
Seçme Hikâyeler
Ömer Seyfettin, bazı hikâyelerini kaynağından aldığı gibi (“Başını Vermeyen Şehit”) aktarmıştır.7 Bazı hikâyelerinde de kaynaktaki olayı kendi isteği doğrultusunda (“Teselli”) değiştirmiştir. Ömer Seyfettin aynı hikâye için, bazen bir kaynaktan değil birkaç kaynaktan faydalanmıştır. Bazı hikâyelerinde de (bilhassa “Forsa”da hikâyenin içindeki vakalar tamamen tarihî gerçeklere uygun olmasına rağmen, kahramanların adlarının değişik olmaları, hikâyeye hayalî bir hava vermektedir. Tarihî hikâye ve roman yazan sanatçı, halk arasındaki rivayetler ile kesin vesikalara dayanmayan menkıbelerden de istifade edebilir. Ömer Seyfettin’in “Başını Vermeyen Şehit” hikâyesinde olduğu gibi. Kaldı ki bu menkıbedeki Deli Mehmet’in mezarının yeri bile bellidir8
Ömer Seyfettin, hikâyelerinin başına; atasözleri, vecizeler veya tarihten alınmış kısa cümleler yazmaktaydı. Bu, onun alışkanlık hâline getirdiği bir özelliğidir. Bu alışkanlıkla, okuyucunun ilk bakışta hikâyenin konusuna intibakını sağlama amacı gütmüş olmalı ki yazar genellikle hikâyelerinde baş tarafa yazdığı bu sözlerin doğruluğunu ispata çalışmıştır. Hikâyelerin baş tarafına alınan sözlerin bir başka faydası da hikâyelerin kaynaklarını doğru olarak tespitimize yardımcı olacak bilgileri işaret etmesidir. “Kızılelma Neresi?”9 ve “Başını Vermeyen Şehit” hikâyelerini buna misal olarak verebiliriz.
“Her memlekette olduğu gibi bizde de milliyet, fikir ve duyguların kuvvetlenmesi, aydın kesimin millî kültüre sahip olabilmesi için başvurulan çarelerden biri de sanatkârların millî destanlardan, halk hikâye ve masallarından faydalanarak eserler yazmalarıdır. Maziyi canlandıran bu eserler, o milletin geçmişteki hayatını yeni nesillerin gözleri önüne sermek, onların millî duygu ve kültürlerini kuvvetlendirmek, maziye bağlılıklarını ve geleceğe uzanmalarını sağlama10 bakımından şüphesiz en verimli hizmetlerden birini yerine getirmektedirler.” Bu sebepledir ki milli edebiyatın öteki yazarları (Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Ahmet Hikmet Müftüoğlu) gibi Ömer Seyfettin de millî destan devrine yabancı kalmamış; Türk destan ve menkıbelerinden faydalanarak “Ergenekon’dan Çıkış”, “Kırk Kız”, “Köroğlu Kimdi” ve “Altun Destan” başlıklı şiirlerini yazmıştır. Ömer Seyfettin’in millî destanlarımızdan aldığı ilhamları tarihî hikâyelerini yazarken de malzeme olarak kullandığını görürüz. Zaten tarihî hikâyelerin destan özelliği taşıdığını “Kaç Yerinden?” hikâyesinin girişinde Ömer Seyfettin’in kendisi de açıkça belirtiyor11.
“O ne? Yazdığın roman mı?”
“Değil.”
“Ya ne?”
“Birkaç destan.”
“Harbe dair mi?”
“Eski kahramanların hayatına dair.”
Ömer Seyfettin, millî destanlarımızın yanı sıra 1918 yılında “İlya-da”, 1919 yılında da “Kalevela” tercümelerine başlar. Bu tercümeler ile uğraştığı yıllarda yazdığı hikâyelerin çoğu tarihî hikâyelerdir. Bu bakımdan Ömer Seyfettin’in tarihî hikâyelerinde yabancıların destanlarının da tesirleri olmuştur. Bu tesiri “Teke Tek” hikâyesinde en bariz şekilde görmek mümkündür.
