Karmaşık Duygular - читать онлайн бесплатно, автор Стефан Цвейг, ЛитПортал
bannerbanner
Karmaşık Duygular
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 3

Поделиться
Купить и скачать

Karmaşık Duygular

Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
2 из 2
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

Ama doğru duymamışım. Hiç kimse bana içeriye girmemi söylememişti ve duyduğum o anlaşılmayan ses sadece, profesörün çevresine iyice yaklaşmış tahminen iki düzine öğrenciye doğaçlama bir konu anlatırken yükselen enerjik sesiydi. Yanlış anlayarak izinsiz içeri girdiğim için utanıp yine sessizce dışarıya çıkmak istedim, ama tam da bunu yaparak dikkat çekeceğimden korktum çünkü o ana kadar dinleyicilerden kimse beni fark etmemişti. Ben de kapının yakınında durdum ve ister istemez dinlemek zorunda kaldım.

Belli ki profesörün konuşması bilimsel bir konuşmadan ya da tartışmadan sonra kendiliğinden oluşmuştu, en azından öğrencilerin ve öğretmenin rahat, gelişigüzel bir grup oluşturmaları buna işaret ediyordu: Kendisi ders verir gibi uzağa değil, bir bacağını çocuk gibi aşağı sarkıtarak masalardan birine oturmuş, etrafına toplanmış genç insanların rastgele duruşlarına bakılırsa da hocayı dinlerken giderek artan bir ilgiyle öylece hareketsiz kalmışlardı. Belli ki profesör birdenbire masanın üzerine oturup, bir kement atar gibi kelimeleriyle onları durdukları yerde yakaladığında kendi aralarında konuşuyorlardı.

Benim de oraya çağrılmadan girmiş olduğumu unutup konuşmasının büyüleyici gücüne çekilmem için birkaç dakika yetti; konuştuklarını dinlemenin dışında, ellerini garip bir hareketle kubbe gibi yapıp kelimeleri toparlayan hareketlerini görebilmek için gayriihtiyari daha da yaklaştım; elleri bir kelime daha sert çıktığında, kanat gibi açılıyor, titreşerek yükseliyor, sonra bir orkestra şefi gibi müzikal bir tavırla tekrar yavaş yavaş alçalıyordu. Ve konuşma gittikçe daha da hararetlendi, konuşmacı dörtnala giden bir atın sırtındaymış gibi masanın üzerinde ritmik bir biçimde yükseliyor, şimşek gibi çakan imgelerin kovaladığı düşünce akışıyla soluksuz kalıyordu. Daha önce hiçbir insanı böyle coşkulu, böyle gerçekten sürükleyici konuşurken duymamıştım. Latince raptus yani bir insanın kendinden geçerek yükselişi olarak adlandırdığı durumu ilk defa görüyordum: Bu dudaklar ne kendisi ne de başkaları için konuşuyordu, kelimeleri içi yanan bir insanın ağzından alev gibi çıkıyordu.

Konuşmanın bir kendinden geçiş, anlatımın coşkusunun temel bir olay olduğu bir durumu daha önce hiç yaşamamıştım ve beklenmeyen bu durum beni birdenbire içine çekti. Yürüdüğümü bile bilmeksizin meraktan daha büyük olan bir güçle hipnotize olmuş, uyurgezerlerin kaslarını kullanmadan yürüdükleri ve büyülenmiş gibi küçük gruba doğru gittim; birdenbire bilinçsizce içlerindeydim, hocadan bir iki karış uzakta, benim gibi büyülendikleri için ne beni ne de başka bir şeyi fark eden diğerlerinin arasındaydım. Başlangıcını bilmediğim bir konuşmanın akımına kapılmıştım; galiba öğrencilerden biri Shakespeare’den gelip geçici bir kişilik olarak bahsetmiş olmalıydı, bu da yukarıdaki adamı tahrik etmişti ve kendinden geçerek onun bütün bir neslin en güçlü sembolü, ruhunu en derinden yansıtan ses, coşkulu bir zamanın ruhsal ifadesi olduğunu anlatıyordu. Tek bir cümleyle İngiltere’nin o müthiş saatini, o coşkulu tek saniyesini, her insanın olduğu gibi her halkın yaşamında da beklenmeyen bir biçimde patlak veren ve tüm güçleri bir araya toplayarak kuvvetli bir darbe ile sonsuzluğa yönelen o hamleyi gözler önüne seriyordu

