Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü - читать онлайн бесплатно, автор Lütfü Şehsuvaroğlu, ЛитПортал
bannerbanner
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 3

Поделиться
Купить и скачать

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü

На страницу:
4 из 5
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

Sonunda bizzat kayınpederinden fetva aldılar. Şeyhülislam da damadının yeniliklerine karşıydı. Yazık ki, damadı bizzat Suriye’ye gidip Oğuzlardan bir ordu kuracağını ağzından kaçırmıştı. “İstanbul’u haraca boğan yeniçeri taifesinden bu devleti kurtaracağım, askerin vesayetini ortadan kaldıracağım; kapıkullarının imtiyazlarını gözden geçireceğim…” daha neler neler?.. Bire bin katarak isyanın tohumlarını ektiler ocakta…

Yavrucak babasına nasip olmayan bir yüksek ihtimamla üstün bir eğitime kavuştu. Daha küçük yaşta şu şiiri yazmıştı. Sanki akıbetini biliyor gibi.

“Niyyetim hidmet idi saltanat ü devletimeÇalışır hasid ü bedhah ecel nekbetime”

Annesinden çok benim yanımda kaldı şehzadeliği döneminde. Hele hele son beş yıl tamamen Yeni Saray’da geçirdi hayatını. Eski Saray’a ise çok nadiren gitti. Bayramdan bayrama…

Vasili Baba’dan dinlediklerimi bir bir anlattım ona. Bizans İmparatoru Andronikos’un başına gelenleri, devleti ıslah etmek için düşündüğü yenilikleri… Tam da benim o hikâyeleri dinlediğim yaştaydı. On üç yaşından tahta geçtiği yaşına kadar gündüz şehzade okulundan kazandıkları istikametinde, akşam da benimle birlikte kafasında oluşturduğu yeni devlet düzenini hayata geçirmeye kararlıydı. Büyük Doğu’yu kuracak zekâ, bilgi ve irade onda vardı. Ben de ümitliydim ama korkusuzluğu ve fütursuzluğu beni korkutuyordu. Bir de annesine karşı bile nobran olan şehzadem etrafını ezip geçiyordu.

Yüzüğümde sürekli Andronikos’un Bizans sokaklarında sürüklenişini görüyordum.

O büyük felakette sonradan kimileri benim payım olduğunu düşündüler. Baştan aşağıya iftira…

Anastasya’nın Rüyası

Anastasya o gece uyuyamadı.

Ne zaman gözlerini kapatsa Selanik’e giren gemileri hatırlıyordu. Normanları… Bizans’a yaptıklarını…

Yine babası anlatmıştı. Araplar bile Kostantinopolis’i kuşatırken Latinler kadar kötülük yapmamıştı. Hele hele 1204 yılındaki Haçlı seferi…

İstanbul nasıl büyük bir katliama uğramış, Bizans değerleri maddi manevi nasıl da hoyratça yağmalanmış, yok edilmişti.

Anna’nın sonunu merak ediyordu hâlâ…

Bir imparator on üç yaşındaki eşine niçin kötü davransın? Niye zulmetsin?

Anastasya da bir imparatorluğa gelin gitmeyi hayal ediyordu hep.

Ama babasının anlattığı hikâye ürkütmüştü onu. Şimdi bir gemiye binip uzak diyarlara gitme fikrine o kadar sıcak bakmıyordu.

Ama her imparatorluk da her imparator da aynı değildir diye geçirdi içinden.

Onu alıp götürecek bir gemi öyle bir saltanatı ayaklarının dibine serecekti ki önce babası, sonra bütün köy bunun nasıl gerçekleştiğine şaşacaklardı.

Olacaktı bu, inanıyordu buna Anastasya…

Bu küçük Rum köyünden çıkıp dünya çapında bir iktidarın nedimesi olacaktı…

Kiklat Adalarında inşa edilmiş kiliseler arasında Agios Nikolas Kilisesi en meşhuru idi. Neden? Çünkü orada Papaz Vasili Baba vaaz veriyordu. Vasili Baba kutsal kitapta yazılanları âdeta bir tiyatroda oynar gibi yaşayarak anlatıyor, yaptığı esprilerle de dinleyenleri kendine hayran bırakıyordu. Sadece vaazları ile meşhur olmamıştı Vasili. O aynı zamanda iyi bir insandı, yardımseverdi. Halkın ne derdi varsa çözmek için uğraşırdı. Elinden geleni yapardı. Eğer derdin üstesinden gelemezse dert sahibi ile hemdert olur acısını paylaşırdı. Bu da onları derdi halletmekten belki de daha mutlu kılardı.

