
Üçüncü sıranın başında oturan Hayikyan, gülümsüyor. Kocaman kafasını sallayarak: “Öyle boş şeylerle uğraşacağıma faydalı bir şey okur, öğrenirim.” diyor.
Zavallı dostum Hayikyan! O vakit hocanın sözüne inanıp ukalalık etmeseydin, bugün ömrünün, ruhunun manalı izleri elinde kalır; onların üzerinde, ne kadar feci olsa da, uzaklaşıldıkça daha ziyade sevilen o muazzez maziye doğru gider, eğlenir, tatlı bir zevk bulurdun…
Şimdi işte kalem elinde, böyle düşünüyorsun!
Şimdi evet, kalem elimde, düşünüyorum. Hatıram yıpranmış, hayalim yorgun. Kan lekeleriyle, kılıç gölgeleriyle kararan çocukluğumdan beri her an fikrim değişti. Okuduğum kitaplar, bozulan itikatlarım, kartlaşan masumluklarım bugünkü şahsiyetimi doğurdu. Bugünkü gözüm dünü, hakikate en yakın renkleriyle görmez. Bedbaht oldum. Lakayt oldum. Mesut oldum, meyus oldum. Ümitvâr oldum. Muvaffak oldum. Fikirlerim gibi cisimlerimde de, talihimde de sabitlik yok. Her şey değişiyor. Eğer hakikatin ne olduğunu bilmeden her gün bin defa söylediğimiz bu kelimenin bir aslı varsa, artık bence şüphe yok ki, şahitlikte değil, değişikliktedir. Dünyada sabit ne var? Hayat bir fırtına ki, bizi önüne katmış, değiştirerek sürüp götürüyor. Bir dakika bir yerde, bir hâlde duramıyoruz. Olmayan şeyde hakikat mi olur? Olan mütemadi değişikliktir. Bugün elimde bir ruznamem bulunsaydı belki hakikati anlayabilecektim.
Şimdiden sonra da birçok fikrim, hissim, değişecek, unutulacak. Onları hatıramın, hissimin karanlığından kurtaracağım. Mademki doğru olarak dünü yazamıyorum; bugünden itibaren yarını yazmaya başlayacağım.
On beş, yirmi gün içinde ne değişiklik Yarabbi! O kadar kardeşimizi Kürt cellatlarına doğratan Kırmızı Sultanın7kuvveti, iktidarı birdenbire söndü. İstibdat, bahar sabahlarında uyanan bir adamın kâbuslu rüyası gibi tuhaf, gülünecek bir hatıra bırakarak silindi gitti. Dinler barıştı. Milletler kaynaştı. Papazlar, mutaassıp hocalarla öpüştüler. Asırlarca birbirlerinin kanlarını emen, gözlerini oyan unsurlar, kol kola oynadılar. Doğan hürriyet güneşini alkışladılar.8
Her şeyi siyah gören bedbinler: “Bu bir sıtmadır, geçer…” diyorlar. “Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Tanzimat, hürriyetin aslı olamaz. Her millet bir millettir. Toplanıp bir millet gibi bir kanun altında, bir vatan içinde rahat rahat geçinemezler.”
Fakat vakalar onları yalana çıkarıyor. Bugün Ermeni’nin, Rum’un, Arnavut’un, Sırp’ın, Bulgar’ın, Arap’ ın, Türk’ün, Kürt’ün kalbi “Hür Osmanlılık” için çarpıyor. Beyoğlu’ndaki, Tepebaşı’ndaki nümayişler, Rumların ne kadar Osmanlılığa müştak, ne kadar sadık olduklarını bariz bir surette gösterdi. Lisan meselesini, sair meseleleri, açılacak Mebusan Meclisinde milletvekilleri adalet dahilinde halledecekler…
İki ay evvel neler düşünüyordum; emindim ki Türkiye, bu hasta adam, artık düştüğü ecel yatağından kalkamaz. Bu hastayı böyle süründürmektense zehirleyerek çabucak içtinabı mümkün olmayan meşum neticeye götürmek… Ermeniler’e, hiç olmazsa, Rus himayesinde bir muhtariyet yapmak… Kürtlerle şehirlerde oturan Türkleri bir asır içinde Ermenileştirerek eski Ermeni İmparatorluğu’nun temelini atmak…
Vakıa idealler “olan” değil, “olması istenilen” şeylerdir. Fakat, amma münasebetsiz bir hülya… Niçin her millet ayrı bir zümre, ayrı bir hükûmet yaparak yaşasın? İşte bir arada, menfaat, komşuluk bağlarıyla pekâlâ anlaşıyorlar. Amerikalılar mesut değil mi? Biz niçin Osmanlı olmayalım? Niçin şu kadar milyonluk cemiyeti yıkalım? Mantıkla menfaat bizi hülya ile mefkûre peşinde koşmaktan menetmez mi?