Birçok yazarımız eserlerinde masal ve destan unsurlarını kullanmıştır. Ancak bu unsurların, yazarlarımızın eserlerinde farklı şekillerde kullanıldıklarına şahit olmaktayız. O hâlde, bu konuda bizim yapacağımız, bulduğumuz bu unsurların yazarlarımız tarafından hangi fonksiyonlar içinde kullanıldığını da araştırmaktır. Ömer Seyfettin, bu motifleri genellikle alışılmış fonksiyonlarıyla kullanmıştır. Bunun en belirgin örneğini de “rüya” motifinin kullanılışında görüyoruz.
Ömer Seyfettin hikâyelerini yazarken halk edebiyatı mahsullerinden de faydalanmak istemiş; hatta arkadaşı Ali Canib’in annesine halk masalları anlattırarak bunlardan konular çıkartmaya çalışmıştır.12
Ömer Seyfettin bazı hikâyelerinin konularını bizzat kendi hayatından almıştır (“Ant”, “Falaka”, “Kaşağı”vs.). Bazen de hiç farkında olmadan hatıralarını hikâyelerinde vermiştir. Ömer Seyfettin zaman zaman kahramanların yerine geçmiş; kendi fikirlerini kahramanlarına söyletmiştir: “Pembe İncili Kaftan”daki Muhsin Çelebi’yi, “Diyet”teki Koca Ali’yi ve “Efruz Bey”de dil üzerine nutuk çeken kahramanı örnek olarak verebiliriz. Ömer Seyfettin’in kendine yöneltilen suçlamalara zaman zaman hikâyelerinde de cevap verdiğini görüyoruz. Mesela, onun, Harbiye Nazırlığının açtığı “Harp Edebiyatı Kampanyası”na katılışının para kazanmak için olduğunu söyleyenlere “Pembe İncili Kaftan” hikâyesindeki Muhsin Çelebi ağzından verdiği cevap oldukça anlamlıdır:
“Mademki bu bir fedakârlıktır ücretle olmaz. Hasbi olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp ücret falan istemem. Fahri olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!”
Ömer Seyfettin, çoğu hikâyesinde (“Kurbağa Duası”, “Türbe”, “Beynamaz”, “Keramet”, “Kesik Bıyık”, “Büyücü”, “Diyet”vs.). İslamiyeti yanlış yorumlayanlara çatmış; Müslüman-Türk’ü İslamiyeti doğru değerlendirmeye davet ederken de İslamiyeti yozlaştırmaya çalışanların kimler olduğuna dikkatleri çekmek istemiştir. O, yozlaştırılan müesseseleri hikâyelerinde konu ederken canlı, müşahhas bir tenkit mekanizmasını yapıcı olarak çalıştırmıştır.
Ömer Seyfettin, edebiyatın bütün türlerinde eserler vermiş; en azından vermeye çalışmıştır. Altmışın üstünde şiiri vardır.13 Tiyatro eserleri yazmış; hatta bunlar sahneye bile konmuştur. Roman yazmayı düşünmüş fakat buna ömrü vefa etmemiştir; “Efruz Bey”in bütününü bir arada değerlendirirsek bu serideki hikâyelerini roman türüne dâhil edebiliriz. Birçok dergi ve gazetede makaleleri yayımlanmıştır. Gazetelerde yayımlanan fıkralarının yanı sıra küçük fıkralar da yazdığını görüyoruz.14 “Edebiyattan Enmüzeçler” başlığı altında edebî araştırmaları (“Hamlet”, “Don Kişot vs.) da bulunan Ömer Seyfettin yabancı dillerden tercümeler de (“İlyada” ve “Kalevela” destanları) yapmıştır. Ömer Seyfettin’in eserleri yabancı edebiyatçıların dikkatini çekmiş olacak ki Almanlar, Fransızlar hatta Ruslar bile hikâyelerinden bir kısmını kendi dillerine çevirmişlerdir.