Birdenbire dünya genişlemiş, yeni bir kıta keşfedilmiş, içindeki geçmişin en eski iktidarı olan Papalık, yıkılmakla tehdit edilmekteydi: İspanyol donanması, rüzgârın ve dalgaların elinde parçalanıp gittiğinden beri denizlerin ardında yeni imkânlar beliriyordu; dünya genişlediğinden ruh da gayriihtiyari ona eşit olmaya çalışıyordu. O da genişlemek, iyide ve hatta kötüde de sonuna kadar gitmek, keşfetmek, fethetmek istiyordu ve Orta Amerika’yı fethetmeye katılan İspanyol askerleri gibi onun da yeni bir lisana, yeni bir güce ihtiyacı vardı.

Ve bir gecede bu dilin konuşmacıları, şairleri ortaya çıktı, elli oldular, yüz oldular on yıl içinde, yabani ve haşarıydılar, kendilerinden önceki saray şaircikleri gibi kemerli bahçeler yaptıran ve gözde mitolojiden manzumeler yaratanlar gibi değildiler, tiyatroyu bastılar, daha önce sadece hayvan dövüşlerinin yapıldığı, kanlı oyunlarla eğlenilen tahta sahnelere kendi karargâhlarını kurdular ve eserlerinde hâlâ kanın sıcak buğusu vardı, kendi dramlarında da duyguları aç ve vahşi hayvanların birbirlerine saldırdıkları Cirkus Maximus3 gibiydi.

Bu coşkulu yüreklerin öfkeleri aslanlar gibi kükrüyor, her birisi vahşilikte ve abartıda diğerini geçmeye çalışıyordu, sahnede her şeye izin vardı, her şey serbestti: ensestlik, cinayet, kötülük, suç işleme, bütün insani aşırılıklar, burada en kızgın âlemlerini yapıyordu; aynı daha önce aç canavarların kafeslerinden boşandıkları gibi şimdi de sarhoş tutkular kükreyerek ve tehlikeli bir biçimde tahtalarla çevrili arenaya çıkıyorlardı.

Tek bir patlama bir bomba etkisi yapmıştı, elli sene sürecekti, ani bir kanama, ani bir boşalma gibi bütün dünyayı pençesini geçiren benzersiz bir vahşetti: Bu güç âleminde tek tek sesler veya figürler pek hissedilmiyordu.

Birisi diğerlerini kışkırtıyor, her biri öğreniyor, her biri diğerlerinden çalıyor, her biri diğerini geçmek, ondan üstün olmak için savaşıyordu ve yine de hepsi tek bir şölenin içindeki ruhani gladyatörler, zamanın dehasının kamçıladığı zincirleri çözülmüş kölelerdi.

Zaman onları banliyölerdeki eğreti ve karanlık odalarından, saraylarından çıkartıyordu, örneğin duvarcının torunu Ben Jonson, ayakkabıcının oğlu Marlowe, uşağın oğlu Massinger, zengin ve kültürlü devlet adamı olan Philip Sidney, ancak kızgın girdap hepsini birlikte karıştırıyordu; bugün kutlanıyor, yarın Kyd gibi, Heywood gibi derin bir sefalet içinde ölüyorlar, Spenser gibi King Street’te açlıktan yerlere düşüyorlardı, hepsi sıradan olmayan varlıklardı, kabadayılar, pezevenkler, komedyenler, dolandırıcılar, ancak hepsi de şair, şair, şairdiler. Shakespeare sadece onların merkeziydi: The very age and body of the time4; ancak onu ayırt edecek zaman yoktu, bu yüzden bu curcuna devam ediyor, eser eseri kovalıyor, tutku tutkuyu yaratıyordu. Ve birdenbire insanlığın bu harika patlaması, aniden yükseldiği gibi bir anda da titreyerek sönüverdi, dram bitmiş, İngiltere yorulmuştu ve Thames Nehri’nin yüzlerce yıldan beri süren ıslak ve sisli grisi yeniden ruhların üzerine de çöküverdi:

Bir hamlede bütün bir kuşak ihtirasın tüm doruklarına tırmanmış ve derinliklerine inmişti, fazlaca dolmuş, coşmuş ruh göğsünden ateşler püskürtmüştü. Şimdi ülke yorgun, bitik öylece yatıyordu; titiz püritenlik5 tiyatroları kapatıyor ve böylece tutkulu söylevleri men ediyordu, tüm zamanların en insani ve en ateşli itiraflarının yazıldığı, bir kuşağın bir kereliğine binlercesi için yaşadığı İncil’e, ilahi olana geçildi yeniden.

