
Kadife Yapraklar
Karar çok ağır çok vahşiane idi. Derebeyi gözlerini kaldırdı, on sekiz yaşında olan büyük oğluna dikti ve:
– Oğlum, dedelerinin bir zerre kadar kanı damarlarında varsa, emirlerini yerine getir. Önce benim sonra da sırasıyla ananın, kardeşlerinin ve bacının başını kes. Seni bu kahramanlığınla dünya kaldıkça yurdaşlarının bir mefharet abidesi kalacaksın. Sen, bunu yapmayacak olursan ailemizin nesli inkıraza uğrayacak ve aynı zamanda daha zalimane öldürülecektir.
Aile efradı birer birer yalvardılar. Genç konuşamıyordu. Donmuş gibi idi. En sonra annesi büyük oğlunun önünde diz çöktü. Göğsünü açtı. Pençeleriyle memelerini sıkarak:
– Ey yavrum, dedi, babanın oğlu olduğunu ispat edecek zaman geldi. Sana verdim, hakkı helal ettim. İster misin namahrum el değmeyen, seni besleyen bu memeler cellât pençesiyle kirlensin? Hayır, sen mertsin, namert olamazsın, bizi öldür. Dedikleri gibi öldür. Bizden sonra çabuk evlen, evlatlarına anlat, bu toprakları kurtr. Genç başını kaldırdı:
– Peki, dedi.
Artık bütün aile efradı çılgın bir sürur içindeydiler. Bir saat sonra siyaset meydanına çıkarılan bu aile efradı düğüne gelmiş gibi şen idiler. Yalnız derebeyinin büyük oğlunun omuzlarında çok ağır bir yük varmış gibi beli bükülmüş, çehresini derin bir hüzün sarmıştı. Üzerine baş konulacak ağaç kütüğünün önünde durdu. Bir mahşer seyircinin iğrenen bakışları karşısında baltayı kaldırdı. Baba yaklaştı. Başını kütüğün üzerine bıraktı:
– Oğlum titreme, aslancasına vur. Bir kaç saniyeden sonra hepsi biter, dedi.
Gencin elindeki balta havaya kalktı, indi, sırasıyla beş defa balta yükseldi, indi. İşi sonuna ermişti. Baltayı elinden fırlattı. İlerledi, birer birer kestiği başların alınlarını öptü. Bir şeyler mırıldandı. Ve ağır ağır mert adımlara meydanı terketti.
Hadiseden otuz sene sonra idi, düşmanı, derebeyin oğlu perişan ederek kovdu. Mukaddes vatanı temizledi, yurdunu istiklale kavuşturdu. Millet milli bayram yaparken, o annesinin türbesi üzerinde gözyaşları döküyordu62.
KORKUNÇ BİR GÜN
Fehmi Arap Ağa Kerkük Gazetesi 8.8.1952Tarihli Sayı– Sana ne oldu, yirmi dört saat zarfında gül gibi soldun, saçların bile ağardı. Hasta da değilsin.
Komşu karı, bu sözleri, genç ve daha bir gün evveli işsiz kalmış genç ve çok bir güzel kadına söylüyordu. Genç kadın, derinden bir ah dudaklarına kadar fırladı ve cevap verdi.
– Benim geçirdiğimi cinsimizden başka birisi geçirseydi, ya çıldırır veyahut da şimdi türbede bulunurdu, anlatayım sana, dedi: “Harbin son seneleri idi, hastanede çalışıyordum. Bulunduğum koğuştaki operatör değerli, namuslu bir gençti. Onunla kardeşçe bir münasebetimiz vardı. Bir gün onun misafirliğine genç bir harp zabiti geldi. Bir kaç gün onda misafir oldu. Bu misafirliğinde onunla tanıştık. O kadar uyanık, o kadar samimi idi ki, ister istemez kendisini ban sevdirdi. Ve o da beni çıldırasıya sevdi. Bir kaç gün sonra orduya iltihak etti. Harp bitti, zaman geçti. Ben hastaneden çıktım, o ordudan ayrıldı. Doktor hususi bir iyade/ muayenehane açtı. Kaderin görülmez eli bir daha üçümüzü bir memlekette topladı. Benle zabit evlendik, doktor mütemadi eski arkadaşı sıfatıyla evimize gelip giderdi. Zevcim hastalandı. Arkadaşımız olan doktor kendisine bakıyordu, icap edecek dermanları reçetesiyle celp ettiriyordu. Ben hiç bir şey hissetmiyordum. Yalnız bir gün bana:
– Doktora söyle daha gelmesin
– Niçin? Dedim.