Hâlâ devam eden alkışlar, nümayişler benim mantığımda esaslı bir inkılap vücuda getirdi. Şimdi pek vazıh, pek sahih düşünebiliyorum. Osmanlıyım, Osmanlı kalacağım.
Elveda ey eski ihtilalci Hayikyan, elveda sana…
10 Eylül 1908, Moda…Ben tembelim! İşte kaç gündür vapurda, yolda yazacağım şeyleri düşünüyorum, kendi kendime: “Bu akşam.” diyorum. Akşam, sabaha bırakıyorum. Sabahleyin de ertesi akşama… Meşrutiyet’in, hürriyetin sarhoşlukları geçti. Şimdi hepimiz sersem gibiyiz. Memleketin dahili karmakarışık! İşler pek öyle çabucak düzeleceğe benzemiyor. Vakıa Meşrutiyet’i alenen istemeyen yok. Amma yıkılan eski idarenin enkazı korkunç bir dağ gibi hâlâ üzerimizde duruyor, tatsız vakalar eksik değil.
Beşiktaş’ta bir Müslüman bahçıvanın kızı bir Rum’a kaçıyor. Herif, karakola şikâyet ediyor. Kızla Rum’u tutuyorlar. Sonra halk karakola hücum ediyor. Kızla Rum’u o kadar dövüyorlar ki, Rum ölüyor. Rum’un ölüsünü alan Rumlar, Beyoğlu’nda gezdirdiler, türlü türlü nümayişler yaptılar. Bu adi zabıta meselesine millî bir şekil verdiler. Ben nümayişçilerin arasındaydım. Bir gün Türklerden intikam alacaklarını haykırıyorlardı.
Patrikhaneler: “Eski hukukumuz, eski imtiyazlarımız…” diye kımıldanmaya başladılar. Hâlbuki Kanunu Esasi, bütün Osmanlılar için “bir” değil mi? Kanunu Esasi karşısında hususi bir hukuk, hususi bir imtiyaz kalır mı? Hem kalması makul mü? Mantıklı mı? Bunun için birçok münakaşa ettim. İtiraf ederim ki, Türkler pek samimi! Tanzimat, Kanunu Esasisi, Osmanlılık uğrunda kendi milliyetlerinden vazgeçiyorlar. Mektepte okuttukları kitaplarda tarihlerde, gazetelerinde, bir tek “Türk” kelimesi ağızlarından kaçırmıyorlar.
“Biz Osmanlılar, hepimiz kardeşiz.” diyorlar. “Camilerin, kiliselerin dışarısında hiçbir ayrımız, gayrımız yoktur. Her şeyin fevkinde mukaddes, ali Osmanlılık vardır!”
Bu fikre Türklerden hiç muhalif yok. Âdeta Osmanlılık onlara mantık, münakaşa kabul etmez bir din gibi olmuş. Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar bazı Ermeniler: “Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder.” diyorlar. Ben bu sözü o kadar doğru bulmuyorum, Patrikhanelerin ektiği tohum… Papazlar, siyasi kaynaşmanın kuvvetlerini kıracağından korkuyorlar. Meseleye onların gözüyle bakılırsa hakları da yok değil…
Lakin bugün papaz asrında mıyız? Kanunu Esasi olan meşrutî bir memlekette “milliyet, kavmiyet” ne demektir?