Ve birdenbire beklenmedik bir şekilde konuşmasının kör ateşi bize döndü: “Dersime neden tarihsel sırayı izleyerek en baştan, Kral Arthur ve Chaucer’den değil, tüm kurallara aykırı olarak Elizabeth döneminden başladığımı şimdi anlıyor musunuz? Her şeyden önce onlarla yakınlık kurmanızı, bu müthiş canlılığa adapte olmanızı istediğimi anlıyor musunuz? Çünkü yaşamın içine girmeden filolojik kavrama gelişmez, değerleri anlaşılmadan kelimenin grameri önemsizdir ve siz gençler fethetmek istediğiniz bir ülkeyi, bir lisanı önce azami güzelliğiyle, gençliğinin en güçlü biçimiyle ve coşkusuyla görmelisiniz. Lisanı önce şairlerden, onu yaratan ve tamamlayanlardan dinlemelisiniz; şiiri bir kere, daha onu otopsi yapar gibi parçalara ayırmadan, henüz nefes alırken ve sıcakken yüreğinizde hissetmelisiniz. Bunun için ben hep tanrılarla başlarım çünkü İngiltere Elizabeth’tir, Shakespeare’dir, benzerleridir, öncesindeki her şey hazırlıktı, sonrasındaki her şey sonsuzluğa yapılan bu cesur atlayışın uyuşuk bir takibidir ama burada, hissedin, siz kendiniz hissedin genç insanlar, dünyamızın en canlı gençliğini hissedin. Her kişiyi, her insanı her zaman en çok yandığı, en tutkulu olduğu zaman tanırsınız. Zira bütün ruh kandan, tüm düşünceler tutkudan, tüm tutkular coşkudan doğar. Bu yüzden genç insanlar, sizi önce Shakespeare ve onun gibiler gerçek anlamda genç kılacaklardır! Önce heyecan, ancak ondan sonra gayret gelir; kelimeleri incelemeden önce onun olağanüstü, yüce, dünyanın en muhteşem dersi gelir!”

“Bugünlük bu kadar yeter, hoşça kalın!” Birdenbire, beklenmedik bir biçimde eli ile bittiğini gösteren bir hareket yaparken masadan atladı Birbirlerine iyice sokulmuş öğrenciler topluluğu silkelenmiş gibi bir anda dağıldı, sandalyeler çatırdadı, gümbürdedi, masalar itildi, o ana kadar ağzı kapalı yirmi kişi birden konuşmaya, öksürmeye, derin nefes almaya başladı. Birden nefes almaya başlayan tüm bu dudakları kapatanın ne kadar büyüleyici olmuş olduğu ancak şimdi görülüyordu.

Şimdi küçük mekânda bir o kadar ateşli ve dizginsiz bir karışıklık başlamıştı; bazıları teşekkür etmek ya da başka bir şey söylemek için hocanın yanına giderken, diğerleri kendi aralarında kızarmış yüzlerle izlenimlerini paylaşmaktaydı; ancak hiçbirisi sakin değildi, teması birdenbire kesilen ve basık havada soluğu ve harareti hâlâ çıtırdıyor gibi olan elektrikli gerilimin etkisinde olmayan yoktu.

Şahsen ben kıpırdayamıyordum: Kalbimden vurulmuş gibiydim. Sadece coşkuyla ve bütün duygularımı harekete geçirerek anlayabilen ben ilk defa bir hoca, bir insan tarafından etkilenmiş olduğumu, önünde eğilmenin bir görev ve zevk olmasının gerektiği üstün bir güç hissettim. Damarlarım ısınmıştı, nefesimin sıklaştığını, bu ürkütücü ritmin bedenimin içinde attığını ve bütün eklemlerimin sabırsızca uyarıldığını hissettim. Nihayet kendimi rahat bıraktım ve bu adamın yüzünü yakından görmek için ite kaka ön sıralara doğru yürüdüm çünkü -tuhaftır ki- o konuşurken yüz hatlarını hiç fark etmemiştim, öylesine siliktiler, konuşması sırasında yok gibiydiler. Şimdi de önce belirsiz profilini gölgeli olarak görebildim; yarı yarıya bir öğrenciye dönmüş, elini samimi bir biçimde onun omuzuna koymuş, pencerenin önünde loş ışıkta duruyordu. Bu yüzeysel harekette bile, bir eğitimcide görebileceğimi asla zannetmediğim bir samimiyet ve hoşluk vardı.

Bu arada birkaç öğrencinin dikkatini çekmiştim; çağrılmadan içeri girmiş biri gibi olmamak için profesöre doğru bir iki adım daha gittim ve konuşması bitene kadar bekledim. Ancak o zaman yüzünü görebildim: Bir Romalı başı, mermer gibi parlayan alnı bombeli, yanları gür, geriye yatan dalgası olan kır saçları; üst bedeni bir fikir adamının gösterişli yapısında ancak koyu göz altlarının hemen altında çenesinin düzgün yuvarlaklığı veya bir gülümseme, ya da huzursuz bir gerilme ile kıpırdanan tedirgin dudakları sebebiyle yüz hatları hemen yumuşuyor, neredeyse kadınlaşıyordu.

Yukarıda alnının erkeksi bir güzellikte sıkı tuttuğu cildi etli ve biraz yumuşak yanaklarında ve huzursuz ağzında gevşiyordu; önceleri heybetli ve hükmedici görüntüsü yakından bakıldığında zorla bir arada tutuluyormuş gibi duruyordu. Bedensel duruşunda da benzer bir çelişki vardı. Sol eli sakince masanın üzerinde duruyor ya da en azından öyle görünüyordu; çünkü parmak eklemlerinde sürekli ufak titremeler oluyordu ve ince, bir erkek eli için fazla yumuşak ve narin parmakları devamlı boş tahta üzerinde görünmez figürler çizerken, ağır göz kapakları ile örtülü gözleri konuştuğu kişiye ilgiyle bakmaktaydı. Huzursuz muydu ya da yükselmiş olan heyecanı hâlâ sinirlerinde titreşiyor muydu; her hâlükârda elinin bu istem dışı hareketleri, öğrencisiyle yaptığı konuşmada sakince dinlediğini belli eden yorgun ama yine de dikkatli yüzünün dinginliğiyle zıtlık içindeydi.

Nihayet sıra bana geldi, yaklaşıp, adımı ve niyetimi söyledim ve o anda bana bakan mavi parlak gözbebeğinde bir yıldız parladı. Tam iki, üç saniye kadar bu parlaklık soru sorarcasına çenemden saç diplerime kadar yüzümde dolaştı: Bu yumuşak sorgulama gibi olan bu bakış karşısında kızarmış olmalıyım çünkü hemen gülümseyerek heyecanıma karşılık verdi.

“Demek benim derslerime kaydolmak istiyorsunuz: Bunu daha ayrıntılı konuşmalıyız. Bunu hemen yapamayacağım için kusura bakmayın. Şimdi halletmem gereken bir şeyler daha var, belki beni aşağıda ana kapının önünde bekler ve sonra evime kadar eşlik edebilirsiniz.” Bu sırada narin, ince elini uzattı, bir eldivenden daha hafif ve yumuşak bir biçimde parmaklarımı tutarken kibarca bir sonraki öğrenciye dönmüştü bile.

On dakika kalp çarpıntılarıyla ana kapının önünde bekledim. Daha önceki eğitimimi sorarsa ne söyleyecektim, ne derslerde ne de boş zamanlarımda edebî konularla hiç ilgilenmediğimi nasıl itiraf edecektim?