Vasili dünyadan el etek çekmiş bir insan değildi. Doğudaki İskenderiye Kütüphanesi’ne kadar gitmiş, oradan Bağdat Kütüphanesi’ne uğramış; Kostantinopolis’de yıllarını geçirmişti. İsa’dan önceki felsefelerle de ilgilenmiş, İslam âlimleri arasında da birçok dost edinmişti. Sabır ve tevekkül zirve yapmış olsaydı belki de iyi bir ilim adamı bile olabilirdi.

Fakat Vasili’nin bir başka huyu daha vardı. Kadınlardan hoşlanırmış gençliğinde…

Adaları dolaşıp vaazlar verip sohbetler yaptıkça adaların güzel kızlarını görür; onlar da genç Vasili ile hafiften gönül eğlerlerdi. Vasili yine de papaz olduğunu unutmaz onlarla biraz ilgilendikten sonra işi son raddeye asla vardırmazdı.

Belki de insanları mutlu etmekten hoşlanıyordu. Kızlar nasıl mutlu olacaklarını biliyorlardı.

Vasili bir gece kilisenin zangocu Pierre Aretino’yu çağırdı. Pierre, Vasili’nin en yakın dostu idi. Daha doğrusu Pierre, Vasili’ye taparcasına bağlıydı. Onu kendine idol yapmıştı. Vasili bir azizdi Pierre için. O ne yapsa doğru yapar, ne söylerse hakikat odur.

Vasili, Pierre Aretino’ların evinde teklifsiz kalırdı. Pierre’in karısı da Vasili’ye sonsuz sadakatle bağlı idi. Pierre ile Tanya’nın çocukları olmuyordu. O kadar Vasili’ye gidip onun Tanrı’nın en sevgili kulu olduğunu bildiklerini, kendilerine bir yavru vermesi için dua ederse onu kırmayacaklarını söyleyip duruyorlardı. Vasili de ikide bir evlerine uğradığında akşam yemeği sonrası mutlaka dua ederdi Tanrı’nın kendilerine bir evlat bağışlaması için.

Vasili bir gece kiliseye çağırdığı Pierre ile özel bir sohbete girişti. Önce onun günahlarını özel olarak affetti. Pierre günah çıkarma seansından sonra Vasili’nin bir cemaate vaaz verir gibi ciddiyetle sırf kendine verdiği vaazı ve okumaları o kadar içtenlikle dinlemişti ki gözlerinden akan yaşları durduramamıştı. Vasili bu sevgili dostu saf ve temiz kalpli Pierre’in başını avuçları arasına alıp dudaklarına götürdü ve sonsuz bir şükranla öptü. Bu şükranı Pierre de hissetmişti. Daha bir ağladı.

“Benim gibi günahkâr bir kulu nasıl da onurlandırıyorsunuz? Ben bunlara layık mıyım?”

“Öyle deme Pierre dostum, sen Tanrı’nın cennetine sorgusuz alacağı iyi kalpli temiz kullarındansın. Senin gibi açık yürekli, sevecen, dost canlısı birini cennetine almayacak da kimi alacak Tanrı aşkına?”

“İnanasım gelmiyor aziz peder! Lütfediyorsunuz. Beni bağışladınız mı? Ben ve sevgili Tanya’m size ne kadar minnettar olsak az.”

“Hiçbir borcun yok Pierre, yakında Tanrı size bir evlat verecek inşallah. Bunun rüyasını gördüm. Hem de Tanya’yı yormadan…”

“Nasıl yani?..”

“Nasıl olacak Pierre… Tanrı değil mi kutsal ruh değil mi Hazreti Meryem’in karnına çocuğu koyan. Tanrı ne dilerse o olmaz mı?”