Cevap vermedi ve bir gün daha geçti. Geçtikten sonra bir sabah kapalı büyük bir zarf bana verdi. Ve:
– Bunu gelen müvezzie ver, dedi.
Pul da bırakılmış idi. Üç dakika sonra müvezzi geldi. Ben de zarfı okumadan teslim ettim ve hastanın odasına çıktım. Bana:
– Zarfı verdin mi? Dedi.
– Verdim, dedim.
Aheste aheste hatvelerle kapıya yaklaştı ve kapının kilidini çevirdi. Kilit bağlandıktan sonra anahtarı cebine soktu. Yatağı altından çıkardığı tabanca ile üzerime yürüdü. Zevcim müthiş bir sıtmanın çıldırıcı tahribi altında kendi kendini kaybetmişti. Bana dedi:
– Sefil karı, sen hayatımı, seninle aşkın doktor zehirlediniz. Ecza yerine sem bıraktınız. Fakat ben de intikamı çok acı aldım. Bilir misin ne yaptım? Sana verdiğim zarf hâkim-i tahkike idi. Bana, aşkınla sem verdiğinizi anlattım. Ve bana verdiğiniz eczalara / ilaçlara kendim zırnık karıştırdım ve onun küçük ayyınelerini/ örneklerini zarfa bıraktım. Mektubumda seni öldürdükten sonra kendimi öldüreceğimi yazdım. Benim için intikam alınmış demektir.
Bir hatve / bir adım daha attım. Tabancayı kaldırdı. Kalbimin hizasına kadar yükseltti. Gözleri o kadar korkunç idi ki, şimdi bile hatırlayınca ödüm patlıyor. Parmağını tetiğe bıraktı çekmeden düştü. Öldü. Ben bir kaç dakika heykel gibi oldum. İlk hatırıma gelen şey tabancayı elinden çıkarmak oldu. Ben, tabancayı parmakları arasından kurtarmak isterken, tabanca patladı. Korkum daha ziyadeleşti. Acaba komşular bu sesi işittiler mi? Delicesine anahtarı cebinden aldım. Odayı açtım dışarıya koştum. Maksadım müvezzie yetişmek ve mektubu geri almaktı. Süratle evin garajına ulaştım.
Otomobili çılgınca çıkarırken bir komşu çocuğunu az kala çiğneyecektim. Otomobili var kuvvetle sürdüm. Müvezziin gittiği itticahı / yönü biliyordum. Onu yakaladım. Kendisine dedim:
– Zevcim mektupta bir takım şeyler unutmuş, hastadır lütfen mektubu ver, ikinci defa uğrarken al.
Müvezzi bana cevap verdi:
– Mektup benimdir. Deseydiniz verirdim. Mademki zevcinize racidir / aittir, veremem. İmkânı yoktur. İstersen müdüriyete gel oradan alınız.
Müvezzii otomobile bindirdim. Müdüriyete gittik, müdürle görüştüm. Müdür behemehâl mektubun açılması icap edeceği benim de bir taahhütname vermekliğim / vermemin lüzumunu dermeyan etti. Benim için ancak bir şey kalmamıştı.
– Hayır, dedim, yapamam.
O üzücü meyusiyetle geri döndüm. İstikbalimi görüyordum. Karanlık idam odası ve daha neler, neler. Eve döndüm. İki dakikadan sonra doktor geldi. Her şeyi açık kendisine anlattım. Zavallının rengi mosmor kesildi. Ben, kaçalım dedim. O, hayır dedi. Kadere teslim olmaktan başka çare yoktur. Bu anda kapı şiddetle vuruldu. Her ikimiz heykel gibi donmuştuk. Doktor:
– Aç kapıyı, dedi.
