Memlekete Mektup - читать онлайн бесплатно, автор Омер Сейфеддин, ЛитПортал
bannerbanner
Memlekete Mektup
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 5

Поделиться
Купить и скачать

Memlekete Mektup

Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
2 из 3
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
***

Sermet Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı. Halis bir zevk ehliydi. Her gece çalgı çağanak, yemek içmek, keyif, sefa gırla giderdi. Daima akrabalarından kadın, erkek, dört beş misafiri bulunurdu. Sermet Bey Türkiyeliydi. Fakat Avrupalıların “Gündüz cefa, gece sefa” düsturunu kabul etmişti. Çocukları mektebe giderlerdi. Kızlarını büyük ticarethanelere kâtip diye yerleştirmişti. Karısı kız mekteplerinde piyano dersi verirdi. Evde çalışmayan yalnız yetmiş beşlik annesiydi. O da mutfağa, hizmetçilere filan bakardı. Yemeği gece yarısına yakın yerler, yemekten sonra hiç oturmazlar, hemen yatarlardı. Aradan on beş gün geçmedi. Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu. Hizmetçi Artemisya, avazı çıktığı kadar haykırarak yukarı koştu. Arkada, çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi.

Sermet Bey: “Gözünüze öyle görünmüştür!” dedi.

Gören diğer hizmetçilere de kanmadılar. Çoluk çocuk, hepsi arka odanın balkonuna çıktılar. Artemisya’nın parmağıyla gösterdiği beyaz hayaleti gördüler. Ağaçların altında duruyor, sanki köşke bakıyordu. Sermet Bey, gözlerini ovuşturdu:

“Vay anasını!” dedi, “Telkinin kuvvetine bak!”

Karısı, kızları, çocukları korkudan sapsarı kesildiler. Büyük kızı:

“Ne telkini beybaba! İşte karşımızda, görmüyor musun?” dedi.

“Görüyorum.”

“Ee, o hâlde telkin ne demek?”

“Buraya girdik gireli peri masalından başka bir şey işittik mi? Her gelen bir şey söyledi. Şimdi biz bu tesirle, böyle hepimiz birden, olmayan bir şeyi görüyoruz.”

“Bu mümkün değil.”

“Nasıl değil?”

Sermet Bey, Hokkabaz Kazanov’un nasıl bütün bir tiyatro halkına ceplerindeki saati yanlış gösterdiğini filan anlattı. “Gözümüz kulağımızdan giren yalanları görür.” dedi, “Fakat elimizi bu gördüğümüz şeye süremeyiz. Sürdük mü hemen kaybolur.” Sonra kalktı. Karısının menetmesini filan dinlemedi. Elini görünen hayale sürmek için bahçeye fırladı. Çamlara doğru gitti fakat hayal kaçtı. Kayboldu. O gece evin içinde Sermet Bey’den başka kimse uyuyamadı.

(…) Artık her gece bu hayali görüyorlardı. Sermet Bey, elini sürmeye çıkınca hayal kaçıyordu. Biraz alışır gibi oldular fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı. Balkonlara koştular. Bir şey göremediler. Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular. Sermet Bey’e annesi, “Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helal etmem!” demeye başladı. Beş yüz kırk liraya iki ay oturmak… Bu Sermet Bey’in işine gelecek şey değildi ama gece aşırı büyük büyük taşlar ev halkına uyku uyutmuyor, hepsini heyecan içinde bırakıyordu. Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyordu, bir türlü elini süremiyordu. Taşların başladığını duyan komşular, “Daha çıkmazsanız camlarınızı da kırar.” diyorlardı. Sermet Bey’in, kontratın “Çıkarken bütün tamirat müstecire aittir.” maddesini hatırlamasıyla daha ziyade canı sıkılıyor, bu cam kırma meselesinin hululünden evvel bir şey yapmayı düşünüyordu. Yavaş yavaş kendi itikadı da bozulmaya başladı. Nihayet çıkmaya karar verdiler. Fakat başka bir ev bulamıyorlardı. Köşke dair daha bin türlü hikâyeler işitmeye başladılar. Sözde burası eskiden kabristanmış. Mutfağın olduğu yerde beş yüz senelik bir evliya yatıyormuş… Sermet Bey, atılan taşlara, kırılan camlara rağmen hâlâ periye inanmıyordu. Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sır oluyordu. El sürmek için kendisine yetişmek mümkün değildi. Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü. Evdekilerin hiçbiri buna razı olmadı. “Seni hemen oracıkta çarpar!” diyorlardı. Fakat Sermet Bey, bulanan gönlüne rağmen periye, ecinniye filan bir türlü inanamıyordu. Ertesi akşam koruya gitti. Büyük bir çamın alt dallarından birine bindi. Bekledi, bekledi. Gece yarısı oldu. Köşktekiler de meraktan uyuyamıyorlardı. Zavallıların balkonlarda gezindiklerini görüyordu. Birdenbire yüreği hop etti. Hayal sökün etmişti.