“Olur, aziz peder…”

“Öyleyse…”

Pierre derin bir düşünceye daldı. Birkaç gündür Vasili babanın kendisine olan teveccühü, onu kutsaması, günahlarından arındırması, sonra başını dudaklarına götürdüğündeki şefkati hiç de yabana atılacak şeyler değildi.

Pierre’in içinden Tanrı tarafından seçilmiş kişilerdeki gibi bir ruh dinginliği ve metafizik ürperti geçti. Kendisini gerçekten arınmış hissediyordu. Öyle ya, kalbi temizdi, kimse için kötülük düşünmüyordu. Gerçi gençliğinde bazı kötülükler yapmış, bazı korsanlık hadiselerine karışmıştı, hatta hırsızlık bile yapmıştı… Ama şimdi öyle miydi ya?.. Arınmıştı. Sevgili eşiyle birlikte basit bir hayat sürdürüyor, Tanrı’dan sadece bir evlat talebinde bulunuyorlardı. Öyle fazla bir zenginlikte gözleri yoktu. Kiliseye adanmış, görevini de layıkıyla yerine getirmeye çalışmıştı hep. İçinden son birkaç senedir hiçbir kötülük geçmiyordu…

O yüzden şimdi Aziz Vasili’nin dualarının kabul olmaması için hiçbir sebep yoktu. Tanrı Vasili’yi elbette dinleyecekti. Şu adalar içinde ondan daha Tanrı’ya yakın kim vardı?

Olur a, Vasili bu anlattıklarına bir açıklık getirirdi. Hem getirmese bile Pierre’in ruhu o kadar mutmain olmuştu ki, âşıkların gözlerinin görmemesi gibi hakikat artık Vasili’nin anlattığından ve anlatacaklarından ibaretti.

Anlatmasa da olurdu. Yeter ki bir evlatları olsun. İsterse leylekler getirsin. Çocukluktaki masalların da boşuna olmadığı böylece anlaşılırdı…

Pierre soran gözlerle baktı aziz pederine, ama peder hazretleri sadece elindeki çakıyla bir söğüt dalından düdük yapmakla meşguldü.

Pierre, Vasili’nin düdük yapmasına da hayrandı. Çok sevdiği ve Tanrı yolunda adanacağına inandığı çocuklara yapardı düdük. Ama bu kez çok itinayla çok özel bir düdük yapıyordu. Pierre’in gözleri bir kez daha buğulandı. Yoksa kendisine mi yapıyordu bu düdüğü?

“Tanrı seni seviyor Pierre. Sana bir evlat verecek. Bu büyük bir lütuf… Onu çok sev ve onu iyi yetiştir! Ben de zaten hep eğitiminde ve gelişiminde yanında olacağım. Kendi çocuğummuş gibi ona bakmanda yardımcı olacağım. Onu belki de dünyanın en nadide kraliçesi yapacağız, aziz dostum…”

Pierre müjdelenen evladın kız olduğunu anlamıştı.

“Kraliçe mi aziz peder?”

“Elbette böylesi bir müjdeyle gelen ancak kraliçe olur sevgili dostum.”

Pierre bir kraliçe babası olacağına hiç ihtimal vermiyordu. Bir kız çocuğu yerine bir erkek çocuğu olsa daha şanslı olacağını da düşünmedi değil. Ama nefsi mutmain olmuştu hemencik. Üstelik de bu kız evlada, biricik eşi Tanya’yı yormadan kavuşacaktı. Fedakâr zangoç Tanrı’nın lütfuna razı olmuştu. O Tanrı’dan razı, Tanrı ondan razı olmak ve bu rızanın şuurunda olmak ne büyük saadet idi… Varsın kızı kraliçe olmasın idi. İşten eve geldiğinde, mesai aralarında eşiyle birlikte sarılıp oynayacakları bir evlatları olacaktı. Büyüdüğünde de kilisenin bakımında ola ki kendisine yardımcı olurdu.

Kraliçe mi? Olur muydu gerçekten? Niçin olmasın? Belki de aziz pederin söylediği gibi o müjdeyle gelen prenseslerden biri olabilirdi…

Akşam yemeği için zangocun evinde Vasili Baba’yı misafir ettiklerinde konuyu Tanya’ya iş birliği içinde aktardılar. Zangoçla papaz, Tanya’nın tepkisinin ne olacağını bilmiyorlardı. Ama Tanya, zangoç kocasından bile daha mutlu olmuştu. Vasili Baba bir kız çocuğundan söz açar açmaz Tanya onu hemen kendi çocuğu gibi kabul etmiş ve “ne zaman, ne zaman” diye söylenmeye bile başlamıştı.