Titrek hatvelerle/ adımlarla ilerledim kapıyı açtım. Gelen posta müvezzii idi. Güle güle dedi:
– Teessüf ederim aramızda geçen münakaşaya, buyurun zarfı iade ediyorum. Çünkü pulu noksandır. Artık bacı tasavvur et, bu günde çektiğim öldürücü, birbirini deli eden hadiseleri, dedi. Ve gözlerinden iki damla yaş aktı63.
Diğer örnekler için şu kaynaklara başvurabilirsiniz:
1- Necme gazetesi: 27 Temmuz 1920 tarihli sayı. Siyah Kırlangıç hikâyesi, L… imzası ile yayımlanmıştır.
2- Yeni Irak gazetesi: 23 Eylül 1934 tarihli sayılardan itibaren 6 Hikâye yayımlanmıştır. Bunları Şe-küfe Şadan yazmıştır64.
3- Kardeşlik dergisinde yayımlanan ilk hikâye: “Saime Abla” adındadır. Haşim Kasım Salihi tarafından yazılmıştır. (yıl 1, sayı 2, 1961)
4- Yurt gazetesinde yayımlanan ilk hikâye: “Payton-cu Maruf” adındadır. Köroğlu Maruf imzasıyla yayımlanan bu hikâye Abdülhüseyin Faris’a aittir. (sayı 29, 1970)
5- Birlik Sesi dergisine ilk hikâye Yurt Sever imzasıyla Abdüllatif Benderoğlu’na ait Demiri Çeliğe Dönderdim/ döndürdüm/” adındadır.
IRAK TÜRKMEN EDEBİYATINDA HİKÂYE VE ROMAN
Kökü, Türk edebiyatının beslendiği kaynaklardan beslenen Irak Türkmen edebiyatının uzun bir geçmişi vardır. Hikâye ve roman bu edebiyatın temel türlerini oluşturur. Ancak bu türler edebiyat tarihçilerince gerektiği kadar incelenmemiş, irdelenmemiş, değerlendirilmemiştir. Hep kısa tümcelerle atlatılıp geçilmiş ve hatta zaman zaman geri kalmışlıkla suçlanmıştır. Uzun yıllar kendi dillerinde eğitim görmekten mahrum bırakılan Irak Türkmenleri, nasıl ki varlıklarının bölünmez bir parçası olduğuna inandıkları kültür ve edebiyatlarını göz bebekleri gibi koruyarak bugüne kadar sağ ve sağlam getirebilmişlerse, bu edebiyatın hikâye ve roman türlerine de gereken özeni göstermekten geri kalmamışlardır.
Bu araştırmada Irak Türkmen edebiyatında hikâye ve roman türleri geçmişten günümüze kadar, geçirdiği evreleriyle ele alınmakta ve günümüzdeki konumu belirlenmeye çalışılmaktadır.
1. Giriş
Irak Türkmen edebiyatı, Lozan (1924) ve Ankara (1926) anlaşmalarından sonra Türk dünyası edebiyatından, özellikle de Anadolu edebiyatından farklı olarak kendine özgü bir çizgi oluşturmaya başlamıştır. Zira bu anlaşmaların sonucu olarak, Türkmenlerin Misak-î Milliye ve ana vatan gözüyle baktıkları Türkiye’nin dışında kalmaları kesinleşmiştir. Bu tarihlere kadar Türk dünyası edebiyatı hangi kaynaklardan beslenmişse, Irak Türkmen edebiyatı da aynısından beslenmiştir. Dolayısıyla araştırmacılar65, Irak Türkmen edebiyatının iki ana bölümde incelenmesini tercih etmektedirler. Bu bölümün birincisini, 20. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti ile ortak Türk edebiyatı, ikincisini İngiliz İşgalinden (1918) başlayarak günümüze kadar gelen dönemi içine alan, Türkmen edebiyatı oluşturmaktadır. Dikkat edilirse, ikinci bölüme Türk edebiyatı yerine Türkmen edebiyatı ifadesini kullandık. 1918 yılına kadar Irak’ta yaşayan Türklere, Irak Türkleri denmekteydi. Ancak İngilizler, Lozan anlaşması sırasında sırf siyasi nedenlerden dolayı, bu adlandırmayı Türkmen diye değiştirmeye başladı66. İngilizlerden sonra kraliyet ve cumhuriyet devirlerinde ırkçı Arap yönetimleri de, Irak’ta yaşayan Türkleri, Türkiye’deki soydaşlarından uzaklaştırma ve farklı gösterme çabasıyla, bu deyimi olduğu gibi benimsedi. O tarihten günümüze kadar resmi kayıtlarda Irak Türkleri, Türkmen olarak anılmaktadır. Ancak Irak Türkleri/ Türkmenleri bu deyimlerin nerelerden türediğini, nelere dayandığını bildikleri için, bu konuda her hangi bir hassasiyet göstermemekte, gerek konuşmalarında, gerekse de yazılarında birini diğerinin yerine huzursuzluk hissetmeden kullanmaktadırlar67.
Bu ad değiştirme konusunu, fazlaca kaygılanmadan atlayan Irak Türkmenleri, dil konusunda oldukça kendilerini sıkı tutmuş, titizlikle davranmışlardır. Bölge ve boylara göre Türkçeyi renkli şiveleriyle konuşmalarına rağmen, edebiyatta Türkiye Türkçesini en güzel şekliyle kullanmaya çalışmışlardır. Ancak 1931 yılında Kerkük hariç ve 1937 yılında Kerkük de dâhil olmak üzere, bütün Türkmen bölgelerinde Türkçe eğitim veren okullar kapatılınca, Türkmenler, Türkçeyi okul yoluyla öğrenmekten mahrum edilmişlerdir68. Bu eylem, zamanla yeni edebiyatçı kuşağın edebiyatına yansımıştır. Ellili yılların ortasından itibaren yetişen edebiyatçıların yazılarında, Türkiye Türkçesinden uzaklaşıldığının ilk çizgileri görünmeye başlar. Git gide bu çizgiler derinleşir: Artık Türkçe Türkçesiyle yerel şive, edebiyat eserlerinde birbirine karışmış olarak ortaya çıkar. Böylece dilde bir tür pürüzlük yaşanmış olur. Hikâye ve roman, şiirin tersine, uzun tümceler ile diyalog ve tasvir unsurlarına dayalı bir edebiyat türü olduğu için, bu dil karışıklığından, bu dil pürüzlüğünden en çok payını almış, en çok eklenenmiş olur. Ancak Türkiye’de eğitim gören edebiyatçılar ile dilini kişisel çabalarla durmadan geliştirmeye çalışan edebiyatçıların eserlerinde bu gibi karışıklıklara nadiren rastlanır.
2. Irak Türkmen Edebiyatında Hikâye ve Roman (Ortak Dönem)
2.1. Kıssadan Hisse ve Ahmet Methet EfendiEdebiyat tarihçilerine göre hikâye, çağdaş anlamıyla on dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da başlamıştır. Oradan, Tanzimat devrinde Türkiye’ye geçmiş ve tiyatroyla birlikte yoğun rağbet görmüştür. Türk edebiyatında hikâye türünün yerli ürünleri, Ahmet Mithat Efendi’nin 1870 yılında basılan “Kıssadan Hisse” ve 1871’den 1895 yılına kadar dizi halinde 25 cüz devam eden “Letaif-i Rivayet” adlı kitaplarıyla başlamıştır69. Ahmet Mithat Efendi (1844–1912), Mithat Paşa ile birlikte Irak’a gelerek Zevra gazetesinin kurucusu ve ilk başyazarlığını yaptığı sıralarda “Kıssadan Hisse” kitabını Bağdat’ta yazıp yayınlamıştır 70.
Bu gerçeği göz önünde tutarak, Türk edebiyatında ilk hikâye ürününün Irak›ta gün ışığı gördüğünü söyleyebiliriz. Bu yeni bir keşif değildir. Türk hikâyeciliği ile tüm ilgilenenler, bu gerçeğin yıllar önce saptanıldığını çok iyi bilirler. Ancak bu, Irak Türkmenlerinin başlangıçtan beri, her şeyde olduğu gibi, edebiyatın hikâyecilik türünde de büyük bir talihsizlik yaşadıklarını göstermeye değer ve diğer bir örnektir.
Ahmet Mithat Efendi hayatı boyunca iki yüz kadar kitap yayınlamıştır. Bunların büyük bir bölümünü roman ve hikâye kitapları oluşturmaktadır. Yazı yazmakta eriştiği bu hız yüzünden, Cenap Sahabettin onu “Kırk beygir kuvvetinde bir yazı makinesine” benzetmiştir71. Onun, 1871 yılında sırf kişisel nedenlerden dolayı Bağdat’ı terk edip tekrar İstanbul’a dönmek zorunda kalması, Irak Türkmen edebiyatının kaderinde büyük bir çöküntüye yol açmıştır. Düşünelim, Ahmet Mithat Efendi yaşamını Bağdat’ta bir on yıl kadar bir süre daha geçirmiş olsaydı, yayınladığı kolay ve zevkle okunur hikâye kitaplarıyla bu edebiyat türünde bir kaç yazarın yetişmesine öncülük etmekte rolü olmayacak mıydı? Elbette ki olacaktı. Ancak onun kaderi bu rolü Irak’ta değil Türkiye’de oynamak ve Şevket Rado›ya göre, Hüseyin Cahit Yalçın, Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim gibi yazarların yetişmesi için yol döşemekti72. Oysa Türkmen edebiyatı yeni bir hikâye eserinin gün ışığı görmesi için, elli yıl kadar bir zaman daha durup bekleyecekti. Bu eseri Kerküklü Mahmut Nedim yazacak.
2.2. Mübarezeyi Aşk ve Kerküklü Mahmut NedimKerküklü Mahmut Nedin Osmanlı veya Ortak döneminin ünlü yazarlarından biri olarak, birkaç eser meydana koymuştur73. Mübarezeyi Aşk veyahut Marmara Denizinde Bir Mezar”74 adlı eseri bunlardan biridir. Bu eser, millet tarafından beğeniyle karşılandığı için 1325 Rumi (1909 M.) yılında Bağdat’ın “Adap” ve “Vilayet” basımevleri tarafından iki kez yayınlanmıştır.
Yazar eserinin ne kapağında ne de önsöz niteliğindeki iki sayfalık giriş bölümünde roman veya hikâye yazdığı savında değildir, ancak “iki ruhun, iki sima-yı hazinin sergüzeşt-i garibanlarını yazmak istediğini”75 söylemektedir.
Burada, sergüzeşt sözcüğünün üstünde az çok durmak istiyorum. Macera, serüven, baştan geçen veya yaşanılan olay anlamına gelen sergüzeşt sözcüğünü, yazar, çoğunlukla bilerek kullanmıştır. Kim bilir belki de bu sözcüğü, dünkü anlamıyla “hikâye” bugünkü anlamıyla “öykü”, belki de “roman” kavramları yerine kullanmıştır.
Sergüzeşt sözcüğü bir ara Türk edebiyatında roman ve hikâyelere verilen adların sonuna getirilerek, yazılan eserlerin roman ya da hikâye olduğuna bir işaret olarak kullanılırdı. Örneğin; Tanzimat hikâyecilerinden Emin Nihat’ın “Müsamere Name” adlı eserinin içerdiği yedi öyküden altısının adına sergüzeşt sözcüğünü bitişik olarak kullanılmıştır. Nitekim birinci hikâye “Paşazade Binbaşı Rıfat Beyin Sergüzeşti” adındadır. Sami Paşazade Sezai’nin de yazmış olduğu tek roman “Sergüzeşt” (1305 Rumi, 1889 Miladi) adını taşır.76
Böylece denebilir ki; Kerküklü Mahmut Nedim hikâye veya roman yazdığının savına gitmemişse de, sergüzeşt deyimini eserinin ilk sayfalarında kullanmasıyla bunun bilincinde olduğunu saptamak istemiştir. Zaten “iki ruhun, iki simayi hazinin” yaşadıkları acıklı serüveni anlatmak, ancak bir hikâye ya da bir roman çerçevesi içerisinde düşünülebilir.
Sayfa sayılarını göz önüne alırsak, kırk üç sayfadan oluşan “Mübarezeyi Aşk” eserini bir roman saymak doğru sayılmaz. Böylesi romanlar, araştırmacılara göre “kısa roman” ya da “uzun hikâye” diye tanımlanır. Üstelik yazar, eserin her hangi bir yerinde anlattığı ana olayın dışına çıkmamakta, ayrıntılara her hangi bir ölçüde yer vermemektedir. Ufak tefek mekân tasvirleri hariç, olay önceden düşünülmüş iki paralel çizgi içerisinde yol almaktadır.
Roman olanaklarından yararlanılmadığı ve sayfa azlığı yüzünden eseri uzun bir hikâye olarak kabul ediyoruz. Hikâyede, zengin bir İstanbullu ailenin genç bir kız ile harbiye okulunda öğrenci olan bir Kerküklü arasında yaşanan acı bir aşktan söz edilmektedir. Bu aşk, iki gencin dramatik bir şekilde intihar etmeleriyle sona ermektedir. Bugün için zor anlaşılır olan bir dille yazılan hikâye, yer yer çekici tasvirlerle süslenmiştir.
2.3. Kadın Kalbi ve Hayrettin FarukîTürkmen edebiyatında ilk roman Osmanlı döneminin son yıllarına rastlayan bir tarihte yazılan Kadın Kalbi adını taşır. Bu romanı 1331 Rumî (1915 M) yılında Musullu bir gazeteci ve yazar olan Hayrettin Farukî yazmıştır. Roman Farukî’nın yedi eserinden, on beş yaşındayken yazmış olduğu ilk eserdir. Ancak zamanında yayınlanmamıştır77. Yazarın vefatından sonra Bağdat Müzesi, Milli Elyazması Eserleri Merkezine tevdi edilmiştir. Son zamanlarda ele geçirilmiş ve bir inceleme ile birlikte, tam metni Latin harflerine aktarılarak edebiyat dünyasına sunulmuştur.78 151 sayfadan oluşan roman, zamanının tanınan bir kaç edebiyatçısı tarafından takriz ile değerlendirilmiş ve eşsiz bir eser olarak nitelendirilmiştir.
Romanda birkaç kişinin öyküleri iç içe söz konusu edilmektedir. Bunlar birbirlerine ailece bağlı olan kişilerdir. Aralarında güzel özelliklere sahip olanları bulunduğu gibi, kötü olanları da vardır. Hayatta olduğu gibi roman boyunca da, hayır ile şer, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik sürekli bir çatışma halindedir. Romanda olağanüstü veya harika bir olay söz konusu değildir.
Bu bakımdan romanı gerçekçi olarak nitelemek olasılığı vardır. Ancak romanın dili, romanda kullanılan mübalağalı ifadeler, bu gerçekçiliği kimi kez zedelemektedir.
Romanda anlatıcı, romanın yazarıdır. Tüm olayları gören, bilen bir konumdadır. Kişilerin düşündüklerinden haberdar, duygularından haberdardır. İç dünyalarında olup bitenleri bilmektedir. Ara sıra olayın akışını durdurarak, kişilerin şahsiyetlerini tahlil etmeye, şu veya bu konularda kendi düşüncelerini ileri sürmeye çalışmaktadır. Aşk konusunda, zorunlu evlenmek konusunda, aileye isyan etmek konusunda kendine özgü görüş ve düşüncelerini bazen satırlar arasında değil, uzun paragraflar halinde vermektedir. Çoğunlukla da bu paragraflarda -ey kari’diye okura direkt olarak hitap ettiğini gizlememektedir. Başka bir deyimle, yazarın sesi, romanın her bölümünde, bazen çok alçak bazen de gür bir şekilde duyulmaktadır. Bu gibi çıkışlar, eski romanların, özellikle de Türkiye’de Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemlerinde yazılan romanların ortak özelliklerinden biridir. Bu nedenle roman için takriz yazanlar, yazarın bu tutumunu yadsıyamamış, tersine, görüşlerine katıldıklarını bildirerek, romanın değerini artırdığını, hatta ona “ hikemi”, “felsefi” bir nitelik kazandırdığını ileri sürmüşlerdir.
Romanda mekân son derece sınırlı, çevre son derece kapalı ve dardır. Oysa zaman, kronolojik akışını, karakterlerin çocukluklarından yetişkinlik dönemlerine kadar geriye dönüşümsüz olarak sürdürmektedir.
Romanın adıyla içeriği arasında üstünde durulmaya değer bir ilişki vardır. Romanda başrolü oynayan üç kadın vardır. Ayni aileye mensup olan bu kadınlar sırasıyla Kâmran, Nüzhet ve anneleridir. Kalpleri üç ayrı tipten, karakterleri üç ayrı tiptendir. Birincisi uysaldır, ses çıkarmaz, karşı koyamaz. Biriktirdiği acıyı kimseye açamaz. Düştüğü çileden kendi gücüyle kendini kurtarmaya çalışır. Ancak bunu her zaman yapamaz. İşler çıkmaz notaya gelince her kesle sitemleşir, her kesi suçlu olarak görür Sözü “siz beni öldürdünüz” demeye kadar getirir İkincisi ise kendini kolaylıkla ele veremez. Yıpranan yanlarını onarmayı iyi bilir. Yaşadığı olumsuz deneyimlerden daha güçlü çıkar. Gerçekçidir. “seni seviyorum sözlerini benden evvel kimseye söylemiş misin” soran kocasına “evet” demekten çekinemez. Çünkü kendinden ve yaptıklarından emindir.
Üçüncüsü, bütün ihtişamıyla anne kalbidir. Özverinin sembolü, fedakârlığın simgesidir. Derindir, alabildiğine saklayabilir, gömebilir dertlerini. Ne fırtınalar yaşarsa yaşasın, gözlerinden akan yaşı kimseye bildiremez. Oğlundan aldığı tokata, aile bağını bozmamak için dayanır. Oğlu ölür, kızı ölür, kızının sevgilisi ölür, feryat figan edemez. Her kadının kalbinde bir roman vardır. Hayrettin Farukî romanın adına Kadın Kalbi demesiyle hem romanın içeriğine uygun, hem de okurun ilgisini çekmek bakımından yerinde bir ad kullanmıştır.
Hayrettin Farukî’nin Kadın Kalbi adlı bu romanı, edebiyat dünyasında bu adı taşıyan tek roman değildir. Türk edebiyatında Safvet Nezihi’nin (1871- 1939) 1903 yılında yazmış olduğu ve 2009 yılında Dr. Mümtaz Sarıçiçek’in yayına hazırladığı adaş romanıyla79, Rus yazarı Anton Çehov’un (1860-1904) yine aynı adı taşıyan bir romanı vardır80. Ancak Hayrettin Farukî’nın ne bu yazarlardan ne de bu romanlarından etkilendiği söz konusu değildir.
Hayrettin Farukî, uzun bir süre Musul’da yayımlanan el-Necah ve daha sonra Musul gazetelerinde muharrir ve başyazar olarak çalışmıştır. Bu gazetelerle birlikte Kerkük’te çıkarılan Havadis gazetesinde yüzlerce siyasi, sosyal ve edebi yazılar yazmıştır. Bu yazılar arasında hikâyelerin de bulunduğu tahmin edilmektedir.
Ancak o gazetelere ulaşılması mümkün olmadığı yüzünden bu hikâyelerin tespiti günümüze kadar gerçekleşmemiştir.
2.4. Gazete ve Dergilerde Türkmen HikâyeleriYukarıda sözünü ettiğim o iki eser dışında, bu dönem sırasında Irak’ta çıkarılan dergi ve gazetelerde yayımlanan hikâye ve romanların bu güne kadar ciddi bir incelenmesi yapılmamıştır. Çünkü bu dergi ve gazetelerin birçoğu, zamanın hışmını sağlıkla atlayamadığı için günümüze ya kati olarak ulaşamamış ya da parmakla sayılacak kadar birkaç nüshası dağınık sayılarıyla ulaşabilmiştir.
Söz gelimi;
Kerkük’te tam Türkçe olarak 1912 yılından 1918 yılına kadar devam eden Havadis gazetesinin ele geçen nüshalarında ilk serbest şiirlerin yayınlandığı tespit edilmişse de, hikâyeye yer verip vermediği kesin olarak öğrenilmemiştir.
Oysa 1913 yılında tek 11 sayı çıkarılan Maarif dergisinde, eleştiri ve edebiyat tarihi ile ilgili yazıların ilk ciddi örnekleri yanında, birkaç hikâye nitelikli yazıların da bulunduğu bilinmektedir. Bunlar arasında Ali Kemal Kahyaoğlu’nun “Küçük Hikâye”81 başlıklı hikâyesiyle Mekki Lebib’in “Gözlük”82 hikâyesi gözlerden kaçmamaktadır. Dergide, “Gözlük” hikâyesi ötekinden daha sonra yayınlanmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz bilgiler ortaya çıkmadan önce, birçok edebiyat tarihçisi tarafından Irak Türkmen Edebiyatında ilk hikâye olarak kabul edilmiştir83.
3. Irak Türkmen Edebiyatında Hikâye ve Roman (1918’den Günümüze kadar)
Irak Türkmen hikâyeciliği açısından bu dönemi birkaç bölümde ele almak mümkündür. Zira her bölümün zaman dilimi içerisinde yaşanan koşullar, genel olarak edebiyat çalışmalarını ve özel olarak hikâyeciliği farklı bir şekilde etkilemiştir.
3.1. İngiliz İşgali ile Krallık Dönemi (1918-1958)1918 yılında Irak, İngiliz işgaline uğradıktan sonra Irak Türkmenleri Türkiye’den ve dolayısıyla Türk dünyasından kesin olarak koparılmışlardır. Bu sırada Havadis gazetesi başta olmak üzere, Türkmenlerin tüm basın ve yayın organları durdurulmuş, İngilizlerin gözetimiyle Kerkük’te Necme (1918- 1926/1282 sayı) ve Teceddüt (1920/ dört sayı) adında iki gazete çıkarılmıştır. Tam Türkçe olarak çıkarılan bu gazetelerde, sözünden edilmesi gereken hikâyelerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Bunların başında iki hikâye vardır, ikisi de Nermce gazetesinde yayınlanmıştır. Gazetenin 11. 3. 1920 tarihli sayısında M. Refik rumuzuyla yazılan “Belki Gelir” başlıklı sembolik hikâyede yazar, Osmanlı devletini sevgilisine benzetmekte ve hasta olmadığını edebi bir dille ifade ederek bir gün geleceği ümidiyle onu hep bekleyeceğini anlatmaktadır. İki gün sonra R. A. Rumuzuyla “Gelmez ve Gelmeyecek” adıyla yayınlanan ikinci hikâyede, sevgilinin ölümle pençeleşmekte olduğu bildirilerek, artık bir daha gelmeyeceği vurgulanmaktadır84.
Bu iki hikâyede olduğu gibi, Necme gazetesinde yayımlanan hikâye ve sosyal makale yazarlarının birçoğu, asıl adlarını okurlardan gizleyerek rumuz kullanmışlardır. Ata Terzibaşı’ya göre milletin tepkisine uğramamak için bunu böyle yapmışlardır. Çünkü Türkmenler, Osmanlıları Irak’tan çıkardığı için İngilizleri, bir gün olsun bile sindirememiş ve Necme gazetesini İngilizlerin sözcüsü görerek, gazeteyi uzun bir zaman boykot etmişlerdir.85
1921 yılında kral Faysal’ın tahta çıkışıyla başlayan krallık devri, Türkmen edebiyatı açsından, İngiliz İşgali devrine göre daha verimlidir. Bu verimlilik üç gazetenin yayın hayatına başlamasına bağlanabilir. Bunlar sırasıyla, başlangıçta tam Türkçe, daha sonraları yarı Türkçe yarı Arapça olarak çıkarılan Kerkük (1926 -1972) ve tam Türkçe olarak çıkarılan İleri (1935/ 16 sayı) ve Afak (1954 -1959/ 202 sayı) gazeteleridir.