütün görkemiyle ayakta durarak Fatma’yı bekliyormuş. Fatma’nın güzelliğini görünce dili tutulmuş. Kısa bir süre hiçbir şey konuşamamış.
Fatma ve Peri Padişahı akşama kadar yemiş, içmiş, binbir çiçekle bezeli sarayın bahçesinde gezmişler. Güneş yavaş yavaş dağların ardına saklanmaya koyulduğunda, Peri Padişahı: “Fatma ben seni çok seviyorum. Benimle evlenip sarayımın sultanı olur musun?” demiş. Fatma utanmış yüzü pespembe olmuş, sessizce, “Evet olurum, ama üvey de olsa benim bir annem var, beni ondan istemeniz gerekir” demiş. Peri Padişahı Fatma’nın cevabına çok sevinmiş. İçinden “Melek Fatma, seni çok mutlu edip perilere sultan edeceğim” demiş.
Gitme vakti gelip çattığında Fatma Peri Padişahı’ndan izin isteyerek yola koyulmuş. Atların çektiği işlemeli güzel araba Fatma’nın otlağına vardığında sabah olmak üzereymiş. Fatma hemen ineklerini saymış bakmış ki eksik olan yok. Üstelik inekler öyle güzel beslenmişler ki, memelerinden sütler fışkırıyormuş. “Üvey annemin verdiği yünü de eğirip iplik yaptım. İnekler de iyi beslendi. Artık dönme zamanı geldi ” diyerek yumak torbasını sırtına atmış. İnekleri de önüne katarak dönüş yoluna çıkmış.
Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda bir kayanın üstüne çıkmış bakmış. Bir de ne görsün! Gökteki yıldızlar fener olmuş yolunu aydınlatıyormuş. Yolun kenarında da bir tavşan uzanıp yatıyormuş. Hemen kayadan inmiş tavşanın yanına koşmuş. Bir de bakmış ki tavşanın ön ayağına diken batmış kanıyor. Tavşanın ak tüyleri al kana bulanmış. Dikeni çıkarmak için o yana çevirmiş olmamış, bu yana çevirmiş olmamış. Bir türlü dikenin yerini görememiş. “Ne yapsam ne etsem” diye düşünürken gökteki Ülker Yıldızı dile gelmiş, “güzeller güzeli Melek Fatma, ışıklarımı iyice yakıyorum şimdi çıkar dikeni” demiş. Fatma, Yıldız’a teşekkür ettikten sonra tavşanın ayağındaki dikeni çıkarmış. Dikeni çıkarınca bir de ne görsün! Diken kocaman değil miymiş? “Aman tavşan kardeş, bu sihirli, koca bir diken, nerede yürüdün de ayağına battı? Senin iyileşmen için bir damla gözyaşı lazım. Sen kımıldamadan dur, ben şimdi gözyaşımı senin ayağına damlatacağım”, demiş. Eğilmiş inci gibi gözyaşını tavşanın ayağına damlatmış. Tavşan hemen iyileşmiş. Fatma’ya teşekkür ederek koşa koşa dağa tırmanıp gözden kaybolmuş.
Tavşan iyileşip gidince Fatma da yola koyulmuş. Gitmiş gitmiş, sonunda evine varmış. İnekleri ağıla doldurduktan sonra evin kapısını çalmış. İçeriden, “Bu saatte kim kapıyı çalıp beni rahatsız ediyor”, diye üvey annesinin öfkeli sesini duymuş. Önce korkmuş, kısa bir müddet susmuş. Sonra ses tekrarlanınca: “Benim, Fatma. İnekleri doyurdum, yünleri eğirdim, eve döndüm anne kapıyı açar mısın?”, demiş. Üvey anne çok şaşırmış “Nasıl gelebilir? Onu kurtlar kuşlar yemiş olmalıydı. Açıp bakayım bir, belki de Fatma değildir”, demiş. Kapıyı açmış gecenin karanlığında ay gibi parlayan, güneş gibi gülen, gözleri kara elmas gibi ışıldayan, saçları sırma gibi savrulan, yanakları elma gibi al, dudakları kiraz gibi kırmızı, nazenin, güzeller güzeli Fatma’yı görmüş. Üzerinde tüllerle süslü elbisesi, gerdanında ay rengi incisi, kulaklarında yıldız gibi sallanan küpesi, Belinde altın kemeri varmış. İnanamamış üvey annesi, “Sen yamalı elbiselerle gittin tüllü kıyafetle geldin. Nasırlı ellerle, çatlamış yanaklarla, keçeleşmiş saçlarla gittin peri kızı gibi geldin. Nasıl oldu bu hele bir anlat”, demiş. İyi yürekli Fatma başlamış başından geçenleri anlatmaya. O anlattıkça üvey anne kızı Ayşe’yi göndermediğine pişman olup, üzülüyormuş. Saatlerce olanları dinlemiş sonra da “Bundan sonra inekleri otlatmaya kızım Ayşe gidecek. Sen evde kalıp ev işlerini yapacaksın”, demiş. Fatma da, “Peki anneciğim. İstersen ineklere de bir bak, hem sütünü de sağayım gözlerinle gör”, demiş.