Vasili bu sonuca çok memnun oldu. Pierre eşinin bu kadar çocuk özlemi içinde olduğunu gerçekten bilmiyordu. Gerçi her vesileyle çocuk özlemlerini dile getiriyorlardı ama işte biraz hakikat güneşi onları ısıtmaya başlayınca heyecanı doruğa çıkmıştı zavallı kadının. Sanki kızı doğurmuş da ebelerin elindeki çocuğunu lohusa kadın nazarlarıyla izliyordu.

Sofi, Tinos Adası’nın merkezi Tinos kasabasının kuzeyinde at ile iki saatlik mesafedeki Gavrio köyündendi. Gavrio ile Tinos arasında iki köy daha bulunuyordu. Bunlardan Gavrio’ya yakın olanı Andros, Tinos’a yakın olanı ise Kionia idi.

Tinos, Ege Denizi’nin tam ortasında yer alan Atina ile İzmir arasında tam orta yerde sıralanan Kiklat ada silsilesinin güneydoğusundaki bir adadır. Bütün Ege adaları gibi güzel, vahşi, yeşil…

Bütün adalı kızlar güzel ve vahşidirler. Ama Gavrio kızları daha güzel ve daha vahşi…

Sofi diğer bütün adalı kızlar gibi Vasili ile sohbeti çok seviyordu ama diğerleri gibi yarım yamalak işleri sevmiyordu. Sonuca gitmeye meraklı idi.

Sonunda Sofi, Vasili’yi yatağa atmayı ve ondan bir çocuk sahibi olmayı bildi.

O gece Sofi bir zifaf odası gibi hazırlamıştı samanlığı… Vasili’yi hem sarhoş etmek hem de zevkin doruklarına çıkarmak için tam bir plan hazırlamıştı. Vasili’yi tanrısal bir seremonideymiş gibi teslim almış, ritüel uygulamaya alışmış papazı kendi ritüelini izlemeye mecbur bırakmış ve sonunda da onu azdırmayı bilerek kendisini cennetin en maharetli hurisiyle baş başa bıraktırmıştı âdeta…

Papaz cennete çevrilen samanlığın zevkini imsak saatlerine kadar bütün tüylerinde hissetti. Güneş doğup da Gavrio’nun bütün çiftliklerini aydınlık içinde bırakınca uyandı papaz. Gece neler olup bittiğini anlamaya çalıştı.

Az sonra Sofi elinde kahvaltı tepsisiyle geldi samanlığa…

Dışarıdan köylülerin sesleri duyuluyordu.

Papaz yaptığından çok utandı.

Sofi onun utanmasına fırsat vermeden atıldı.

“Merak edilecek bir şey yok papaz efendi, bütün gece kendi cennetimizi kendimiz inşa ettik.”

“Kızım…” dedi papaz. Gerisini getiremedi.

“Ne kızımı Vasili baba?.. Azgın bir boğa gibiydiniz. Bakın…”

Tepsiyi birden oradaki bir kütüğün üstüne bırakan Sofi, eteğini hızla kaldırıp bembeyaz bacaklarının baldırlar kısımlarındaki diş izlerini gösterdi.

Sonra eteğini bırakıp yakasını tutan askıyı indirerek sol göğsünü dışarıda bırakacak biçimde bluzunu çekiştirdi.

Tomurcuk uçlu memeleri de ısırık içindeydi. Bembeyaz teninin birkaç yerinde kızarıklık ve yan yana diş izleri dikkat çekiyordu.

Papaz elleriyle gözlerini kapadı.

“Yapma kızım! Bir gören olacak…”

“Benden başka kimse girmez Vasili’m bu samanlığa…”

“Nasıl konuşuyorsun böyle sevgili kızım…”

Sonra birden eteğini kaldırıp cinsel organını gösterdi.

“Bak sevgilim ne hâle soktun beni?”

“Tanrı aşkına kapat kapat!..”