Eliyle dokununca gölge gibi uçup silineceğini katiyen bildiği hâlde yine Sermet Bey’in dizleri titremeye başladı. İçinden, Ben korkmuyorum, fakat vücudum korkuyor! dedi. Yavaşça aşağı atladı. Hayalin arkasından yürüdü. Şeklinin hatları pek sarih gözüküyordu. Yaklaştığını hayal hiç duymadı. Yavaşça elini uzattı. Beyaz cisme dokundu. Hayal birdenbire fena hâlde ürktü ama kaybolmadı. Döndü, Sermet Bey’i görünce alabildiğine kaçmaya başladı.

Sermet Bey, dokununca kaybolmadığı için bu hayalin peri filan olmadığını hemen anlamıştı. Peşini bırakmadı. Kovaladı. Çamlığın sonundaki alçak duvara dayalı bir tahtaya tırmanırken yakaladı. Gayet kuvvetliydi. Hayal mukabele imkânı olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti.

Sermet Bey: “Ben sana el âlemle alay etmesini gösteririm!” diyerek zavallı hayali sırtladı. Köşke doğru sürükledi. Bağırdı: “Lamba getirin, suratını görelim.”

Köşk halkı bahçe kapısına inmişti.

“İnsanmış kerata! Ben dünyada ecinni filan yoktur, demez miyim?”

Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu. Sermet Bey zorla çekti. Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyazi Efendi’yi görünce şaşırdılar. Biçare, yüzünü göstermemek için elleriyle örtüyordu. Arkasındaki Şam kumaşından gecelik entarisi yırtılmıştı. Sermet Bey bir kahkaha attı.

Kızlar, çocuklar, hizmetçiler alıklaştılar.

Büyük hanım: “Niçin ümmet-i Muhammet’i korkutup deli ediyorsun a efendi?..” dedi.

Sermet Bey: “Onun sebebini ben bilirim!” cevabını verdi.

Sonra büyük kızına hokka kalemle, yazıhanedeki kontrat kâğıdını çabucak getirmesini söyledi. Hacı Niyazi Efendi donmuş gibi, sorulan şeylere hiç cevap vermiyor, hep yüzünü karanlıklara çeviriyordu. Kontrat kâğıdıyla hokka kalem gelince Sermet Bey:

“Haydi bakalım al eline kalemi!.. Yüreğine indirdiklerinin, düşürttüğün çocukların cezasını görmek istemiyorsan söylediğimi yaz. İmzayı bas!” dedi.

Hacı Niyazi Efendi mihaniki bir hareketle kalemi kaptı. Sermet Bey’in kelime kelime söylediklerini tereddüt etmeden yazdı:

“Kiracım Sermet Bey’den köşkün altı senelik kirası olan bin seksen lirayı peşinen aldım.”

“Hah, şöyle!..”

İmzasını attı. Beyaz örtüsüne bu sefer yarım bürünmüş olduğu hâlde, her gece sır olduğu tarafa gitti.

Sermet Bey’in iki senedir köşkte oturabildiğine herkes hayrette kaldı. Komşuları Hacı Niyazi Efendi’ye, “Galiba senin evin ecinnileri, başka eve göç ettiler. Yeni kiracın hiç çıkacağa benzemiyor!” dedikçe evvela sararıyor, sonra kızarıyor, şu cevabı homurdanıyordu:

“Ne abdest ne oruç ne namaz ne niyaz… Karılı erkekli, çoluklu çocuklu, hepsi akşamdan sabaha kadar sarhoş! Ayol onlara ecinni değil, şeytan bile görünemez!”