Kovaları alıp ağıla gitmişler. Onlar sağdıkça ineklerin sütleri çoğalmış. Kovalar dolmuş taşmış. Bir türlü süt bitmiyormuş. Üvey anne çok sevinmiş “Sütleri satar yeniden zengin olurum”, diye hayaller kurmuş. Ertesi gün sütleri satmış, çok para kazanmışlar. Evlerine yiyecek, kendine ve kızına yeni elbiseler almış. Fatma’ya da hiçbir şey almamış. Fatma hiç şikâyet etmeden işlerine koyulmuş.
Ertesi gün üvey anne erkenden kalkmış önce birkaç parça yünü torbaya koymuş. Ardından ocağı yakmış, kızı Ayşe’ye börekler yapmış. Büyükçe bir yiyecek bocası hazırlamış. Bohçanın içinde bal, yağ, yumurta, börekler varmış. Kızına en güzel elbiselerini giydirmiş, saçlarını taramış. İçinden, “Peri Padişahı benim kızımı görüp beğensin. Kızımla evlensin. Ben de onlarla beraber bir güzel saraya yerleşir sultanlar gibi bir elim yağda bir elim balda yaşarım”, diye düşünüyormuş.
Hazırlıklar tamamlanınca annesi Ayşe’nin önüne inekleri katmış. Sonra da kızını öpe koklaya yolcu etmiş. Ayşe bir elinde yiyecek bohçası, diğer elinde yün torbasıyla ineklerin arkasından yürümüş yürümüş. Az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Bir de bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Tekrar yola koyulmuş. Bir taraftan da kötü sözler söyleyip, küfürler ediyormuş. İneklere bağırıp arada bir de tekmeliyormuş. Canı yanan inekler böğürerek ağlıyormuş.
Güneş parladıkça terliyor, terledikçe güneşe kızıyormuş. Güneş de en kavurucu sıcağını Ayşe’nin üzerine yayıyormuş. Sonunda bitkin düşen Ayşe bir kaya görmüş “Ayy ne kadar çirkinsin. Yaralı yüz gibi çatlak çatlaksın”, demiş. Başını yaslayıp uykuya dalmış. Kaya Ayşe’nin dediklerine çok üzülmüş. Sertleştikçe sertleşmiş. Sivrildikçe sivrilmiş. Ayşe başını koyduğu kayada da bir o tarafa dönmüş, bir bu tarafa. Bir türlü uyuyamamış. Dinlenemeyince gözleri küçülmüş, gözlerinin altı mosmor olmuş. En iyisi kalkayım yün eğireyim demiş. Başlamış yünleri eğirmeye. Bir yumak bitmek üzereyken bir rüzgâr çıkmış ki, ne dalda yaprak, ne yerde toprak bırakmış. Estikçe coşmuş, coştukça esmiş. Ayşe’nin yününü almış kaçmış. Bunu gören Ayşe, rüzgâra da bağırmış çağırmış, küfürler etmiş. Yününün peşinden koşmuş koşmuş. Tam yetişecekken rüzgâr yünü Nine’nin bacasından içeri salıvermiş. “Esen hallerin esmez olsun rüzgâr. Kötüsün sen, kötü rüzgâr”, diyerek ninenin kapısını yumruklamış. Nine içeriden, “Kapı açık buyurun gelin”, deyince; Ayşe: “Bana ‘buyur gel’ diyeceğine kalkıp kapıyı açsaydın ya ihtiyar. Rüzgâr yünümü senin bacandan içeri düşürdü alıp gideceğim” demiş. Nine, “Hele bir içeri gel kızım. Bak çok hastayım bana bir çorba pişir. Bir de şu ortalığı bir toplayıver. Sonra da yününü alır gidersin”, demiş. Ayşe hemen suratını asmış sinirli ve kaba bir sesle “Ben çorba pişiremem kalk kendin pişir bana ne. Ortalığı da toplayamam ben, senin hizmetçin miyim? Hem çok pis ve kirlisin sana ve evine el sürmeye iğrenirim. Hemen yünümü ver gideyim evin çok pis kokuyor dayanamıyorum. Üstelik çok susadım ve acıktım gidip karnımı doyuracağım”, diyerek Nine’yi bir güzel azarlamış.
Nine, Ayşe’nin yününü vermiş. Tam kapıdan çıkacakken, “Dur kızım, acıktım, susadım dedin ya, al sana üç anahtar vereyim bunları taşın dibine sür üç kapı açılacak, birinden su akacak onunla yüzünü yıka, birinde sofralar kurulacak, yemeğini ye, birinden de kıyafetler çıkacak onları bir güzel üzerine giy”, demiş. Ayşe’nin aklına hemen Fatma gelmiş. Kendi kendine “Hımm!.. Demek ki o da bu çirkin ihtiyarla karşılaşmış. Dediklerini yapmış olmalı ki dünya güzeli olmuş. Ben de hepsini yapacağım ve ondan daha güzel olacağım”, demiş.