“Artık bakire değilim Vasili’m. Ben artık seninim…”

“Kızım bu mümkün değil…” diyerek gerekçelerini sıralamaya başlayacaktı muhtemelen papaz ama kız sözünü kesti sertçe:

“Anladım. Seni korkak! Ben seni sınadım. Senden zaten bir şey beklemiyorum. Kaç zamandır seni yatağa atmayı düşlüyordum. Kendi iddiamı kazandım. Çocuğum senden olsun istiyordum. Köyümde bir çocuk sahibi olmak için yatacağım bir erkek yok maalesef. Hiçbirini kendime layık bulmuyorum. O yüzden bunu bilerek yaptım. Telaşlanma… Senden bir talebim de yok…”

Genç kadın başını gururla sola çevirerek, “Eğer istemezsen çocuğuma kendim de bakarım.”

Vasili ani bir kararla saçlarını savuran ve koşarak gelip kendine sarılan bu masum ve azgın kıza kısa bir tereddütten sonra sarılmak zorunda kaldı. Sonra o da bu kızı sevdiğini, kendine layık gördüğünü anladı. Ne zamandır böyle bir zevk yaşamamıştı. Gece yaşadıkları ne varsa, enstantaneler hâlinde gözünün önüne geliyordu. Birden önünün kabardığını, tüylerinin dikleştiğini hissetti. Bir kez daha birlikte olacak gibi seviştiler. Papaz o kadar kendinden geçmişti ki kızı bir kez daha samanların üzerine yatırıp emeline nail olmaya başladı. Sofi papazı biraz daha hırçınlaştırdıktan sonra aniden yerinden fırlayıp kapıdan hızla süzülüp çıktı…

Papazın hevesi kursağında kalmıştı. Ayağa kalkarak üstünü başını toplamaya, azgınlığını dindirmeye çalıştı. Bir iki kez yerinde zıpladı, eteğini, gömleğini düzeltti.

Sonra tekrar başını iki eli arasına alıp kütüğün yanındaki kara sabanın üzerine oturdu.

Kazıklanmış gibi hissetti kendini. Oysa ne yaptıysa kendi nefsinin izini sürerek yapmıştı.

“İsa, Meryem, kutsal ruh affet!” diye kendiliğinden bir nida çıktı dudaklarından…

“Aman!” dedi sonra, “Aman! Tanrı her işin doğrusunu bilir. Eğer bir evladım olacaksa da varsın olsun…”

Önündeki kütüğün üzerinde duran sıcak bazlamalardan peynirlerden ballardan birer lokma tattı.

Saçını başını düzeltip çıktı samanlıktan…

Çıkarken etrafın sessizleşmesi için biraz bekledi. Yeterli gördüğü sessizliği duyumsayınca çıktı. Hızla bulunduğu yerden başka bir yere ulaşmak istedi…

Ahırın köşesinden çıkıp da iki köylü delikanlının dama oynadığını görünce heyecanlandı. Ama delikanlılar kendi hâllerinde idiler.

Vasili hızlı adımlarla köyün çıkışına doğru yöneldi.

Pederi son anda fark eden gençler oyunu bırakıp pederin eteğini öpmeye koşturdular.

“Aziz peder sizi göremedik. Kusura bakmayın! Bağışlayın…”

Vasili bu yaptıklarının şaka mı, ciddi mi olduğunu anlamadan eteğini topladı.

“Tamam evlatlarım önemli değil. İşim acele… Bir şeytanı kovalamaktan geliyorum. Başka bir şeytanı kovalamaya gidiyorum. Beni bırakın, işinize bakın!” dedi.

Olmaz aziz peder, bizi bağışlamadan seni bırakmayız.

“Tamam, evlatlarım Tanrı sizi bağışlasın. İşiniz rast gelsin.”

Gençler hâlâ ellerine yapışmaya çalışıyorlardı. Peder ise kirli ellerini onlardan kurtarmaya…

“Tamam, tamam iyi günler.”

“İyi günler aziz peder…”

Vasili gençlerin arkasından gülüştüklerini, kendisiyle dalga geçtiklerini düşünerek utanç içinde köyden çıktı.

Nicedir gitmedi Gavrio’ya Vasili.. Fakat kulağı hep oradan gelecek olumsuz haberlerdeydi. Allah’tan öyle bir haber gelmedi ve Vasili de kalp krizi geçirmedi.