BAHARIN TESİRİ

Ah, gençlik sabahları! Güneş doğarken insan sıcak yatağında nasıl canlı bir ümit ile dipdiri uyanır! Gerinmeden, sağına soluna dönmeden, sütü, kahvaltıyı beklemeden çevik bir sıçrayışla hemen kalkar. Gözlerini ovuşturmadan, yüzünü ekşitmeden tuvalet masasının başına geçer. Ben işte on beş gün evvel böyle gamsız, sıhhati yerinde, mesut, kuvvetli bir genç gibi uyandım. Daha ortalık yeni ağarıyordu. Geceden uyanık kalmış çılgın bir bülbülün uzaktan feryadını işittim. Ağzımın tadı yerindeydi. Vücudumda hiç yorgunluk yoktu. Karyolamdan aşağı atladım. Penceremi açtım. Çiçekli ağaçların dallarından süzülen, tarhlardaki papatyaların dibinden görünmez bir buhar hâlinde kalkan tatlı bir rutubet, esmeyen bir rüzgâr serinliğiyle yüzümü okşadı. İçimde sebebini bilmediğim bir neşe canlandı. Birdenbire giyinip dışarıya çıkma, tenha yollarda, uyumuş sahillerde koşmak haykırmak arzuları duydum. Soldaki beyaz köşkün çatısı üstünde erguvan sisli menekşe rengine çalar derin bir fecir açılıyordu. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Yıllar, evet yıllar vardı ki güneşin doğuşunu görmemiştim. Gözüm erguvani rengi gittikçe kırmızılaşan gökteydi, giyindim. Aşağı inerken daima öğleden iki üç saat evvel uyandığımı bilen uşağıma rast geldim. Zavallı şaşırdı.

“Kahvenizi içmeyecek misiniz?” dedi.

“İstemem Mehmet, acele işim var.” dedim. Çimenleri çiylerle ıslanmış bahçemden çıktım. Güneşin doğacağı tarafa giden yol bomboştu. Yürüdüm. Etraftaki sakin köşklerin panjurları uyumuş gözler gibi kapalıydı. Belki on dakikadan ziyade gittim. Birbirini tutmayan eski yeni hatıralar, kadın çehreleri, kuş sesleri, açmayan laleler, unutulmuş muhabbetler, ölmüş sevgililer hayalimi altüst etti. Köşklerin parmaklıklarında beyaz kelebekler uçuşuyordu. Yavaş yavaş Çiftehavuzlar’a indim. Fenerbahçeye geçtim. Hâlâ yorulmamıştım. Sonra Kalamış Koyu’ndan yürüdüm. Bostanların kenarından, Jules Verne’in romanlarındaki resimleri hatırlatan sahilden, lodos darbeleriyle ortaları delinmiş büyük deniz otu yığınlarının üstünden aştım. Yeni doğan güneşin ziyasıyla camları tutuşan Kadıköy’ü gidilmez bir serap şehri gibi karşımda gördüm. Her taraf beyaz, parlak bir aydınlık içindeydi. Ekinler büyümüştü.