Kânunusani 1909, Moda…Soğuk çok… Odun, kömür fiyatı pek pahalı! Evinde pansiyon oturduğum ihtiyar kadın: “Dünyanın sonu!” diyor. Ömründe bu kadar soğuk, bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. Her ay üç yüz frankçığımı ayırıp bankaya teslim edemiyorum… İşler kesat, kesat, kesat… Ticaret âlemini de terk etmeyerek siyasete atılmayı canım o kadar istiyor ki! Evet, benim kanımda bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine dahil olmayı düşünüyorum. Fakat onların hiçbirini Kanuni Esasiye muvafık bulmuyorum. Zira “milliyet esaslarına müstenit siyasi fırkalar” Osmanlı Kanuni Esasisine muhaliftir. İttihat ve Terakki’yi düşünüyorum. Orası da benim için meçhul… İşitiyorum ki Avrupalılar “Genç Türk” dedikleri bu adamlara Panislamizm gibi emeller atfediyorlar. Beklemek, acele etmemek lazım. Hele bir yaz gelsin; bakalım ne olacak?
11 Mayıs 1909, ModaYazı yazmakta o kadar tembelim ki… Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerede? İhmalkâr bir Türk gibi kendi kendimi “Eli elime değmiyor.” diye teselli ediyorum. Bugün işim yok, zorla masanın başına oturuyorum. Kitapların, gazetelerin altında kaybolan defterimi buluyorum. Dört aydır neler oldu, neler… Âdeta bir tarih… Düşmanımız Kırmızı Sultan devrildi. Şimdi Selanik’te mahpus… Artık irticanın, istibdadın geri gelme ihtimali yok.
İsyanın bütün safhalarında hazır bulundum, bu irtica asla yeniliğe karşı millî bir isyan değildi. İstanbul’un bütün askerleri sanki kendilerine “Hristiyansınız” diyen varmış gibi, Müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Şapkalılara, özellikle ecnebilere dokunmuyorlar, hatta onlara fazla ihtiram gösteriyorlardı. Genç Türk zannetmesinler diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da şapka giydiler. Şapka ile ihtilalcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli günlerdi… Hükûmet falan her şey sönmüş, âdeta tebahhur etmiş, uçmuş gitmişti. Adi, küçük çavuşlar payitahta hükmediyorlardı. En meşhurları Hamdi Çavuştu.9Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının en şaşaalı zamanında Ermenice bir gazetenin muhabiri sıfatıyla kendisiyle mülakat etmek istedim. Taşkışla’nın10muhteşem bir odasında beni kabul etti. Hâlâ çavuş forması taşıyordu. Belinde palaskası asılıydı.
“Ne istiyorsun?” dedi. Muhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Vesika falan aramadı. Fakat oturtmadı da! Ayakta konuştuk:
“Peki ne soracaksın, bakalım?”
“İhtilalden maksadınız nedir?”
“Şeriatı çıkarmak…”
“Şeriat ne demektir? Lütfen bana izahat verir misiniz? Bizim Ermenilerin bu hususta malumatı yok.”
“Şeriatın ne demek olduğunu ulema efendilerimizden git öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de, günaha girerim.”
“Şeriatı nasıl çıkaracaksınız?”
“Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz. Jöntürk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz…”
Heyhat… Biz Jön Türklerin taassubundan, “İttihadı İslam”11taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara “dinsiz” derler. Öyle bir tezat ki… Ama hangisi doğru…
“Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?”
“Hayır Türk falan değilim…”
“Arnavut musunuz?”
“Hayır, hiçbir şey değilim…”
“Ya nesiniz?”
“Müslüman…”
Dinin başka, milliyetin başka bir şey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu’nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler, meyhaneler ihtilalcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Aşüftelere sarılıyorlar:
“Şeriat isterük!” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.
Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilal olamazdı. Hareket Ordusu12gelince isyanın ruhu bir sabun köpüğü gibi söndü. Kahramanlar, koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli’deki askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selanik’e gönderildi. Abdülhamit’in huzurunda Kabuli Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı.
Bir Türk – Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci’de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti 13 tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:
“Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu. Şimdi Derviş Vahdeti teşvik ediyor. Zannediyor ki, tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak…”
Son nefesinde bile halkı teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yan yana gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşi, azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı.
Hâlâ Genç Türklere küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar… Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilalcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel ali, fedakârane olan Ermeni ihtilallerine “isyan” bile demeye tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız “Ermeni gürültüsü!” diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilal… Evet, bu memlekette buna âdeta bir “gürültü” deniyordu.
Derviş Vahdeti, epeyce büyük bir rol oynamıştı. Fransızca bir isim ile çıkardığı dinî gazetesinin14sürümü otuz, kırk bini bulmuştu. Âdeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük, mantıksız budalalıklar aradığına kani oluyordum. Ali mektepten çıkan, en münevver gençler bile Derviş Vahdeti’nin yazılarını satırı satırına okuyorlardı.