Ben Mahpeyker Kösem Sultan

Sofi’yi annem olarak hiç düşünememiştim. Fakat onu görünce kanım nasıl da kaynamıştı? O da beni nasıl da sımsıkı kucaklamıştı.

Gemiden bir yolunu bulup kaçmıştım.

Daha doğrusu içirip sarhoş ettiğim şövalye kılıklı adamı sarayıma götürmek üzere gemiden dışarı çıkardım.

Adamları bu oyuna inandılar. Daha doğrusu benim yollu biri olduğumu ve yakındaki bir eve herifle yatmaya gittiğimi düşünmüş olmalılar…

Zor yürüyen şövalyeyi evimiz az ötede, diye diye iskeleden hayli uzakta çıkmaz bir sokağa kadar sürükledim. Ne kadar da zorlandım. Fakat hep dua ettim içimden. Kutsal ruha, Aziz Meryem’e, Tanrı’ya…

Tükenmemeli, yorulmamalıydım. Takatimi topladım. Bu sokağın bittiği yerde çöp bidonunun arkasında sadece kedi ve köpeğin geçebileceği bir yer biliyordum. Ben de incecik bir kızdım. Belki geçerim diye düşündüm. Çöp bidonunun yanına gelince:

“Kapıya geldik şövalyem.” dedim. “Şimdi siz biraz uzanın, ben görevlileri çağırıp sizi yatağımıza taşımalarını emredeceğim.” dedim.

Duvara doğru da bağırdım.

“Hey kimse yok mu orada. Yardım edin de şövalyeyi yatağıma taşıyalım!” diye haykırdım.

O anda zaten pencerelerden atılan pisliklerden geçilmeyen ve leş gibi kokan sokağa bakan pencerelerden biri açıldı ve yaşlı bir kadın küfürler savurarak elindeki lazımlığı döktü.

Döktüğü şey tam da kavalyemin kafasında patladı, etrafa saçıldı. O anda yerde bir taş gördüm. Daha doğrusu irice bir saksı kırığı… Ne olduğunu anlayamayan ve gözleri pislikten kapanan adamın başına geçirdim. Olduğu yere yığıldı kaldı. Sesini bile çıkaramadı.

Ben de çöp bidonunun arkasına geçip o küçük deliği aradım. Geçmem çok zordu. Zorlasam belki geçebilirdim ama riski göze alamazdım. Ya delikte sıkışıp kalırsam?..

Uzandım ve ayaklarımla deliği genişletmek üzere tekmeler savurdum. Zaten zayıf dokulu bir duvardı. İki üç vuruşta biraz genişledi. Ben de o delikten süzülüp kaçtım.

Thilas acaba ne yapıyordu?

Gemidekiler amirlerinin gelmediğini görünce ne yapacaklardı?

Birkaç saatlik zamanım vardı. Ne de olsa birkaç saatlik bir zevki yaşatacaktım.

Utanmaz adamlar!.. Daha on iki yaşındaydım. Bu yaşta bir kıza yapılır mıydı bu?

Allah korumuştu, gemiden kurtulmuştum. Şükürler ettim Rabb’ime…

Doğruca köye koştum.

Onlar da bizi aramaya çıkmışlar…

Leonardo da var.

Kim bilir ne dedi? Thilas’la kaçtığımı mı düşündü?

Babam, annem, Vasili Baba, Petlis amca, Thilas’ın annesi ve babası, ablası, komşuları…

Ve bazı köylüler…

Koşup bana sarıldılar. Annem, babam ve Vasili Baba ağlıyorlardı.

“Bir şey yok, bir şey yok!” dedim. “Sadece Thilas denizaşırı gidecekmiş. Veda etti. Bir gemiye bindi ve gitti.” dedim.

Annesi ve babası atıldılar.

“Olamaz bizim Thilas denizi sevmez, gitmez, gidemez…” diye itiraz ettiler. Ağlamaları haykırışa dönüştü.

“Emin olun öyle.” dedim. “Merak etmeyin diye iskeleye giderken beni de çağırdı. Bana dedi ki: ‘Annem ve babam benim denizci olmamı istemiyorlar ama benim bütün hayalim bir gemide çalışmak, bu gelen gemi benim için bulunmaz fırsat.’ böyle dedi size yemin ederim…”

Sonra durdum, merak ediyormuş gibi annesine ve babasına dönerek sordum:

“Gerçekten onun deniz özlemini hiç mi fark etmediniz?”

Biraz daha isyan ettiler, ahladılar, pohladılar. Şaşırıp kalmışlardı. Hayli zaman sonra etraftan da telkinlerle kaderlerine rıza göstermeye her köylü gibi hazırlandılar.

Leonardo ve Vasili Baba galiba benim yalan söylediğimi anladılar. Ama bir şey diyemediler. Acaba Thilas’ın başına ne gelmişti?

Leonardo ve Vasili Baba, “Yine de iskeleye gidip bir bakalım, belki gemi kalkmamıştır, gider gönül rızasını öğrenirsiniz.” dediler Thilas’ın çarçabuk kadere rıza göstermiş anne ve babasına…

Onlar da çaresiz iskeleye doğru yürümeye başladılar ama ben duygularına hitap ederek konuyu kapadım:

“Şimdi giderseniz, belki sizi görüp üzülür, belki gözyaşlarınızı tutamayıp ağlar ve gitme yavrum filan dersiniz ve onun istikbaliyle oynarsınız. Yine de siz bilirsiniz. Bana kalırsa o İstanbul veya İskenderiye’ye yeni hayatına çoktan yelken açtı bile…”

“Seni cin!” der gibi bakıyordu Vasili Baba…

Leonardo beni kaybetmediği için sevinmişti.

Kıskandığı bir erkek elenmiş ve şansı artmıştı.

Yüzüğüme tekrar baktım; yeşil renkler maviye dönüverdi. Şimdi denizin ortasındaki donanmayı, Osmanlı donanmasını görüyorum. Yedikule açıklarında demirlemiş donanmada bir hareketlilik gözleniyordu. Gemilerdeki yeniçeriler ağalarını dinlemeyip karaya çıktılar.

Koca Mimar Sinan’ın talebesi Mehmet Ağa’ya Ahmed’imin yaptırdığı bana göre dünyanın en güzel, en mavi camisini görüyorum. At Meydanı’ndaki isyancılar, subaylarını ve yeniçeri ağasını kovaladılar.

Önce lalanın köşkünü hedef seçtiler. Belki de bu fikirleri genç padişaha onun aşıladığını düşünüyorlardı.

Padişaha eksik haber uçuruldu.

Lalaya ve kızlar ağasına karşı imiş isyancılar…

Zavallı padişah habersizdi tehlikenin büyüklüğünden.

Şöyle dedi kendinden emin:

“Onlara gidin ve şöyle deyin: Padişah Anadolu’ya gitmekten vazgeçti ama sizin demenizle ne lalamı, ne de kızlar ağasını azlederim.”

Bu haberi de götürmediler isyancılara… Belki de gece boyu yapılan kurgulara lüzum kalmayacaktı. Oysa isyanın piştiği ocakta sabaha kadar söylentiler yayıldı durdu. Padişah bütün ocağı lağvedecek, yerine yeni bir ordu kuracak. Belki de yarın bostancılar yeniçerileri yok edecekti.

19 Mayıs 1622’yi gösterdiğinde tarih, Fatih Camii’nde toplanan isyancılar, Halil ile Feridun adındaki yeniçeri kâtiplerini temsilci seçip taleplerini At Meydanı’nda bekleyen şeyhülislama ilettiler. Şeyhülislamın yanında Aziz Mahmud Hüdayi’nin talebesi ve bütün İstanbul’da itibarı yüksek bir şahsiyet olan Sultanahmed Camii vaizi de bulunuyordu. İsyancıların kellesini istediği altı kişi vardı listede: Lala Ömer Efendi, Kızlar Ağası Süleyman Ağa, Sekbanbaşı Nasuh, Kaymakam Ahmed Paşa, Başdefterdar Baki Efendi ve nihayet Sadrazam Dilaver Paşa.

Padişah hâlâ yaklaşmakta olan tehlikeyi görmüyordu.

“Bırakın bu sefil ayaktakımını! Çıkardıkları kargaşada boğulup giderler!” demesi ve ulemanın da “Siz vermezseniz bunlar alırlar.” şeklindeki karşılığı işi daha da arapsaçına çevirdi.

“Susun bre nadanlar, isyancıların sözcüsü gibi konuşuyorsunuz!”

Eski sadrazam Hüseyin Paşa padişahın ayaklarına kapanmış ve şöyle demiş:

“Biz senin önünde bir hiçiz. Bizi ver ve unut, kendini kurtar!”

Ne kadar da duygulanmış genç ve hisli padişah, fakat delikanlılığa halel getirmemiş güya… Tıkmış şeyhülislamı ve ulemayı sarayda bir daireye…

Böylece isyan sarayın dışında büyüdü. Kontrol edilemeyen içine girilip yönlendirilemeyen her ihtilal sonunda birkaç taviz ile bertaraf edilebilecekken en tepedekini yemek zorunda kalır.

Hep öyle olmuştur.

Dışarıda büyüyen isyanın, gelişen ihtilalin saray farkında değildi.

..

Ulemayı At Meydanı’nda bekleyen asiler, sarayda bir tezgâhın çevrildiğini düşünmeye başlamışlar.

“Ulema tutuklanmış ve padişah yeniçeri ocağını basacakmış…”

Bu şüphe isyanı büyütmeye yetmişti. İsyan ama neye, kime karşı isyan?

Bunun önemi yoktu. İsyan kitlevi olarak biriken enerjiyi taşırmaya yardımcı olacaktı.

Gülhane Parkı’nın ağaçları ne kadar yüksek olursa olsun, bir türlü sarayın duvarlarını aşıp da bahçeyi görmeye müsaade etmiyordu. Ama Hakkı, parkın en yüksek ağacını gözüne kestirdi. Onun tutunabilirse en uç dalından sarayın bahçesi belki görülebilirdi.

Az bir ihtimali bile göze alan yüreğe sahipti Hakkı.

Hakkı o kadar güçlü pazılara sahip ve o kadar çevikti ki koca çınar ağacının tepesine birkaç hamlede sirk cambazı gibi çıkmıştı. Bir anda Topkapı Sarayı’nın dış duvarlarının üzerinden sarayın bahçesini gözleyebileceğini sanmış, uzanmış lakin duvarların üstünden bahçeyi görmesi imkânsızmış. Lanet olsun der gibi aşağıda kendisini gözleyenlere işaret yapmış ve çıktığı gibi inmiş.

“Yahu ne olup bittiğini bilmiyoruz.”

“Ulema padişahla görüştü mü acep?”

“Genç Osman’ın cevabı ne oldu ki…”

“Yahu genç, inatçı, sözünden dönmez…”

“Ne yapmalı?”

“Nasıl haber alacağız. Bahçeye birini mi soksak?”

“Nasıl sokacağız.”

“Bu duvarları nasıl aşacağız?”

“Kapıkulu hazırlıklıdır. Kesin ateş açar.”

O sırada Hakkı’nın gözüne daha yüksek bir yer ilişmiş.

Ayasofya’nın minareleri…

Hakkı önden, Mustafa arkasından koşturmuş.

Hakkı minarelerden Topkapı duvarlarına bakan tarafındakinin kapısındaki kilidi eline geçirdiği koca taşla kırıp hızla merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamış.

Az sonra şerefelerden birine çıkmış. Buradan artık sarayın ön avlusu da arka bahçeleri de görünüyormuş. Ortalıkta kimsecikler yokmuş.

Ne ön avluda, ne arka bahçelerde…

Hızla çıktığı gibi koştura koştura inmiş merdivenlerden.

“Saray süt liman gardaşlar…”

“Ne yani kimse yok mu? Asker, kapıkulu…”

“Hiç kimse yok. Tam bir ölü sessizliği hâkim.”

“O zaman ne duruyoruz. Dalalım!”

“Evet, en doğrusu bu…”

Bunu sonradan yeniçeri ağası yapmıştı Mustafa’nın annesi. Boynunu kurtarmıştı bana getirdiklerinde. Ben de önce paye verip sonra boynunu vurdurdum itin.

На страницу:
4 из 5

Другие электронные книги автора Lütfü Şehsuvaroğlu