Güzel bir sabah, aydınlık, geniş bir sokaktan yapayalnız geçmek ne tatlıdır! Bağdat Caddesi’ne çıktım. Köye doğru ilerledim. Kuşdili’ne, Fikirtepe’ye baka baka geçtim. Fırınların önünde küme küme hizmetçi kızlar bekliyorlardı. Kahveler, dükkânlar yeni açılıyordu. Mesut bir beldede ilerlediğim zannındaydım. Ayaklarım beni iskeleye götürdü. İyi giyinmiş kadınlar, genç kızlar, şen mektepliler, sonra hepsini mesut gibi gördüğüm bir sürü halk bilet alıyordu. Ben de gayriihtiyari onların arasına karıştım. Bilet aldım. Bir çocuğun zorla sattığı gazeteyi okumadan cebime koydum. Güvertede oturdum. Deniz, mavi gümüş bir göle benziyordu. İstanbul’un minareli mahzun silüeti silinmiş; aydınlık, çok aydınlık, çok muhteşem, çok büyük, ebedî bir saray manzarası onun yerini almıştı. Hayalimde birdenbire açılan bu eski mermer sütunlu, nihayeti ezeliyete çıkan perili bahçelerle çevrilmiş eski sarayların içinde bir şey düşünmeden dolaşırken Köprü’ye gelmişiz. Herkesle beraber ben de çıktım. Birbirlerini kucaklar gibi sıkışa sıkışa çıkan halk sanki mevut bir cennete gidiyor gibi acele ediyordu. Karnımın fena hâlde acıktığını duydum. Yürüye yürüye Beyoğlu’na çıktım. Cadde bilmem niçin kalabalıktı. Tepebaşı Bahçesi’ne girdim. Çocukları güneşte gezdiren mürebbiyeler arasında dolaştım. Oturdum. Kalktım. Gezdim. Yemek zamanını bekleyemedim. Çıktım. Bir lokantaya kendimi attım. Daha yemekler hazır değildi. Tenha masaların birinin başında bekledim. Biraz sonra tam yirmi yaşında, iki gün aç kalmış sporcu bir genç iştahıyla yemeye başladım. Yedim. Yedim. Yedim. Midemi filanı unutmuştum. Çok yemek beni tıpkı rakı gibi sarhoş eder. Sofradan kalktığım zaman hakikaten neşeliydim. Hani o sarhoşların sebepsiz tatlı neşesiyle seviniyordum! Hazım için Taksim’e doğru yürüdüm. Yolda hiçbir bildik görmedim. Taksim’i, Harbiye’yi, Nişantaşı’nı, Şişli’yi, karışık fakat tatlı tahayyüller içinde geçtim. Herkes kırlara doğru akın ediyordu. Hürriyet Tepesi’ne gelince durdum. Terlemiştim. Hava biraz fazla sıcaktı. Rüzgâr azıcık sert esiyordu. Dinlenmek için bir birahaneye girmek aklıma geldi. Böyle havada kapalı bir yerde oturabilir miydim? Geri döndüm. Yine tramvaya binmedim. Şişli Caddesi’nin büyük apartman gölgelerinde yürüyordum. Mühendis Sermet’e rast geldim. Nereye gittiğimi sordu.

“Geziyorum.” dedim.

“Bize gidelim. Bugün bir çay veriyoruz!” dedi.

İtizar etmek istedim:

“Davetli değilim ki…”

Güldü. Koluma girdi:

“Haydi haydi. Davete ne hacet! İşte şimdi davet ediyorum…” diyerek beni sürükledi. Çok gitmedik. Betonarme bir apartmana girdik. Sermet’in dairesi ikinci kattaydı. Geniş mermer merdivenleri onun gibi dinlenmeden çıktım. Karısını eskiden tanıyordum, beni orada hazır bulunan kadınlara, erkeklere takdim ettiler. Bilmediğim yalnız birkaç sima vardı, o kadar neşeliydim ki… Hepsini güldürmeye başladım. Siyasi dedikodulardan edebiyata geçildi. Ben edebî iflasımızı mübalağalarla anlatarak, genç şairlerin taklitlerini yaparak, üstatların karikatürlerini çizerek kadınları katıltıyordum. Kadınları kahkahalarla güldürmek! İşte benim dünyada en zevk aldığım, en sevdiğim şey! Kadın dururken sönmüş bir lamba gibidir. Güzelliği gülerken tutuşur. Musiki başladı. Açık sarı saçlı, zayıf bir kadın keman çalıyordu. Piyanoda oturan şişman bir kızdı. Hakikaten mahirdiler. Hissederek çalıyorlardı. Samimi bir nağme herkesi tahayyüle daldırır. Ben de daldım. Müphem bir şiir içinde gaşyolmuş gibiydim. Bilmem niçin başımı sola çevirdim. Birdenbire bana bakan iki siyah göz gördüm. Öyle bakakaldım. Bu siyah gözler bana gülümsedi:

“Ne hazin parça, değil mi efendim?” dedi.

“Evet.” diyebildim. İçimden, İşte yirmi senedir aradığım meçhul kadın!.. dedim. Şimdi neler olduğunu bir türlü hatırlayamadığım şeylerden konuşmaya başladık. Musiki devam ediyordu. Ben ismini sordum. Mediha imiş. Musikiden sonra beraber kalktık. Bir köşeye çekildik. Ömrümde ilk defa bir kadınla ciddi olarak konuşuyordum. Kadınlık meselesi! Sonra aşk… Evet aşktan bahsettik. Ne söylediğimin farkında değildim. Yalnız dinliyordum. Pek romantik değildi. Kollarına, omuzlarına, dizlerine dikkat ediyordum. Hani bazı heykellerin insanı bedii bir hayret içinde bırakan mâfevkattabii bir tenasübü vardır. Kolların, boynun, göğsün bir şekli vardır ki biz onu hakikat sahnesinde göremeyeceğimize kailiz. Göğsünde minimini bir madalyon parlıyordu. Çarşafını çıkarmamıştı. Omuzları, kolları siyah ince pelerinin altında tecessüm ediyordu. Dudaklarına, çenesine, saçlarına bakarak ne söylediğini pek işitmiyor, içimden, İşte yirmi senedir zuhurunu beklediğim meçhul hayal! nakaratını tekrarlıyordum. Azıcık esmerdi. Gözlerinde hafif bir sürme vardı. Sonra Sermet geldi. Lafımıza karıştı. Hasılı vaktin nasıl geçtiğini anlayamadım. Davetliler dağılmaya başladı. O giderken “Teyzem!” diye bana yaşlıca bir hanım takdim etti. Hiç kendisine benzemiyordu. Zayıf, sarı, uzun boylu, sert edalı bir kadındı. Mediha’dan sonra ben de Sermet’in karısına veda ettim. Dışarı çıktım. Hiç etrafı görmüyordum. Ruhuma, bütün vücuduma, bütün asabıma onun hayali dolmuştu. Mihaniki bir saika ile Köprü’ye inmişim. Haydarpaşa’ya geçmişim, trene binmişim. Köşke gelip odama kapanınca Mediha’nın hayalini karşımda gördüm. Sesini işitiyordum. Yemek yemedim. Gece lambamı yaktırmadım. Bu hayal kaçacak zannediyordum. Bütün gece, arkadaki koruda bülbüller öterken onun sesini işittim. Onun hayali etrafında açan ilahi bir hale gibi o sabah da mor fecri, doğan altın güneşi gördüm. “İşte yirmi senedir aradığım hayal!” diyordum. İki gün dışarı çıkmadım. Acaba ona bir daha rast gelecek miydim? Ailesinin adresini bana vermişti. Kendisine bir mektup yazmayı düşündüm. Fakat neden bahsedecektim? “Seni seviyorum!” mu diyecektim? Ömrümde ilk defa olarak, elimde kalem, boş kâğıdın başında saatlerce bekledim. Ne istiyordum? Ne isteyecektim? Hiçbirini bilmiyordum. Bir şeyler karaladım. Karşımdaki şuh hayali gittikçe daha ziyade barizleşiyor, âdeta bir birsam hâline giriyordu. Tam sırtı sıra üç gece uyuyamadım. Biraz dalar gibi olurken ruhumun içinde onun bana ilk hitabını, “Ne hazin parça, değil mi efendim.” sualini işitiyor, siyah alevden gözlerinin karşımda tekrar tutuştuğunu görüyordum. Üçüncü gün sabahı Camsap geldi. Beni yatakta uzanmış görünce:

“Ne oldu sana, bu ne hâl?” dedi.

“Hiç!..” diye cevap verdim.

“Ah hain, gözlerinin altına bak! Kaç gecedir uyumadın?”

“Üç.”

“Üç gece birbiri arkasına poker ha… Allah belanı versin! Gebereceksin!”

“Ne pokeri be!” diye bağırdım, “Üç gündür kimseyi görmedim…”

“Ee bu hâl ne?” diye tekrar sordu.

“Hiç!..” dedim.

Israr etti:

“Söyle, söyle!”

“Galiba bir aşk!” dedim. Camları zangırdatan vahşi bir kahkaha attı. Pencerenin önündeki koltuğu karyolanın yanına çekti. Karşıma oturdu.

“Anlat bakalım bu aşkı! Kırkından sonra saz çalan bey!” dedi.

Zaten anlatmaya ihtiyacım vardı. Başladım Sermet’e nasıl rast geldiğimi, evine nasıl gittiğimi, sonra orada musiki dinlerken birdenbire nasıl Mediha’yı gördüğümü, birdenbire kalbimin nasıl çarptığını söyledim. Zihnimden bir an kaybolmayan hayalinin bütün şekillerini, omuzlarını, dizlerini, kollarını, göğsünü, boynunu, siyah alevden gözlerini, dudaklarını, sesindeki o anlatılmaz ahengi tarif etmeye çalıştım. Gülümseyerek dinliyordu. Ben titriyordum. Nihayet dayanamadı. Sözümü kesti:

“Sus ulan bunak horoz!..” dedi, “İşte gayet basit bir ilkbahar darbesi!”

“Ne demek?” diye yüzüne baktım.

Gülerek cevap verdi:

“Ne demek olacak? Bunak horozlar, güneş bir bulutun altına girince havanın gölge olduğunu görürler. Baştan sabah oluyor sanırlar. Başlarlar gün ortasında ötmeye! Köylüler bu şaşkın hayvanları uğursuz sayarlar. Gün ortasında öttükleri için hemen keserler. İlkbahar da tıpkı bunak horozlar gibi ihtiyarları aldatır. Yılların yorduğu yarı mefluç bir vücut birdenbire yalancı bir çeviklik duyar. Yılların doldurduğu hakikatlerle tıkanmış hayal birdenbire açılır. İşte bu fiziki tesire senin gibi enayiler kanar. Sahiden seviyorum filan zannına kapılır.”

Baharın nebat üzerindeki tesirinden tutturdu, hayvanlar üzerindeki tesirine geçti. “Kızma” fiilinin mevsimlerle münasebetlerini anlatmaya başladı. Ben, Mediha’nın yirmi senedir aradığım hâlde üç gün evvel bulduğum hayali karşısında:

“Heyhat!” dedim, “Sen aşkı bilmiyorsun!”

“Ben ha?”

“Evet, sana yemin edeyim ki seviyorum!”

“Sen ha?”

“Evet, ömrümde ilk defa olarak!”

Camsap tekrar bir kahkaha attı.

“Sen tedaviye muhtaçsın!” dedi.

“Onsuz yaşayamayacağım sanıyorum.”

“Evlenecek misin?”

“Belki…”

“Haydi beni söyletme!” diyerek yüzüme sert sert baktı. Sanki hakikaten söyleyeceği bir şey varmış da ben de hakikaten korkuyormuşum gibi susuverdim. Devam etti:

“Bahar yorgunlar için en tehlikeli mevsimdir. Kanunusanide, karların ortasında çırçıplak gezmek, ilkbaharda sabahleyin çiçek kokuları arasında kelebeklerin peşinde dolaşmaktan daha az tehlikelidir. Vücut soğuk alırsa tedavi mümkündür fakat ruh baharın tesirine kapılırsa iş berbattır. Atasözü, ‘Kırkından sonra azanı teneşir temizler!’ der. İnsan bir bahar sabahı kendi yaşını unutur da kalbini dinlerse akla gelmedik budalalıklara kalkar! Sen de işte mutlaka sabahleyin nezle olacağını düşünmeden pencereni açtın. O baştan çıkarıcı çiçek kokularını, şehvet gıcıklayan rutubeti duydun. Hayalin ateş aldı. Kendini dışarı attın. O gün tesadüf ettiğin bir kadına âşık olduğun zannına kapıldın.”

“Fakat nasıl zannettim, üç gecedir uyuyamıyorum. Bir dakika gözümün önünden gitmiyor.”

“İyi ya, işte tam bir bahar tesiri! Tedavi istersin.”

“Tedavi falan istemem.”

“Perişan olursun.”

Fuzulî’nin bir beytini okumak istedim. Lakin hatırlayamadım. Zihnim o kadar dağılmıştı. Camsap benim gibi yorgun insanların hayallerine, havalarına uyması hıfz-ı sıhhate ne kadar menafi olduğunu hakikaten âlimce anlattı. Ben bir taraftan Mediha’nın hayaliyle meşgul, onun sözlerini redde çalışıyordum.

“Uzun lafın kısası!” dedi, “Ben iddia ediyorum ki sende aşk filan yok! Yalnız bir bahar tesiri! İstersen bunu sana ispat edeyim.”

“Nasıl edeceksin?”

“Gayet basit! Bir ay kadar seni bu bahar muhitinden, bu rutubetli sıcağın içinden çıkaracağım. Ruhunun sıhhati hemen yerine gelecek.” dedi.

“Ben onu unutabilecek miyim?”

“Yirmi dört saat içinde!”

“Nasıl?..”

“Evvela baharın tesirini göstermediği soğuk bir yere gideceksin!”

“Mesela Sibirya’ya!” dedim.

“Hayır, o kadar uzağa hacet yok.”

“Ya nereye?”

“Kireçburnu’na!”

“Kireçburnu neresi?”

“Vay Amerika limanlarının iktisadi hareketlerini yazan muharrir bey, vay! Bu ne coğrafya malumatı yahu! Kireçburnu’nun nerede olduğunu bilmiyor musun?”

“Bilmiyorum!” dedim.

“İşte oturduğu şehri bilmeyen bir münevver daha! Boğaziçi’nde, Sarıyer’den evvel bir iskele!” dedi.

“Ee orada bahar olmaz mı?” diye sordum.

“Gidince görürsün!” dedi.

Ertesi gün için Mehmet’i istedi. Gidip bana orada küçük bir ev tutacaktı. O gittikten sonra ben yine hep hayalimde tutuşan siyah gözlerle, Mediha’nın şekliyle uğraştım. On sene evvel Moda’da bir sarhoş sandalından işittiğim:

Derd-i aşkından rehâyâb olmasınSevmeden gönlüm seni kurtulmasın

şarkısını dün işitmiş gibi tekrarlıyordum. Ertesi günü Camsap Mehmet’le gitti. Ben evde yalnız kaldım. Elime kitap alıyor, okuyamıyordum. Zihnim birbirini tutmaz tahayyüllerle yoruluyordu. Kendi kendime: “Yirmi senedir aradığım kadın enmuzeci!” diyordum. Karşıma elle tutulabilecek derecede vazıh hayali geliyor, “Ne hazin parça, değil mi efendim!” diyordu. O hazin parçanın kulağımda tekrar çınladığını duyuyordum.

***

Hakikaten bitmiştim. Uykusuzluk, üzüntü vücudumu son derece zayıflatmıştı. İki gün sonra Mehmet’le Kireçburnu’nda Camsap’ın tuttuğu eve göç ettim. Ömrümde ilk defa buraya ayak basıyordum. Karadeniz Boğazı’nın ta karşısında minimini bir köy! Dik bir derenin içinde! Daha ağaçları çiçek açmamış, kırları yeşermemişti. Kelebek, kuş falan yoktu. Hiç dinmeyen rüzgâr tabiatın ezelî hiddeti gibi durmuyor, dinlenmiyor, ha bire esiyordu. Tuttuğumuz ev ta tepedeydi. Penceresinden Karadeniz Boğazı lacivert bir ademe açılmış geniş bir delik gibi görünüyordu. İhtimal, bu mevsimde, Kutb-ı Şimalî buradan sıcaktır! İlk geldiğim gün karnım ağrımaya başladı. İkinci gün romatizmalarımla beraber uyandım. O kadar soğuktu ki hiç durmadan sobayı yaktığımız hâlde yine bir türlü ısınamıyordum. Mehmet’i sandalla Sarıyer’e gönderdim. Beş şişe konyak aldırdım. Mehmet orada konuştuklarına soğuktan bahsetmiş. Sarıyerliler: “Kireçburnu’nda ağustosta insan donar!” demişler. Hakikaten bunda mübalağa yok. Yatağımın içinde sıcak sıcak ıhlamurları birbiri arkasına içtikten sonra beraber getirdiğim kitapları okuyordum. On beş gün hiç ısınamadım, yataktan çıkabilsem belki yazı da yazacaktım fakat bu mümkün değildi. Donacağım sanıyordum. Burası hakikaten Kutb-ı Şimalî’den koparılmış bir parçaydı!

Bir cuma günü Camsap geldi. Beni yatakta görünce: “Hasta mısın!” diye sordu.

“Hayır.”

“Niye yatıyorsun?” dedi.

“Üşüyorum da.”

“Oh, pekâlâ! Nasıl hâlâ aşkını düşünüyor musun?”

“Soğuktan meydan bulamıyorum!” dedim. Evet gece uykusuz kalmak şöyle dursun, on dört saat deliksiz bir ölüm uykusuna dalıyordum.

“Gördün mü…”

Güldüm:

“Fakat, ya buraya temmuza doğru bahar gelirse!”

“Gelmez! Ağustostan evvel kış yetişir!”

“Ya ben yine baharın yaşadığı bir yere kaçarsam!”

Camsap: “Yine para etmez!” diyerek güldü, “Artık bahar seni aldatamaz. Heyecanının yalan olduğunu, hissinin galat olduğunu sen şimdi anladın! Bir daha aldanmazsın!..”

Karşı karşıya ısınmak için içine konyak döktüğümüz çayları bir ala içtik, dışarıdaki daimî fırtına gürültüler koparıyor, tenha, dik yokuşta bir köpek havlıyordu.

***

(…) Soğuğa bir hafta daha dayanamadım. Mehmet’le yine köşküme ricat ettim. Bahçemin tarhlarındaki bütün çiçekler açmış, kelebekler daha çoğalmıştı. Şedit bir azimle Mediha’yı düşünmeye kalktım. Odama kapandım. Bir türlü hayalini gözümün önüne getiremedim. Sesini hatırlayamıyordum. Kalkıp Mühendis Sermet’e gitmeyi düşündüm, üşeniyordum. İçimden aklın latif sedası, “Başka işin yok mu? Behey sersem!” diyordu.

Derd-i aşkından rehâyâb olmasınSevmeden gönlüm seni kurtulmasın!

şarkısının bestesini bir türlü bulamıyorum. Dün yazıya oturacağım zaman masamın üstünde uzun bir kâğıt elime geçti. Baktım Mediha’yı gördüğümün ertesi günü yazmaya kalktığım mektubun müsveddesi! Oh ya Rabbi! İyi ki göndermemişim! Camsap imdada yetişmiş, vakit bulamamışım! Yoksa ne gülünç olacaktım! Benim gibi saçlı sakallı bir adamın on yedi yaşında bir züppe gibi aşk mektubu yazması ne rezalet!

***

Bu gülünç mektubu tekrar tekrar okuduktan sonra ruhumda üç hafta evvel tutuşan muvakkat buhranın hikâyesini çabucacık şu sayfalara yazdım. Fakat niçin ilkbahar, bu tabiatın şeytanı, beni yirmi sene evvel baştan çıkarmadı? Niçin uzun bir gençlik içinde kadına, aşka, heyecana, muhabbete yabancı yaşadım? Camsap gelince soracağım. Bakalım bunu da izah edebilecek mi?

NASIL KURTARMIŞ?

Kasaba içinde Kadı Mustafa Efendi’den hazzeden kimse yoktu!

Dört parmak, siyah, çatık kaşlarıyla; küçük parlak gözleriyle; sık, siyah sakallarının, ürpermiş, çalı bıyıklarının arasından görünen iri beyaz dişleriyle, insana hemen saldıracak, ısıracakmış gibi yüzü daima buruşuktu. Buz tutmuş sirke kadar ekşiydi, hiç gülmezdi, pek sertti. En sakin lafı bile havlar gibi hamle hamle söyler, sonra birdenbire susuverirdi. Fakat şöyle bakarken insana; yüzüyle, hareketleriyle, sözleriyle pek fena tesir bırakan bu doğru kadı kendi kalbinin çok iyi olduğuna kaniydi. Herkesin iyiliğini isterim, sanırdı. Herkesi acı sözleriyle haşlar ama elinden gelecek muaveneti de saklamamaya çalışırdı.

Sertliğine, birdenbire alevlenmesine, bazen ağzından çıkan sözü kulağının işitmemesine itiraz edenlere:

“Siz ne anlarsınız, halk beni gözü gibi sever!” derdi.

***

Bir cuma günü sabahleyin Şadırvan Meydanı’nda, Avukat Hüsamettin Efendi’nin dükkânında oturuyordu. Hemen kasabanın bütün eşrafı orada idi. Namaz vaktini beklemeye gelmişlerdi! “Tatlı dil, güler yüz”den bahsolunuyordu. Ömründe hiç gülmeyen Mustafa Efendi, işittiklerini hep kendine, üzerine alındı. Müdafaa için ağzını açacak oldu. Düşündü, sustu. Fakat eşraf efendiler münakaşalarında daha ileri gittiler.

На страницу:
2 из 3

Другие электронные книги автора Омер Сейфеддин