Hele tanıdıklarımdan bir Genç Türk vardı. Büyücek bir memurdu. İhtilal günlerinde Mebusan’da15idim. Onun, cebinden yeşil, al iki bayrak çıkararak:
“Ya bu kazanacak ya bu…” diye, şuh, hoppa, sevindiğini gözümle gördüm. Bu ona, bir Genç Türk’ tü. Fakat ideal namına hiçbir şeyi olmadığından irtica, zulmet ve cehaletten de hoş geliyordu.
Vakaları mı yazıyorum? Gazetelerin yazdığı şeyleri yazmakta ne mana var? Ben kendi hislerimi, intibalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor, “vaka nüvis”lik ediyordum. Neyse… İşte o fırtına geçti. Şimdi rahat gibiyiz. Boyuna kabineler değişiyor. Vükelaya genç unsurlar giriyor, talihimiz, Türkiye’nin talihi taayyün etmek üzere… Ben daha mesleğimi tayin etmedim. Ermeni fırkalarına mı gideyim? O vakit bir milliyetçi olmayacak mıyım? Hâlbuki ben Osmanlılığa itikat ediyor, iktisat bağlarının din, taassup, milliyet bağlarından daha kuvvetli olduğuna kani bulunuyorum.
11 Haziran 1909, Moda…Bugün bir Türk’le konuştum. Bende çok iyi bir tesir bıraktı. Aramızda geçen lafları mutlaka yazmalıyım. Bu zatın ismi Niyazi Bey… Meşrutiyet’in ilanından sonra Avrupa’dan gelmiş. Gayet şıktı. Başında fes olmasa bir Avrupalıdan farkı olmayacaktı. Hukuk tahsilini Paris’te bitirmiş, birinci derecede diploma almıştı. Mebus Mizikyan’ın evinde bana takdim olundu. Bahis politikaya dönünce ben “İttihat ve Terakki” hakkındaki şüphelerimi söyledim. Kendisi ne hükûmet fırkasından, ne de muhalif, “müstakilim” iddiasında idi. O kadar değişmiş, o kadar medenileşmişti ki, “Ah her Avrupa’ya giden Türk böyle gelse… “diye düşünüyordum. Sözlerini büyük bir dikkatle dinledim:
“İttihat ve Terakki’den şüpheniz pek boştur!” diyordu. “Pantürkizm,16Panislamizm17filan Avrupa hayalperestlerinin iftirasıdır. Bir de mesel vardır, biliyor musunuz: ‘Kişi, kişiyi kendi gibi bilir.’ Avrupa’da meşum sunî bir cereyan yaşar: Milliyet, kavmiyet cereyanı! Orada her şeyi milliyet rengine boyarlar. Mesela Fransızların ırkça bir vahdetleri olmadığı hâlde, o kadar milliyetperver, o kadar milliyette mutaassıptırlar ki, Paris koketleri18bile Almanlarla münasebette bulunmazlar. Almanya’da her şey millîdir. Hatta sosyalizm bile… Böyle bir muhitte ‘hüküm’ler de millî olarak verilir. Mesela Rene Pinon, bir kitabında: ‘Türkler, aldıkları askerin içinden ırkça Türk olanları İstanbul’da, Edirne’de, Makedonya’nın mutedil, güzel yerlerinde istihdam ederler, Türk olmayanları Yemen’e, Fizan’a, en uzak yerlere gönderirler.’ diyor. Hâlbuki Osmanlı hükûmeti tamamen bunun aksini yapmıştır. Arnavutlar, Araplar hep Hassa Ordusu’na19 gelirler. Yıldızın lahat kışlalarında askerliklerini yaparlar.