“Ben edebiyatta yalnız sanata kail olmam. Yalnız sanata kail olsam, edebiyatı pek küçük görmüş olacağım. Hâlbuki o benim nazarımda o kadar büyüktür ki…
Cehaletin, nasuti duyguların alçalttığı beşeriyet için onu bir haris addederim. Nazarımda edipler, insanlara, adiliklere karşı nefreti talim edecek mürşitlerdir…” diyen Ömer Seyfettin’in eserlerinden önemli bir kısmının çocukların dünyasına rahatlıkla girmeyi başardığını görüyoruz. Bu durum, Ömer Seyfettin’in de çocuk edebiyatçısı sayılmasını sağlamıştır. Ömer Seyfettin’in eserleri, âdeta çocuk edebiyatı gibi pek çok yayınevi tarafından defaten basılmakta ve çocuklarla buluşması yaygınlaştırılmaktadır. Onun bütün eserlerinin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tavsiye edilmiş olması da önemlidir hiç şüphesiz.
Türkçenin sadeleşmesi meselesi gündeme geldiğinde dilimizin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması sürecinde Ömer Seyfettin “Yeni Lisan” makalesiyle çıkar karşımıza. Yazı dilinde “İstanbul Türkçesi”nin esas alınmasını vurgulayan Ömer Seyfettin “Yeni Lisan” adlı meşhur yazısında ilk başta şunları belirtmektedir;
“Yavaş yavaş millî edebiyat uyanmaya başladı, yani konuştuğumuz saf, sade ve güzel Türkçe ile şiirler, edebî parçalar okumak saadetine nail olduk. ‘Her millet kendi lisanında yaşar.” Lisan vatan kadar mukaddestir. Fiilî vatanımız olan Türkiye’de, nasıl yabancı düşmanlar bulunmasını istemezsek lisanımızda da Türkçeleşmemiş ecnebi kelimeleri, ecnebi kaideleri istemeyiz.”
Ömer Seyfettin’in “Genç Kalemler” dergisi etrafında başlattığı ve daha sora “Türk Yurdu”, “Milli Talim ve Terbiye Mecmuası”, “Türk Sözü”, “Yirminci Asırda Zekâ”, “İnci” dergilerinde ve “İkdam”, Tanin, “İfham” gazetelerindeki yazılarıyla millete mal etmeye çalıştığı dil davası Cumhuriyet Türkiye’sinde de taraftar bulmuştur. Ömer Seyfettin’in dille ilgili görüşlerinin Atatürk tarafından ele alındığını ve uygulamaya konulduğunu görürüz. Atatürk’ün “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.” sözü ve bu doğrultudaki icraatları bunu açıkça göstermektedir.
Ömer Seyfettin’in yayımlanmış ilk yazısı “Yad” adını taşıyan manzumedir (1318 / 1900). Ölümünden iki gün önce “Muayene” (bkz. “Diken” Mecmuası, sayı: 45, 4 Mart 1336 / 1920). ölümünden hemen sonrada “İffet” adlı hikâyesi (bkz. “Diken” Mecmuası sayı: 47. 1 Nisan 1336 / 1920) yayımlanmıştır.
Ömer Seyfettin’in bütün eserleri henüz edebiyat âlemine tanıtılmış değildir. Böyle olmasının en büyük sebeplerinden biri de onun, zaman zaman takma adlar kullanmış olmasıdır; Süheyl Feridun, Ç. Kemal, C. Nazmi, A. H., Tarhan, Şit, Perviz, Enver Perviz, Ayas, N. Nazmi, F. Nezihi, Ömer Tarhan, Feridun, Camasb, C., ?, ??, Ayın (ع) Sin (س), Ayın (ع) Ha (ح), Ayın (ع) Kef (ك), Ayın (ش), Ö. Seyfettin onun kullandığı takma adlardan bazılarıdır.15
Ömer Seyfettin’in hikâyelerini yazış sebebi olarak birtakım tezler ileri sürülmüştür. Ömer Seyfettin bu konuda kendine yöneltilen suçlamaları mühimsememekle birlikte cevapsız da bırakmamıştır. Mesela ülkü arkadaşı Ali Canib’e yazdığı bir mektubunda (14 Teşrinsani 1329) eserlerini niçin yazdığını, amacının ne olduğunu gayet açık bir dille ve hiç tartışmaya yer vermeyecek şekilde belirtmiştir:
“Düşün ki Gustave Flaubert büyük eserini yirmi beş senede yazdı. Biz niçin elli milyon Türk’e (1908’lerde) ruhi gıda vermek idealiyle on sene çalışmayalım!” Ömer Seyfettin “ruhi gıda” derken neyi kastetmişti? Muhakkak ki Bilge Kağan, “Ey Türk titre ve kendine dön!” derken Atatürk “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” derken neyi kastetmişlerse Ömer Seyfettin de aynı şeyi kastediyordu. O da “millî ruh”tan başka bir şey değildi. (Türk milletinin o yıllarda millî ruha dönüş çabasını yabancılar da kabul etmiş olacaklar ki Millî Edebiyat hareketinin başlangıcında Fransa’da yayımlanan bir makale oldukça manalıdır. 16 Ağustos 1912’de “Mercure de France” mecmuasında “Des Turcs ala reçhedyune ame national” başlıklı otuz beş sayfalık Fransızca bir yazı 1913’te “Türk Yurdu” mecmuasında “Türkler Bir Ruh-i Milli Arıyorlar” başlığı altında Türkçeye çevrilmiştir.)
Ömer Seyfettin’i sadece bir edebiyatçı olarak ele alıp incelemek ve ona bu açıdan bakmak, onu eksik tanımak ve tanıtmak demektir. O iyi bir edebiyatçı olduğu kadar -bugün bile inkârı mümkün olmayan görüşleriyle de- iyi bir dilci, yaşadığı devri veren hikâyeleriyle de bir tarihçidir. “Hatta onun için Emile Durkheim çığırından bir sosyologdu diyebiliriz.16 O bunların da ötesinde bir ideal adamıdır. O, ülküsünün gerçekleşmesi için kalemiyle, gerektiğinde kılıcıyla da savaşmasını bilen bir ülkü eri, esareti bile yaşamış bir askerdir.
İşte bu sebeplerden dolayı, o, sadece bir muharrir ve bir hikâyeci olarak tetkik edilirse tamı tamına anlaşılmış ve anlatılmış olamaz. O, Ziya Gökalp’in de dediği gibi “Yepyeni bir cereyanın ta başında bir inkılapçı idi. Bu cereyan dallanarak Türkçülük, halka doğruculuk, millî kültür hareketinin doğmasına sebep oldu.” Ömer Seyfettin’in hikâyeleri bilhassa bu noktalardan tahlil edilmelidir.
Çoğu sanatçı gibi Ömer Seyfettin de sağlığında anlaşılamamıştır. Ona sağlığında hak ettiği saygıyı göstermeyenler, onun düşüncelerinde ne kadar haklı olduğunu ölümünden yıllar sonra dile getirmekten kendilerini alamamışlardır. Ölümünden yirmi iki yıl sonra Yakup Kadri şunları söylüyor17
“Ömer Seyfettin meğer istikbale hitap ediyormuş. Birçoklarımız bunu vaktinde anlayamadık. Ölümünden yirmi şu kadar yıl geçtiği hâlde onun ifadesi terütaze duruyor. Hikâyeleri hâlâ mekteplerde edebî dil numunesi olarak okutuluyor.”
Türkiye’de en çok basılan eserler arasında Ömer Seyfettin’in hikâyeleri olduğu düşünülürse ölümünden 81 yıl geçmesine rağmen bugün de hâlâ onun, her tür okuyucunun sevdiği yazarların başında yer aldığını kesinlikle söyleyebiliriz.
Ömer Seyfettin’in Eserleri
Ömer Seyfettin’in edebî hayatı, otuz altı yıla sığdırılamayacak bir zenginlik göstermektedir. Eserlerinin büyük bir kısmı ancak onun ölümünden sonra kitap hâlinde yayımlanabilmiştir. Hatta her geçen gün Ömer Seyfettin’e ait olduğuna işaret edilen kalem tecrübeleri de gün ışığına çıkartılıp kitap hâline getirilmektedir. Bu sahada en son çalışmayı Prof. Dr. Nazım Hikmet Polat’ın yaptığını biliyoruz.