Beni hor görür müydü, ya da belki de bugün beni büyülercesine sarmalamış olan o ateşli gruptan hemen çıkartacak mıydı? Ancak o gülümseyerek hızla yanıma yaklaştığında varlığı tüm tutukluluğumu giderdi, evet, hatta o beni hiç zorlamadan ilk sömestir oldukça ihmal ettiğimi itiraf ettim (onun karşısında bir şeyi gizleyecek gücüm yoktu). Yine o sıcak, anlayışlı bakışları beni sarmaladı. “Esler de müziğe dâhildir.” diyerek cesaretlendirircesine gülümsedi ve belli ki bilgisizliğimden ötürü daha fazla utanmayayım diye sadece kişisel sorular sormaya başladı, nereli olduğumu, burada nerede oturmayı düşündüğümü sordu. Henüz bir oda bulamamış olduğumu anlattığımda da bana yardım etmeyi teklif etti ve önce kendi oturduğu binada, yarı sağır yaşlı bir kadının kiraya verdiği ve bütün öğrencilerin memnun kaldığı küçük odayı görmemi önerdi. Diğer her şeyle kendisi ilgilenecekti; eğer eğitimi gerçekten ciddiye almak niyetindeysem, beni her bakımdan desteklemeyi görevi olarak gördüğünü söyledi. Evinin önüne vardığımızda tekrar elini uzattı, ertesi akşam birlikte bir ders planı hazırlamamız için onu evinde ziyaret etmemi teklif etti. Bu insanın beklemediğim iyiliği karşısında duyduğum şükran o kadar büyüktü ki sadece saygıyla elini tutarken şaşkın bir hâlde şapkamı çıkardım ve ona teşekkür etmeyi unuttum.

Aynı binadaki küçük odayı elbette hemen kiraladım. Oda hoşuma gitmemiş olsaydı da tutardım. Bunun sebebi de bana bir saatin içinde diğer hocaların verebileceğinden daha fazlasını veren, o büyüleyici hocaya duyduğum samimi minnet ve mekân açısından da yakın olmak isteğimden olurdu. Ama küçük oda çok güzeldi: Çatı odası hocamın dairesinin üstündeydi, yukarıdan sarkan tahta çatı parçaları yüzünden biraz loştu ama komşu damları ve kilise kulesini gören geniş bir bakış açısı vardı; uzaklarda memleket hissi veren kare şeklinde yeşil çayırlar ve onların üzerinde bulutlar görünüyordu. Yaşlı ve duvar gibi sağır ev sahibesi geçici kiracıları ile evladıymış gibi dokunaklı bir anaçlıkla ilgileniyordu; iki dakika içinde anlaşmıştık ve bir saat sonra da bavulum tahta basamakları gıcırdatarak yukarı çıkıyordu.

O akşam artık dışarı çıkmadım, hatta yemek yemeyi, sigara içmeyi bile unuttum. Bavula elimi ilk attığımda çıkan, tesadüfen yanıma almış olduğum ve (yıllardan beri ilk defa) okumak için sabırsızlandığım Shakespeare’di. O ders bende tutkulu bir merak uyandırmıştı ve şiirlerin sözcüklerini daha önce hiç okumadığım gibi okudum. Bu tür değişimleri açıklamak mümkün müdür? Ama bir anda yazım dünyası bana kapılarını açıvermişti, kelimeler sanki yüzyıllardan beri beni arıyormuş gibi üzerime akıyordu; mısralar beni bir ateş bulutu gibi sürükleyerek tüm damarlarıma kadar işliyordu, öyle ki rüyada uçtuğumu görür gibi şakaklarımda garip bir gevşeklik hissettim. Sarsılıyor, titriyor, kanımın daha sıcak aktığını, içimi bir ateş gibi sardığını hissediyordum. Daha önce bana hiç böyle bir şey olmamıştı ve sadece tutkuyla verilmiş bir ders izlemiştim.

Ancak bu sohbetin sarhoşluğu hâlâ içimdeydi, bir satırı sesli olarak tekrarladığımda sesimin gayriihtiyari onun sesini taklit ettiğini duyuyordum, cümleler aynı coşkulu ritimle akıyor ve ellerim aynı onunkiler gibi dalgalanmak istiyordu. Sanki büyülenmiş gibi, o güne kadar ruhsal dünya ile aramda olan duvarı bir saatin içinde yıkmış ve tutkulu benliğim, bugüne kadar bağlı kaldığım yeni bir coşku keşfetmişti: Ruhani kelimelerdeki tüm dünyeviliklerin keyfini çıkartma isteği.

Tesadüfen Coriolamus’a6 denk gelmiştim ve bütün Romalıların bu en tuhafının tüm elementleriyle tanıştığımda yeni bir sarhoşluğa kapılmış gibi oldum: Gurur, cesaret, öfke, kibir, alay; duyguların tüm metalleri: çok tuz, çok kurşun, çok altın. Birdenbire bu sihri fark etmek, anlamak yeni bir keyifti! Gözlerim yanana kadar okudum, okudum; saate baktığımda üç buçuktu.

Altı saat boyunca bütün duyularımı hem uyarmış hem de aynı zamanda uyuşturmuş olan bu yeni güç karşısında neredeyse korkmuş bir hâlde ışığı söndürdüm. Ama içimde resimler yanmaya ve titremeye devam ediyordu, önümde bir sihir gibi açılan bu dünyayı genişleteceğini ve tümüyle içime işleyeceğini düşündüğüm ertesi günün özlemi ve beklentisi yüzünden pek uyuyamadım.

Ancak ertesi sabah hayal kırıklığı getirdi. Sabırsızlık içinde hocamın (bundan sonra ondan böyle bahsetmek istiyorum) İngilizce fonetik dersini vereceği amfiye giren ilk öğrencilerden biriydim. Hocam daha içeriye girer girmez korktum: Bu, dünkü insan mıydı, yoksa sadece benim coşkulu ruh halim ve heyecanım mı onu, tartışma sırasında kelimeleri şimşek çakar gibi, kahraman ve soğukkanlı, atak ve zorlayıcı kullanan bir Coriolanus’a yüceltmişti? İçeriye yavaş ve sürüklenen adımlarla giren kişi, yaşlı ve yorgun bir adamdı.

Sanki yüzündeki parlak tabaka yok olmuştu, şimdi ön sıradan neredeyse hasta gibi olan mat yüz çizgilerinde derin kırışıklıklar ve çatlaklar görüyordum; gevşek yanaklarının griliğinde enine mavi gölgeler çizilmiş gibiydi.

Okuyan hocamın gözlerini ağır gözkapakları gölgeliyor, solgun ve ince dudaklı ağzı da kelimelere hiçbir fark katmıyordu; neşesi, içinden taşan o coşkulu hâli nerede kalmıştı? Sesi bile bana yabancı gibiydi: Gramer konusunun kuruluğundan olsa gerek, monoton ve yorgun adımlarla kum üzerinde yürüyormuş gibi sertti.

Huzursuz oldum. Bugünün ilk saatlerinden beri beklediğim adam bu değildi; dünden beri beni ruhsal olarak aydınlatan görüntüsü nereye gitmişti? Burada bıkkın bir profesör etkisini yitirmiş bir sesle konusunu öylesine anlatıyordu; tekrar tekrar endişeyle belki yine de dünkü gibi tınlayan bir el gibi duygularımı sıcacık titreten ve tutkuya yükselten sesine döner mi diye dinliyordum.

Bu yabancılaşmış yüzü hayal kırıklığıyla yoklayarak, ona gittikçe daha endişeli bakmaya başladım: Karşımdaki yüzün aynı yüz olduğu inkâr edilemezdi ama aynı zamanda da içi boşalmış, bütün yaratıcı gücü tükenmiş gibiydi, parşömen maskeli yorgun, yaşlı bir adam gibiydi. Böyle bir şey olabilir miydi? Bir saat öyle genç olur, bir sonraki saatte olmayabilir miydi insan? Kelimelerin değişimiyle yüzün şeklini de değiştiren, onlarca yıl gençleştiren ani ruh dalgalanmaları olabilir miydi?

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Homeros: Antik Çağ’da yaşamış İyonya’nın yerlisidir. Epik şair ekolüne dâhil olan Homeros, dünya edebiyat şaheserleri olan İlyada ve Odysseia destanlarının yazarıdır. (ç.n.)

2

İskenderiye tarzı: Rönesans döneminin filosofisi. (ç.n.)

3

Circus Maximus: Roma’da antik bir hipodrom ve halka açık oyunların düzenlendiği geniş alan. (ç.n.)

4

Shakespeare, Hamlet, 3. perde, 2. Sahne.

5

Püriten: 16. yüzyılın sonlarında İngiltere Kilisesi içinde ortaya çıkan Püritenizm olarak bilinen bir dinî reform hareketinin üyeleri.

6

Coriolanus: William Shakespeare tarafından yazılmış bir trajedi oyunu. Romalı General Caius Martius Coriolanus’un yaşam hikâyesinden alınmıştır. (ç.n.)

Вы ознакомились с фрагментом книги.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
На страницу:
2 из 2