
İçimizdeki Şeytan
Nihat kendini tutamayarak:
“Dışınızı da pek ihmal edere benzemiyorsunuz üstat… Lao Tse’nin bütün hikmetlerine rağmen tatlı tuzlu bir ömür sürüyorsunuz!”
Emin Kâmil cevap vermek üzereydi. Fakat İsmet Şerif daha evvel davrandı, Ömer’e dönerek:
“Fevkalade bir şey değil… Bu şeytan hepimizde vardır. Bizim sanatkâr tarafımız onun çocuğudur. Bizi gündelik hayatın dışına çıkaran, bize insanlığımızı, makine olmadığımızı idrak ettiren odur. Emin Kâmil’in söyledikleri saçma… İç başka dış başka olmaz. Bunlar bir fikrin iki görünüşünden başka bir şey değildir…”
Ömer başka şeylere dalmıştı ve dinlemiyordu. Nihat kadehini ağzına götürerek “Mamafih Emin Kâmil’den pek ayrılan tarafınız yok!” dedi. “Bilhassa işi derhâl ciddiye alıp felsefesini yapmak hususunda müştereksiniz… Hâlâ bizim Ömer’i öğrenemediniz. Küçük bir şey onu muazzam heyecanlara götürebilir. Küçük bir yaprağın arkasında bir dünya gördüğünü zanneder de koca dünyayı görmeden yaşar. İçinde bir türlü aslını öğrenemediği bir kâinat bulunduğuna kanidir.”
Sonra Ömer’e dönerek ilave etti:
“Hayata, realiteye, menfaatlerine döndüğün zaman içinde ne şeytan kalacak ne peygamber… Vücudunun ve ruhunun ne kadar basit bir makine olduğunu öğren, istediklerini tayin et ve bunlara doğru azimle ilerlemeye başla… Göreceksin!”
Ömer başını salladı:
“Hiçbirinizi anlamıyorum. Verecek cevap da bulamıyorum. Fakat yanılmadığıma eminim: Bizi istemediklerimizi yapmaya çeken bir kuvvet var, bu muhakkak. Bizim daha başka, daha iyi olmamız lazım… Bu da muhakkak… Bunu nasıl birleştirmeli, bunu bilmiyorum…”
Nihat güldü:
“Ömrünün sonuna kadar öğrenemeyeceksin…”
Meyhane boşalmıştı. Üçüncü kadehten sonra eğri başı sallanmaya başlayan İsmet Şerif’le sinirli hareketleri daha çoğalan Emin Kâmil, hararetli bir münakaşaya dalmışlardı. Birbirlerinin sözünü ret mi kabul mü ettikleri belli değildi. Her ikisi de büyük manalı kelimeler, girift cümleler kullanıyorlar, sözlerinin muayyen yerlerinde durarak yaptıkları tesiri kontrol ediyorlar, bazen de aynı zamanda söze başlayarak birbirlerini dinlemeden söyleniyorlardı. Ömer münakaşanın neye dair olduğunu anlamak istedi, kulağına gelen, “idrak”, “tefekkür”, “kıstas”, “sistem”, “şuur” gibi yüksek tabakadan kelimelere, “kalıbımı basarım”, “fikir çığırtkanları”, “politika tellalı”, “mefkûre bezirgânı” gibi münevver argosu numunelerinin karıştığını fark etti.
“Ya Rabbi… Bu adamlar ne kadar kendilerini tekrarlıyorlar!” diye mırıldandı.
Nihat “Ne dedin?” diye sordu.
Kafasından geçen her şeyi arkadaşına açmaya alışmış olan Ömer bu sefer ilk defa olarak düşündüklerini ona söylemeyi lüzumsuz buldu ve başını sallayarak “Hiç… Farkında değilim!” dedi.
Karşılarındaki altı köşeli tahta duvar saati on biri gösteriyordu. Ömer şapkasını yakalayarak “Ben şimdi geliyorum!” dedi ve sokağa fırladı. Hızlı adımlarla Laleli’ye kadar geldi, burada sağa dönerek yangın yerleri ve tek tük evlerin arasından geçen bozuk bir sokaktan Şehzadebaşı’na doğru yürüdü.
Meyhanede kalan Nihat, yanındaki gazeteciye telaşla sordu:
“Yahu, bu akşamki masraf senden değil miydi?”
Öteki ağırlaşan göz kapaklarını ve başını kaldırmaya uğraşarak evet makamında başını salladı.
Nihat derin bir nefes aldıktan sonra “Bizim deli oğlan ne diye kaçtı öyleyse?” diye mırıldandı.
VII
Emine teyzelerin kapısını çaldığı zaman saat gece yarısına yaklaşmış bulunuyordu. Evin sokak üstündeki odalarının hepsi karanlıktı. Yalnız kapının üstündeki camekândan hafif bir ışık vuruyordu. “Herhâlde sofada oturanlar var!” dedi.
Belki bir seneden beri uğramadığı bu akrabalarını böyle münasebetsiz bir saatte yoklamak kendisine pek garip gelmiyordu. Eskiden beri, hatta lisede okuduğu zamanlarda bile, mektebe dönemeyecek kadar geç kalınca buraya gelir, emektar hizmetçi Fatma’nın boş odalardan birine serdiği yatakta çocukluğunu hatırlatan rahat bir uyku uyur ve sabahleyin de ekseriya kimseye görünmeden çıkardı.
Bu sefer buraya gelmek kararını ani olarak vermişti. Meyhanede konuşulanlar ona anlatılamayacak kadar boş ve soğuk görünüyordu. Bu âlemden tamamıyla ayrı, daha olduğu gibi, daha toprağa yakın bir muhite gitmek arzusunu duydu. Teyzesinin sonradan görme evinin aradığı yer olmadığını biliyordu. Fakat onu buraya asıl çeken sebebi kendine bile itiraf etmek istemiyordu.
Kapıyı her zamanki gibi Fatma açtı. Otuz seneden beri bu evin kahrını çeken ihtiyar kız, mutfak kokan elbiseleri, daima gülümseyen gözleri ile karşısındaydı. Ömer’i görünce duyduğu samimi sevinç her hâlinden belli oluyordu.
“Buyur bakalım küçük bey… Daha yatmadılar…” dedi. Sonra “Sorma… Bu akşam vaziyet fena… Ama kendileri anlatsınlar, buyur!” diye yol açtı.
Ömer birkaç ayak merdiveni çıkınca muşamba döşeli sofada Galip amcayı ve Emine teyzeyi buldu. Galip Efendi uyukladığı yerden doğrularak misafiri güler yüzle karşılamaya gayret ediyor, Emine teyze ise başındaki beyaz çatkısı ve kızarmış gözleriyle “Gel bakalım, gel Ömerciğim… Sorma başımıza gelenleri!” diye sızlanıyordu.
Ömer derhâl meseleyi anladı:
“Söylediniz mi?” dedi.
“Söyledik… Söyledik… Zaten biz söylemesek de o anlamaya başlamıştı. Bu akşam boynuma sarıldı. ‘Ben koskoca kızım, ne diye saklarsınız?’ dedi. ‘Beni böyle şüphede bırakmak daha çok üzüyor, Allah aşkına ne varsa söyleyin.’ dedi. Ant verdi. Ben de ağzımdan kaçırdım. Kendimi zapt ederim diyen kızı bir göreydin! Yürekler acısı! Bağıra bağıra minderlere serildi. Sonra bir tesellimizi bile dinlemeden kaçtı, yukarıya odasına gitti, kapıyı arkasından kilitledi. Elektriği söndürdü. Biraz sonra da sesi kesildi.”
Ömer telaşla sordu:
“Yanına gidip bakmadınız mı?”
“Bakmaz olur muyuz?.. Ama dedim ya, kapıyı kilitledi. Haydi bende bir telaş. Acaba canına mı kıyacak diye ödüm koptu. Kapıyı yumrukladım. ‘Teyzeciğim, beni rahat bırakın, azıcık başım dinlensin, uyuyayım!’ diye cevap verdi. Ne bileyim ben, acayip bir kız. İnsan böyle dertli zamanında dert ortağı arar, hâlbuki o kaçacak yer arıyor.”
Elini tekrar yaşaran gözlerinde gezdirdi:
“Benim de sinirlerim ayaklandı. O zamandan beri başım çatlıyor. Ne de olsa baba ölümü… Ama elden ne gelir…”
Galip Efendi “Merhumun vaziyeti de bir hayli kötü idi…” diye mırıldandı.
Emine teyze ona, böyle yaslı zamanlarda bile “vaziyet” düşündüğü için kızdığını anlatan bir bakış fırlattı.
Ömer bu anda zavallı kıza sahiden acıdığını hissetti. Dört sene evvel ölen kendi babasını hatırladı. İstanbul’da leyli15 mekteplerde geçen ömrü, babasını adamakıllı tanımasına mâni olmuştu. Ona aydan aya para yollayan ve tatillerde evine gidilen biri nazarıyla bakmaya alıştığı hâlde ölüm haberi kendisini adamakıllı sarsmıştı. İnsan oturduğu odanın duvarlarından biri yok oluvermiş gibi bir noksanlık, bir çıplaklık duyuyor, bir gün evveline kadar kolumuz, bacağımız gibi pek tabii surette mevcut olan bir şeyin birdenbire hiç olmasına inanmak istemiyordu.
Ömer düşünceli bir tavırla “Bari tahsili yarım kalmasa!” dedi.
Galip amca derhâl uykusundan fırlayarak cevap verdi:
“Bakalım vaziyetleri müsait olacak mı!”
Emine teyze biraz evvelki bakışını tekrarladı ve kocasının eski hovardalığının ve bir eşrafa yakışan eli açıklığının zamanın tesiriyle nasıl silinip yerini manasız bir hasisliğe bıraktığını bir daha düşündü. Emine Hanım olmasa eve gelen misafirlere, hemşehrilere bir lokma yemek bile çıkarılmayacaktı. Fakat o bütün kuvvet, bütün iradesiyle bu korkunç anı biraz daha geri itiyor, “Ben kan tükürürüm de kızılcık yedim derim. Misafire ikramda kusurum olacağına evcek oruç tutarız daha iyi!” diyordu. Mamafih henüz evcek oruç tutulduğu da yoktu.
İçtiği rakılar Ömer’e garip bir ağırlık vermişti. Birkaç defa esnedi. Bir kenarda diz üstü oturan Fatma yerinden fırladı:
“Yukarıda yatağınız hazır küçük bey!..”
Ömer gerinmeye çalışarak “Gideyim öyleyse!” dedi ve kalktı.
Emine teyze sitemli bir eda ile “Sakın gene bize görünmeden gitme… Bu sefer darılırım!.. Allah rahatlık versin!” dedi.
Ömer tahta ve gıcırtılı merdiveni çıkarak sokak üstündeki küçük odaya girdi. Yere serilen büyük bir yatak, odanın ortasını kaplıyordu. Elektriği açmak için düğmeyi aradı, sonra vazgeçti. Tam pencerenin önünde yanan sokak lambası odayı tamamıyla aydınlatıyordu.
Kapıya yakın bir iskemleye çöktü. Başı ağrımaya başlamıştı, içinde sebepsiz bir üzüntü vardı. Gözlerini etrafta gezdirdi.
Eskiden tanıdığı bu odada hemen hemen hiçbir şey değişmemişti. Yayları çökmüş bir kanepe ile gıcırdayan dört iskemleden ibaret ucuz, fakat aşırı derecede fantezi oda takımı eski yerini muhafaza ediyordu. Yerde aynı eski, fakat güzel Uşak halısı, pencerenin yanındaki sedirde aynı patiska örtüler ve ot yastıklar, duvarda aynı “besmele” levhası ve bir köşede küçük bir masanın üzerinde aynı portatif gramofonla yırtık kılıflı plaklar duruyordu.
Ömer bu karmakarışık eşya içinde daha çok sıkıldı. Sonra kederine rağmen gözlerinin sürmesini ve yanaklarının allığını unutmayan teyzesiyle şimdi herhâlde odasında gamsız bir uyku uyuyan şişman teyzezadesini, Semiha’yı düşündü ve onların buraya ne kadar uyduklarına şaştı. Onlar da bu oda gibi, bütün evleri gibi henüz nereye ait olduklarını bulamamışlardı. Onların içinde de besmele levhasıyla Sonya plağı yan yana duruyordu.
Oturduğu iskemleden kalkarak pencereye gitti, camı açtı. Serin bir bahar gecesiydi. İçeri giren soğuk havanın başındaki ağrıya faydası olacağını ümit etti.
Şehrin ışıklarının kızarttığı gökyüzünde tek tük bulutlar koşuşuyor, birkaç sokak öteden tramvay tekerleklerinin gıcırtısı geliyordu. Gözlerini karşıya çevirince senelerden beri orada duran ve büyük bir konak bahçesini çeviren yüksek duvarların hiç değişmeden aynı yerde yükseldiklerini gördü ve hayret etti. Hayatında her şey o kadar çabuk değişiyordu ki, aradan bir müddet geçtikten sonra gene aynı hâlde kaldığını gördüğü eşya onu şaşırtıyor ve üzüyordu.
Başının içindeki düşünceler, tıpkı şu gökyüzündeki seyrek bulutlar gibi daimî bir hareket hâlinde, şekilsiz ve elle tutulamayacak kadar dağınıktı. Fakat yavaş yavaş daha çok derlenip toplandılar, birtakım hatıralar, istekler, ihtiraslar, ümitler hâlinde birbirini kovalamaya devam ettiler.
Bu sırada kendi kendine bir şeyler söylendiğini fark etti, bütün gayretine rağmen ne söylediğini hatırlayamadı. Kafasında onun iradesine tabi olmayan bir merkez işliyor ve o dikkatini buraya çevirmek isteyince derhâl sisler içinde kayboluyordu. Başını pencerenin tahtasına dayadı. Gözleri yarı kapalıydı. Karşı konağın bahçesindeki birkaç ağacın duvarı aşan dalları bir bacadan fışkıran duman gibi yumuşak hareketlerle gecenin içinde sallanıyordu. Bir an için tramvay gürültülerinden, elektrik ışığından ve geceden uzaklaşıp yeşil ve aydınlık bir yere doğru sürüklendiğini hissetti. Kavak fidanları arasında ve dar bir yolda gidiyor, sağ tarafında bir adım genişliğindeki bir arktan köpüklü sular akıyordu. Sol tarafında aşağıya doğru uzanan hafif bir sırt ve bunun üzerinde, etrafı böğürtlen ve yaban gülü çitleriyle sarılmış bağlar vardı. Çömelmiş insanlar gibi duran kütükleri ve üzerlerinde kırmızı meyveleriyle kiraz fidanlarını gayet iyi görüyordu. Bir müddet sonra yol kısa bir yokuşa geldi. Şimdi iki tarafındaki ağaçlar ve çalılar etrafı göstermeyecek kadar sıklaşmış ve yükselmişti. Yokuşun sonunda genişçe bir meydan vardı. İri ceviz ve karaağaçlar gökyüzünü tamamen kapatıyor ve yaprakların arasından sızan ışıklar, meydanın bir kenarındaki küçük bir havuzu daima değişen bir mozaikle süslüyordu. Geldiği yolun kenarından akan su demek buradan çıkıyordu. O tarafa yürüdü. Havuz yosunlu ve sarmaşıklı kayaların altında kayboluyordu. Etrafta yaprakların hışırtısından ve havuzun dibinden, kumlar arasından çıkan su habbeciklerinin tatlı şıpırtısından başka bir ses yoktu…
Bir tramvay tekerleğinin acı feryadı onu sıçrattı. Bir anda müthiş bir merak ile yanmaya başladı: Bu manzarayı, bu yeşil yolu ve kayaların içinden fırlayıp tabii bir havuz vücuda getiren suyu nerede görmüştü? Bütün hafızasını topladı. Çocukluğundan beri gezdiği yerleri, kafasında yer eden güzel manzaraları gözünün önüne getirmeye uğraştı. Burasını bir türlü hatırlayamıyordu. Neredeydi? Dursunbey ormanlarından Kaz Dağı çamlıklarına ve pınarlarına kadar her yeri araştırdı. Arabayla ve yayan gezdiği yerleri düşündü. Bu ağaçlı yolda yalnız mıydı, yanında başkaları da var mıydı? Bunu da hatırlamıyordu. Kafasını çatlatırcasına işletti. Gözünün önünde bu kadar teferruatla canlanan yerler bir hayal değildi. Buraları muhakkak gördüğünü biliyordu. Ama ne zaman?.. Acaba rüyalarımdan birinde mi gördüm, dedi. Hayır, bu rüya filan değildi. O yoldan geçmiş, kiraz ağaçlarını ve bağ kütüklerini gözleriyle görmüştü… İçinde orayı tekrar görmek için müthiş bir arzu uyanıyor, fakat neresi olduğunu hatırlamayarak çaresizlik içinde kıvranıyordu.
Bu muvaffakiyetsizlik canını sıkmıştı. Gözlerini tekrar odaya çevirdi. Bu hâl çok kere başına geliyordu: Bir kitap okurken oradaki birkaç satırı tanır gibi oluyor, fakat nerede, nasıl öğrendiğini hatırlayamıyordu. Yahut birisine bir şey söylerken kafasının içindeki bir yer, ona bu mükâlemeyi aynı şahıslar ve aynı kelimelerle bir başka zaman gene yapmış olduğunu fısıldıyor ve Ömer sözlerini unutarak bunu araştırmaya başlıyordu. Birkaç kere bunları rüyalarında gördüğünü zannetmek istedi. Belki garip bir kuvvet ona bazı hadiselerin daha evvelden rüyasını gösteriyordu. Sonra bu düşünceyi gülünç buldu. Fakat birtakım hadiselerin, hayatında ilk defa yaptığı bazı işlerin ve söylediği veya duyduğu bazı sözlerin ona yabancı olmadığı da muhakkaktı. Bunları tayin edemediği bir zamanda, fakat her hâlde yaptığını, gördüğünü veya duyduğunu biliyordu.
Başını yorgun bir hâlde patiska örtülü ot yastığa dayadı. Evin içi sessizdi. Gözlerini kapayarak hayalinde bütün odaları dolaştı.
Fatma herhâlde aşağıdaki muşamba döşeli sofaya yatağını sermiş ve o hafif uykusuna dalmıştı. Topukları çatlamış ayaklarından biri yorganın kenarından dışarı çıkmıştı. İş görmekten büyüyen ellerini, kimse dokunmadan küçülen ve pörsüyen memelerinin üstünde kavuşturmuştu. Siyah saçları kirli yemenisinden fırlayarak yastığa dağılıyordu. Göğsü sükûnetle inip kalkıyor ve düşünmeyi unutan kafası belki de, yedi yaşından beri görmediği anasıyla babasına ait rüyalarla meşgul olarak, işleme kabiliyetini büsbütün kaybetmemeye çalışıyordu.
Alt katta bahçe üstündeki odada uyuyan Emine teyze ile Galip amcanın yatışlarını tasavvur etmek pek hoş değildi. İki kocaman yağ kütlesi hâlinde somyayı çökerten vücutlar birbirine arkasını dönmüştü. Galip amcanın beyaz ve önü işlemeli entarisi beline toplanmış ve sedef düğmeli pazen donunun bir parçası dizine kadar sıyrılmıştı. Emine teyze gerdanının kıvrımları arasında beliren hafif ter damlacıkları ve gözlerinin kenarından taşan sürme ve çapaklarla uyuyordu. Her ikisi de üzüntülü rüyalar görüyordu. Galip amcanın horultusu, karısının dudaklarından mı burnundan mı çıktığı belli olmayan bir ıslığa karışıyordu.
Yukarıda, gene bahçe üstünde bir odada şişman, fakat genç vücuduyla Semiha yatıyordu. Kumral ve düz saçlarını işlemeli yastığa sermiş, bir elini yanağının altına, ötekini göğsüne koymuştu. Beyaz ve tombul bacakları, gerilmiş ve birbirinden ayrılmış olarak patiska çarşaflara sarılıyordu. Endişesiz kafasından belki otomobilli kocalar, ipekli elbiseler, bir yerde saç kıvırtmak rüyaları geçiyordu.
Ömer’in yanı başındaki odada ise…
Ömer evin bütün odalarına hayalen yaptığı bu gezintinin sırf buraya varmak için olduğunu kendisine itiraf etmek istememişti. Fakat şimdi anlıyordu ki, meyhaneden kalkıp gece yarısı buraya gelişinin sebebi de budur. Sabahleyin vapurda, kızı ilk defa gördüğü zaman hissettiği şeyler kafasından bir kere daha geçti.
“Aptal Nihat… Beni neredeyse olduğumdan başka türlü yapacak!..” diye söylendi. O zamana kadar aklından ve kalbinden geçen her şeyi olduğu gibi ortaya dökmekten bir nevi gurur ve zevk duymaya kendini alıştırmıştı. Bu, ona nefsine olan itimadının bir ifadesi gibi geliyordu.
Bu sefer de başka türlü hareket etmek için hiçbir sebep olmadığını düşündü. “İsmi neydi? Macide, evet Macide!” dedi. “Pek de güzel bir isim değil. Herhâlde babası bir memur çocuğunda duydu ve kızına bu adı verdi. Ne olursa olsun, ismine rağmen yarın onu görürsem kendisine deli gibi âşık olduğumu söylerim…”
Macide’yi hayalinde canlandırmaya çalıştı. Yüzünü bir türlü tamamıyla bulamıyordu. Yalnız tramvaya binmek için yanından ayrıldıkları zaman nasıl tatlı bir yürüyüşle ve bir kere bile arkasına bakmadan uzaklaştığını ve bir de siyah, kıvırcık saçlarıyla ince omuzlarının arasında ancak iki parmak kadar görünen harikulade güzel boynunu hatırladı. Gözleri ne renkteydi? Göze çarpan bir teni ve çenesi olduğu muhakkaktı, fakat ağzının ve dişlerinin şekli nasıldı?
“Nasıl olursa olsun!.. Bir benzerini bütün hayatımda görmediğim bir mahluk. Yarın… Yarın…”
Kendisi böyle hodbin tasavvurlarla uğraşırken zavallı kızın kim bilir ne hâlde olduğu aklına gelince utandı.
Belki soyunmuş ve yatağına uzanmıştı. Belki de elbiseleri ile odanın bir köşesine büzülmüş oturuyordu. Fakat herhâlde uyanıktı. Belki şu anda gözleri gökyüzünde koşan aynı buluta dikilmişti. Genç kız göğsünün içinde kalbi kim bilir nasıl burkularak atıyordu.
Ruhları insana yabancılardan daha uzak olan böyle akrabaların evinde on sekiz yaşında bir kızın gece yarısı karanlık bir odada yapayalnız uyanık durması ve iki saat evvel öğrendiği acıklı hakikatle mücadeleye çalışması hazin bir şeydi. Ömer böyle zamanlarda insanın nasıl aptallaşarak etrafında dert dökecek birini aradığını biliyordu.
“Yarın onu teselli etmeye çalışırım!” dedi. Fakat bu anda ne kadar bayağılaştığını görünce yüzünü buruşturdu.
Ona nasıl içini açacağına, onun nasıl tatlı ve muvafık cevaplar vereceğine dair hayaller kurmak isteyen kafasıyla mücadele etmeye başladı. Bu ana kadar olan tecrübeleri, hayalinde yaşattığı hadiselerin asla vaki olmadığını ona öğretmişti. Bunun sebebini emellerinin genişliğinde ve imkânsızlığında değil, talihin düşmanca oyununda buluyordu. Onun için bu sefer hiçbir şey düşünmemek istedi. Kızın kendisine nasıl müsait davranacağını tasavvur ederse yarın muhakkak aksiyle karşılaşacağına emindi. Hâlbuki bu sefer, her zamankinin zıddına olarak hayallerine değil, hakikate, kızın yarın sahiden alacağı vaziyete ehemmiyet veriyordu. Bunun müspet olmasını temin için şimdi menfi şeyler düşünmek gibi bir hileye sapmak istedi. Fakat saatlerden beri dört tarafa koşmaktan yorulan ve rakının tesirini henüz muhafaza eden dimağı yavaş yavaş sislendi ve Ömer açık pencerenin önünde, başı ot yastıklarda uyuyakaldı.
VIII
Daha ortalık aydınlanmadan uyandı. Karşı konağın bahçesindeki ağaçların arkasında hafif bir beyazlık başlamıştı. Vücudunu hareket ettirdi. Biraz boynu ağrıyordu. O da yastıkta rahatsız yatmaktandı. Gecenin serinliği genç adalelerine tesir edememişti. Yalnız yüzünde ve ellerinde hoş olmayan bir yaşlık vardı. Cildinin uyku esnasında çıkardığı ifrazdan mı yoksa havanın rutubetinden mi geldiğini bilmediği bu ıslak tabakayı mendiliyle sildi. Aynı mendille uzun uzun gözlüğünü de temizledi. Herkes uykuda iken musluğa gidip gürültü yapmak istemiyordu. Oturduğu yerden ayrılmak da hoş bir şey değildi. Karşı bahçede cinsini anlayamadığı bir sürü kuş cıvıldayıp duruyordu. Yaprakları henüz minimini olan ağaçlar tatlı bir rüzgârın tesiriyle kımıldanıyorlar ve duyulur duyulmaz bir ses çıkarıyorlardı. Gökteki yıldızların teker teker söndüğünü görmek fevkalade güzel bir şeydi. Kirli ve yosunlu kiremitlerin gitgide artan bir ışık altında nasıl canlanıp hareket eder gibi olduklarını, ağaçlardan ve çatılardan yükselen tül gibi bir buğunun nasıl bu aydınlığın içinde eriyip kaybolduğunu görmek insana cesaret veriyordu.
Ömer “İlkbahar gibi bir mevsimi olan bu dünya, üzerinde yaşanmaya değer… Ne olursa olsun…” diye mırıldandı.
Yavaş yavaş sokaklarda hareket başladı. İlk tramvayların o feci gıcırtıları dalga dalga etrafa yayıldı. Birkaç evin bahçesinden takunya ve tulumba sesleri geliyordu. Sokağın biraz ilerisindeki hâlâ kafesli evlerden birinin camı gürültüyle yukarı sürüldü. Bir otomobil, homurdanarak geçti ve tramvay caddesine çıktı…
Ömer yalnız bu akrabalarının, yalnız onların evinin değil, bu şehrin de yamalı bir şey olduğunu düşündü. Tabiatla teknik, yüz sene öncesiyle bugün burun buruna gidiyordu. Güzelle yapmacık, lüzumlu ile özenti birbirine sürtünerek yaşamaktaydı.
Bu arada alt kat sofasında ayak tıpırtıları oldu. Herhâlde Fatma kalkmış, kahvaltı sofrası hazırlıyordu. Ömer aynanın önüne giderek boyun bağını ve saçlarını düzeltti. Biraz daha bekledikten sonra muslukta yüzünü ıslatmak ve kana kana bir su içmek istiyordu.
Yanındaki odada sesler duyuldu. Kapı açıldı. Ömer derhâl yerinden fırladı. Hiçbir şey düşünmeden süratle sofaya çıktı. Macide elinde havlusu ile apteshane aralığındaki musluğa girmişti. Yarı aralık duran kapıdan beyaz geceliği ve dağınık saçları görünüyordu.
Ömer derhâl “Demek soyunmuş ve yatmış!” dedi. Sanki elbiseyle sabahlamak matem icabı imiş gibi bunu biraz garip buldu.
Macide yüzünü yıkamış, kurulayarak çıkıyordu. Ömer şaşkınlıkla etrafına bakındı ve kendi kapısının yanındaki iskemlenin arkalığına bırakılmış olan küçük ve pembe havluyu alarak elinde kıvırmaya ve sallamaya başladı.
Başını kaldıran genç kız evvela tanıyamamış gibi karşısındakini süzdükten sonra gayet lakayt bir tavırla “Siz misiniz? Bonjur!” dedi.
Ömer kıvırıp iki kat ettiği havlu ile sağ dizini dövüyordu. Küçük bir çocuk gibi heyecanla “Evet, benim… Geç vakit geldim… Siz yatmıştınız… Yani erken çekilmiştiniz, göremedim… Geçmiş olsun… Şey, yani başınız sağ olsun…” dedi.
Macide’nin gitmek için bir hareket yaptığını görerek acele acele konuşuyor, onu bir müddet daha orada tutmak istiyordu. Genç kızın geceyi uykusuz geçirdiği muhakkaktı. Gözleri şiş ve kırmızı, yüzü sapsarı ve düşkündü. Ömer onun yatıp uyuduğunu düşünmekle biraz evvel haksızlık ettiğini gördü. Bir taraftan da karşısındakini baştan aşağı süzüyordu. Uzun ve beyaz bir gecelik giymiş olan Macide, daha uzun boylu ve ince duruyordu. Kırmızı kadife terliği ile entarisinin eteği arasında kalarak görünen dört parmak genişliğindeki ayağı fildişi gibi beyaz, düz ve hareketsizdi. Omuzlarını örten kıvrımlar arasından fırlayarak iki yanına uzanan kolları da hareketsiz ve beyazdı. Havluyu tutan elinin üst tarafında, bileğinden parmaklarına doğru yelpaze şeklinde dağılan ince ve belli belirsiz mavi damarlar vardı. Kesik kıvırcık saçları kulaklarının arkasına atılmıştı ve ıslak tarafları yer yer parlıyordu.
Ömer söyleyecek başka bir şey bulamadı. Kızın gecelik kıyafetiyle, fakat hiç sıkılmadan ve gayritabii bir telaş göstermeden karşısında duruşu ve cesaretli gözlerle bakışı onu büsbütün şaşırtıyordu. Macide yapmacık bir heyecanla kızarmaya, şurasını, burasını örterek kaçmaya kalksa Ömer belki “Ne o, küçük hanım…” diye başlayan harcıâlem şakalar yapacak ve yüzsüzleşecekti. Fakat karşısındaki kendisinden daha tabii, yani daha kuvvetliydi.
Ömer bir yutkundu ve “Evet… Çok üzüldüm. Başınız sağ olsun!” dedi.
Macide, gene aynı lakayt tavrıyla, fakat hiç nezaketsiz olmayarak “Teşekkür ederim.” dedi ve odasına girdi.
Ömer de kendi odasına girmek için döndü, fakat o zaman dışarı çıkışının ne kadar gülünç olacağı aklına gelerek musluğa gitti, gözlüğünü bir eline aldı, öteki eliyle yüzünü biraz ıslattı ve avcunda bir tura gibi bükülmüş duran havluyla kuruladı. Ağzı büsbütün kuruduğu hâlde su içmeyi unutmuştu. Odasında bir müddet ayakta kaldı. İçinde her şeyi daha fena yaptığına, genç kızın karşısında gülünç ve zavallı bir hâl aldığına inanan bir taraf vardı.
“Tuu Allah belasını versin. Ne kadar salaklaştım. Galiba kıza da yiyecek gibi baktım. Belli etmedi ama muhakkak fena hâlde içerlemiştir. Ben kız olsam benim tipimde erkeklerden istikrah ederdim.” diye söylendi.
Gidip sedire oturamıyor, küçük odada aşağı yukarı dolaşmak istese bununla telaşını ispat edeceğini, belki de bitişik odadan duyulacağını düşünüyor, kararsızca ortada dikilip kalıyordu. “Hayat sahiden yaşanmaya değmeyecek kadar küçüklükler ve bayağılıklarla dolu!..” diye mırıldandı. Sonra “Adam sen de!” diyerek geriye döndü, dışarı çıktı ve merdivenlerden alt kata, sofaya indi.
Beyaz muşamba örtülü sofra hazırlanmıştı.
Fatma ıslak ellerini birer birer yanlarına kurulayarak bahçe tarafından geldi. Bir elindeki emaye kapta iri yeşil zeytin taneleri vardı. Bunu masanın üzerine, gömeçli bal tabağının yanına koydu ve “Siz oturun beyim… Bizimkiler kalkarlar!..” dedi.
Ömer bugün de ev halkını görmeden gideceğini, mamafih onların buna gene darılmayacaklarını düşündü. Yalnız “Eniştem gitti mi?” diye sordu.
“Hayır… Daha kalkmadı!”
Demek Galip Efendi de artık işlerin yakasını bırakmıştı. Yağ İskelesi’ndeki dükkâna sabah namazından evvel gitmenin bir faydası olmadığını nihayet o da anlamış ve on altı yaşındaki çırağın namusuna güvenerek sabah uykusu kestirmeyi daha akıl kârı bulmuştu.