Bilinen kadarıyla, nazım ve nesirde onun kullandığı takma adlar oldukça çoktur. Onun bu kadar çok müstear kullanmış olması, eserlerinin bir kısmının geç tespit edilmesine sebep olmuştur.
Yıllardır pek çok yayınevi Ömer Seyfettin’in eserlerini yayımlamaktadır. Bu yayımlarda kitapların adlarının konmasında ve kitapların içine alınan eserlerin seçilmesinde tam bir tutarlılık olmadığı da gözlenmektedir. Edebiyat sosyolojisi açısından bakıldığında Türkiye’de en çok basılan ve okunan eserler listesinin galiba ilk on sıralamasının içine Ömer Seyfettin mutlaka girecektir. Onun eserlerinden bir kısmı filme alınmış, televizyonlarda gösterilmiştir. Bir kısım hikâyelerinin de çocuk klasikleri olarak yayımlandığı, hatta bazılarının çizgi roman olarak hazırlanıp basıldığını görüyoruz.
Eserlerin adları ise şunlardır:
A. Tiyatroları:
1- Canlar ve Patlıcanlar
2- İhtiyar Olsam da…
3- Katil Kim
4- Mahçupluk İmtihanı
5- Nasrettin Hoca
6- Telgraf
B. Fikrî Eserleri:
1- Millî Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset
2- Yarınki Turan Devleti
3- Türklük Mefkûresi
4- Vatan! Yalnız Vatan
5- Lisan ve İstimzaç
C. Romanları:
1- Ashab-ı Kehfimiz
2- Efruz Bey
3- Harem
4- Yalnız Efe: Anadolu Romanı
5- Ararken
6- Sultanlığın Sonu
7- Foya
Ç. Hatıraları:
Hatıraları “Balkan Harbi Ruznamesi” adıyla ve “Günlük” adıyla zaman zaman yayımlanmıştır.
D. Hikâyeleri:
Değişik adlar altında kitaplar hâlinde hâlâ yayımlanmaktadır.
E. Tercümeler:
Bulgar yazarlarından İvan Vazov’dan, Fransız edebiyatından Ca-tulles Mendes, Maupassant, F. Coppee, Georges Corteline, Endmondo Amicis, Le Conte de Lisle’den, Rus edebiyatından ise Maksim Gorki’den manzum ve mensur parçalar tercüme etmiştir.
F. Psikoloji ve Beş Türlü Mantık
“FORSA” HİKÂYESİNİN TAHLİLİ
İlk neşri: Büyük Mecmua,
Cilt: I, Numara: I, 6 Mart 1919
Hikâyede Malta korsanlarına esir düşen bir Türk levendinin kurtuluş ümidiyle geçen esaret yılları anlatılmıştır.
Ömer Seyfettin’in hayat hikâyesine baktığımızda onun Yunanlılara esir düştüğünü ve bir yıl kadar tutsak kalmış olduğunu görürüz. “Forsa”nın da kelime olarak manası tutsaklıkla ilgilidir. Belki de Ömer Seyfettin hikâyesine bu adı, bu maksatla vermişti.
Ömer Seyfettin “Ruzname”sinde18
“Yanımdaki kaçak zabit benden şikâyet etti. Beni Marko kışlasındaki odadan çıkartıp askerî hapishaneye soktular. Kapıda bir süngülü duruyor, tıkıldığım locanın enliliği ancak iki metre. Pencere, tavana yakın… Tam bir kürek mahkûmuna layık bir yer… Sabredelim ve yakında kurtulacağımızı ümit edelim.” (4 Şubat 1328) diyerek kendini Kara Memiş gibi bir kürek mahkûmuna benzetmişti. Kara Memiş de Ömer Seyfettin gibi kurtuluş ümidiyle yanmıştı da yandığından kurtuluş rüyalarını görmüştü.
“Kara Memiş Kırk sene görülen bir rüya yalan olamaz!’ diyordu. Kulübe duvarının dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı, ilkbahar bir ümit tufanı gibi her tarafı parlatıyordu. Martıların Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya geliyorlar!’ gibi tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar taşlarının arasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan esvabının içine kaçıyorlar, gür beyaz sakalının üzerinde oynaşıyorlardı. İhtiyar esir, rüyasında ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu.”
Kara Memiş’in rüyaları gerçekleşmişti; Türk gemileri gelmiş, onu kurtarmıştı. Ömer Seyfettin’i de esaretten kurtaran “Necat” isminde bir vapurdu.19
Burada ister istemez aklımıza şöyle bir soru geliyor: Ömer Seyfettin bu hikâyesini kendi esaret hayatından etkilenerek mi kaleme almıştır? Bu hikâyenin kaleme alınışında muhakkak Ömer Seyfettin’in geçirdiği esaret günlerinin etkisi vardır. Burada asıl önemli olan; Ömer Seyfettin’in kendi kurtuluşunu özlerken gönlünü bir Türk levendinin ömür boyu esaret zincirlerine bağlı olarak kalmasına razı olmayacak kadar Türklük ülküsüyle doldurulmuş olmasıdır.
Hikâyede Kara Memiş’in yaptıkları anlatılırken
“Daha yirmi yaşındayken Tarık Boğazı’nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar, kıyı görmeden gitmiş, rast geldiği hücra adalardan cizyeler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle berbat etmişti. O vakit Türk elinde namı dillere destandı. Padişah bile kendisini saraya çağırtmış, maceralarını dinlemişti. Çünkü Hızır Aleyhisselam’ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları tamamıyla başka bir cihandı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını işte bu, senesi bir büyük günle bir büyük geceden ibaret olan başka cihandan almıştı.” denerek kutup bölgesine varılıyor. Böylece o zamanki mevcut Osmanlı sınırının dışına çıkılmış oluyordu. Hikâyede belirtildiğine göre burası Kuzey Kutbu’ndadır. Cebeli Tarık Boğazı’nı geçtikten sonra poyraza doğru haftalarca gitmiş olması, kuzeye gittiğinin işaretidir. Yine buz dağlarının olması ve altı ay gece altı ay gündüzün yaşanması da kutupların özelliklerindendir.20
Hikâyede, Ömer Seyfettin, Kara Memiş için “Hızır Aleyhisselamın gittiği yerleri dolaşmıştı.” derken mevcut Osmanlı sınırını zorlamış, yani o zamanki Osmanlı sınırının dışına çıkmıştır. Bu çıkış Ömer Seyfettin için bir özlemdir. Bu özleme bir hayal olarak bakabiliriz. Ama şunu da unutamamak gerekir ki;
“Mes’uddur o insan ki yaşar hatırlarla.”
“İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.”
Bizim edebiyatımızdan “hayal” oldukça fazla işlenmiştir. Divan edebiyatı şairimiz Nedim, “olmuş sana” redifli gazelinde:
“Yok, bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim
Bir perî-suret göründü hayal olmuş sana”
diyerek sevgiliyi hayal etmiştir. Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan” adlı şiirinde Mehlika Sultan’a aşık olan yedi genç, hayal âlemine dalarlar. Peyami Safa’nın “Yalnızız” adlı romanın da bahsi geçen “Simeranya” hayalî bir dünyadır, ama o dünya Peyami Safa için bir özlemdir.
Ömer Seyfettin için de Hızır Aleyhisselam (Barboros) gittiği yerlere gitmek -o günler için- bir hayaldir, kendisi oralara gidememiştir ama -hikâyesinde- kahramanını oralarda dolaştırarak bu özlemini gidermiştir.
“Eğer sen istersen o bir hayal değildir.”
“Türk tarihi, hudutları aşma ihtirasının bir ifadesidir. Hakikaten, Türk tarihine umumi olarak bakınca, onda maddi ve manevi sahada bu uygunluğun hâkim olduğunu görürüz.”
Hudutları zorlama ihtirasının ilk gerçekleştiği eser, Ergenekon Destanı”dır. Ergenekon’a sığmayan Türklük, Ergenekon’da demirden dağları eriterek “Ergenekon Destanı”nı yaratmıştır. Oğuz Kağan:
“Daha deniz, daha müren (nehir)
Güneş bayrak, gök kurıkan (çadır)”
derken, Bilge Kağan; “Üstte mavi gök, altta yağız yer”den bahsederken mekânı kaplamak ihtirasıyla doludur. “İslamiyetten sonraki, hem maddi hem manevi sahada hudutsuzluğa gitmiştir.” Yunus Emre kâinatı feth etmek ve onun üstüne çıkmak isteyen bir akıncıdır. Ahmet Yesevi Hazretleri’ni 21 yetiştirdiği müritlerini dünyanın dört bir yanına -bilhassa batıya- göndermiş olması, Türk’ün millî tarihindeki hudutları aşma ve nizam-ı âlem ülküsünü gerçekleştirme iştiyakından başka nasıl izah edilebilir.
Piri Reisin -o zamanlar- bilinen dünyanın dışındaki yerleri de haritasında göstermesini Türk’ün bilinen dünyadan taşma isteğinin bir neticesi olarak kabul ederken Uluğ Bey’in dünyayla değil de uzaydaki cisimlerle ilgilenmiş olmasını da Türk’ün arza sığmayarak uzaya taşma isteğinin bir delili olarak kabul edebiliriz.
Görülüyor ki mevcut hudutları zorlamak, Türk’ün yaradılıştan getirdiği bir özelliğidir. Türk milleti tarihinin ilk günlerinden beri Türk cihan hâkimiyeti mefkûresini gerçekleştirmek için yaşamıştır. Ömer Seyfettin’in de bu hikâyesinde mevcut hükümleri zorlaması cihanşümul olan bir özlemden başka bir şey değildir.
Aynı özlemi, Yahya Kemal’de “Açık Deniz” adlı şiiriyle görüyoruz. O da “Açık Deniz” sembolü ile duygularına cihanşümul bir mahiyet veriyor ve mevcut hudutların dışına çıkma arzusunu:
“Mademki deniz ruhuna sır verdi sesinden. -Gel, kurtul o dar varlığının hendesesinden!” diyerek dile getiriyor.
Türk’ün hudutları aşma ihtirası, İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Akif’te daha bir manalıdır. Mehmed Akif hudutları aşma ihtirasını istiklal tutkusu ile birlikte ele almıştır. Türk için her şey demek olan “istiklal”in, Akif’te bu milletin hudutları aşma ihtirasını da beraberinde getirdiğini görüyoruz. Mehmed Akif’in bu duyguları bizim için millî yemin olmuş da biz o gün bugündür yeminimizi her fırsatta haykırmışız;
Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım.Hangi çılgın, bana zincir vuracakmış? Şaşarım!Kükremiş sel gibiyim! Bendimi çiğner, aşarım;Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.Yönlerin -doğu, batı, kuzey, güney- Türk milletinin mitolojisinde mühim yerleri vardır. Türkler zaman zaman belli yönler üzerinde hareket etmişler veya o yönde hareket etmeyi arzu etmişlerdir, Türklerin arzusu istikametinde olan yönlerden biri de şimal’dir (kuzey). Bu arzu, Türk edebiyatının mahsullerine de girmiştir. Daha doğrusu, Türk’ün bu arzusunu sanatçılar eserlerinde dile getirmiştir.
“Oğuz Destanı”nda Uluğ Türk’ün, rüyasında şimale doğru uçan oklar gördüğü yazılıdır. Yahya Kemal;
“Her yaz şimale doğru asırlarca bir koşu” derken, aynı yıllarda Ömer Seyfettin -açık denizde-”poyraza doğru” yelken açıyordu. Yahya Kemal ve Ömer Seyfettin sanki aynı duyguları paylaşmışlardı. Biri şiirine “Açık Deniz” adını koymakla, açık deniz özlemini gideriyor, diğeri de Cebeli Tarık’ı geçerek açık denize açılıyordu.
Ömer Seyfettin’in bu hikâyesinde Cebeli Tarık’ı geçip açık denize çıkmış olması, Osmanlı İmparatorluğu açısından bir gerçeği vurgulamış olması bakımından da oldukça mühimdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çökme sebeplerinden biri de baharat ve ticaret yolunun eski önemini kaybetmiş olmasıdır. Hindistan’ın güneyinden dolanan deniz yolunun bulunmuş olması, ticaretin deniz yoluyla yapılmaya başlaması, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini sarsmıştır. Sarsılan bu ekonominin düzelmesi için açık denizlere açılma gereği hissedilmiştir. Piri Reis, açık denizlere nasıl açılacağı üzerine hazırladığı bir raporu padişaha vermiş, ancak o zamanlar bu mesele üzerine fazla eğilinmemiştir. XIX. asrın Osmanlı’sında ise durum hiç de iç açıcı değildir. Ticaret yolunu elinde bulunduran Batılı devletler hızla gelişmektedir. XX. asrın başlarında ise durum daha da ciddileşmiş, Osmanlının ekonomisi iflas etmiştir. Bu yıllarda Ömer Seyfettin’in “açık deniz”den bahsetmiş olması, onun ekonomi sahasında da bazı fikirlerinin olduğunu göstermesi bakımından mühim bir hadisedir.
A. KONU:
Otuz yaşında genç bir leventken Malta korsanlarının eline düşen, yıllarca kurtuluş ümidiyle bekleyen bir Türk forsası, Kara Memiş’in hikâyesidir.
B. ANA ÇİZGİLERİYLE VAKA:
Hızır Aleyhisselamın geçtiği yerlerden geçmiş olan Kara Memiş, otuz yaşlarındayken Malta korsanlarına esir düşer.
Korsanlar onu yirmi sene forsa olarak kullandıktan sonra; işe yaramayacağı kanaatiyle bir adaya bırakırlar. Orada bir bağ kulübesine yerleşen Kara Memiş, her gece rüyasında kurtulduğunu görür. Fakat rüyaları bir türlü gerçekleşmez. Nihayet kırk yıl sonra rüyaları gerçekleşir.
Oğşu Turgut adaya çıkarma yapar. Onunla tanışırlar. “Şehit olursam üstüme al bayrağı örtersiniz.” diyerek savaşa katılmak ister.
C. İSİMLER KADROSU:
Hızır Aleyhisselam (Barbaros Hayrettin Paşa): Midilli Adası alındığında oraya tayin edilen tımarlı sipahilerden Yakup’un oğludur. İlk yıllarda korsanlık yapmaktaydı. Ağabeyi Oruç’tan sonra Cezayir hükümdarı oldu. H 925’te (1539) Osmanlı Devleti’ne müracaat ederek bağlılığını bildirdi. 1532’de Kanuni Sultan Süleyman tarafından İstanbul’a çağırıldı. Cezayir Beylerbeyliğine getirilerek kaptan-ı derya unvanı Preveze Deniz Muharebesi’ni kazandı. 1546’da İstanbul’da vefat etti.22
Turgut (Turgutça): Muğla’nın Seroloz nahiyesine tabi bir köyde Veli adında bir çiftçinin oğlu olup denizde leventliğe başlamış ve sonra gemi reisi olmuştur. Bir ara (1540) Cenevizlilere esir düşmüş ise de Barbaros’un Cenova önüne gelip Cenevizlileri tehdit etmesi üzerine salıverilmiştir. 1543’te Osmanlı hizmetine alınarak Karlı eli sancak beyliğine getirilen Turgut Reis 1565 yılında Malta muhasarasında şehit düştü.23
Kara Memiş: Esaret altında kaldığı kırk yılının yirmi senesini Malta korsanlarına forsalık yaparak geçirmiş bir Türk kaptanı olan Kara Memiş, Turgut’un babası olarak tanıtılıyor.24