Yemen’e, Fizan’a, Makedonya’ya hep Türkler, yani Anadolu çocukları gider. Hatta Yemen’e ‘Türk Mezarı’ derler. Şimdiye kadar hastalıkla, harple bir milyondan ziyade Anadolulu Türk’ün Yemen’de öldüğünü rivayet ederler. Mösyö Rene Pinon yalan söylemek, bize iftira etmek istemiyor. Onun kendi mantığı Türklerin böyle yapmasını, yani İmparatorluğun fena, uzak yerlerine gayri Türkleri göndermesini kabul ediyor. Bizim de böyle yaptığımıza hükmediyor. Çünkü Fransa’da birkaç unsur olsa, onlar, mutlaka ilk Fransızları düşüneceklerdir. Kezalik bu sırada Is-lav İttihadı, Cerman İttihadı, Latin İttihadı, Avrupa siyasetinin ana hatlarıdır. Hep bu üç ideal etrafında onların politikası sabit, mütehavvil şekiller alır. Böyle ideallerin doğduğu muhitte insani, necip bir siyaset düşünülebilir mi? Avrupalılar her milleti kendileri gibi sanıyorlar. Türklerin de ‘Türklük’ diye bir milliyetleri, tarihleri, emelleri olduğuna ihtimal veriyorlar. Yanılıyorlar. Çünkü hisleriyle muhakeme ediyorlar. Bize dair hiç tetkikat yapmadan, hiçbir Türk’ün aklından geçmeyen ‘Pantürkizm’ hayallerini uyduruyorlar. Sonra sizin gibi içimizde yaşayan, bizim içimizi, dışımızı bilen Hristiyan vatandaşlarımız da Avrupa hayalperestlerinin düzdükleri bu yalanlara inanıyorlar. Vatanımızda, yaşadığımız memlekete kim ‘Türkiye’ der? Yalnız Avrupalılarla Avrupa gazeteleri bu manasız ismi çıkarmışlar. İşte Tanzimat maarifi meydanda… Hiçbir mektep kitabında, hiçbir coğrafya kitabında ‘Türkiye’ diye bir memleket ismine rast gelmeyeceksiniz. Avrupai Osmanî, As-yayı Osmanî, Afrikayı Osmanî, sonra hepsine birden ‘Memaliki Osmaniye’ deriz. Kendi tarihlerinizi tabii bilirsiniz. Bir de bizim mekteplerimizde okuttuğumuz tarihlere bakınız. Bir ‘Türk’ kelimesi bulamayacaksınız. Bundan başka bizim tarihlerimiz bilhassa Türklük aleyhinde tertip olunmuştur. Hüluga, Timurlenk gibi dünyanın en büyük cihangirlerini tarihlerimizde sırf Türk oldukları için, küfürler, lanetlerle yâd ederiz. Sonra tarihlerimiz Sezar, İskender, Napolyon hakkında ihtiramda kusur göstermezler. Hatta bunlar için şairlerimizin bazıları şiirler bile tanzim etmişlerdir. Hele İskender edebiyatımızda âdeta bir telmih olmuştur. Her milletin şairleri kendi milletlerini, tarihlerini, ananelerini terennüm ederler. Bizim şairlerden ne yenisi, ne eskisi, Türklüğe dair bir kelime yazmadıkları gibi, kendi milliyetlerinden bahis icap edince ‘Etraki bî idrâk’20
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Şimdiki Haydarpaşa Lisesi’nin bulunduğu bina, Meşrutiyetle Cumhuriyet’in ilk yılları arasında İstanbul Darülfünun’u Tıp Fakültesi olarak kullanılmıştı.
2
Aristo fiziğine ve kilisenin anlayışlarına karşı çıkan, güneşin durup dünyanın döndüğünü ispatlayan bilgin.
3
Katolik Kilisesine karşı çıkmış bir bilgin
4
Devleti inkâr eden iki aşırı ihtilalci görüş.
5
Millî vasıflarını kaybetmiş, çürümüş.
6
Yarım asır öncesi Tuluat tiyatrosunun iki ünlü kişisi.
7
Burada Abdülhamit II. kastedilmekte.
8
1908 Meşrutiyeti’ndeki coşkunluğu anlatıyor.
9
31 Mart olayında isyancı askerlerin şefi.
10
Taksim’de bir kışla, şimdi Mühendis Mektebi.
11
31 Mart olayında gericilerin partisi.
12
31 Mart ayaklanmasını bastırmak için Rumeli’den gelen
13
Beyazıt’ta, şimdiki üniversitenin binası.
14
Volkan
15
Büyük Millet Meclisi
16
Dünya Türklerini birleştirme ülküsü.
17
İslamları birleştirme ülküsü.
18
Hafifmeşrep kadın.
19
Padişahın muhafız kıtaları.
20
Anlayışsız Türk.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера: