Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü - читать онлайн бесплатно, автор Lütfü Şehsuvaroğlu, ЛитПортал
bannerbanner
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 3

Поделиться
Купить и скачать

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü

На страницу:
2 из 5
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

“Ben bilmem dostum, hiçbir iktidar, hiçbir düzen masumların kanı üzerinde payidar olamaz.”

“Masum mu? Onlar niye masummuş? Latinlerin yardakçıları…”

Petlis elini havaya doğru sallayıp kadehinden bir yudum şarap içip, koca bir lokmayı ağzına attı.

Anastasya asıl sorulması gereken soruyu bulmuştu:

“Yani sebep doğu batı çatışması mı?”

Vasili gururla cevap verdi:

“Aferin Anya kızım, işte sorulacak soru bu Petlis. Sen işin teferruatındasın.”

Petlis’e doğru sağ eliyle küçük daireler çizdikten sonra Anastasya’ya döndü:

“Tam öyle değil tabii. Ama görünen olayların arka planında genellikle bu çelişki yatıyor aslında.”

Anastasya: “Andronikos batıya karşı mıydı?”

Vasili Baba: “Andronikos batıya karşıydı canımın içi… Hem de nasıl! Sadece Müslüman saraylarında serbestçe gezinmesi, misafir edilmesi yahut doğudaki bir başka güç olan Rus prensleriyle düşüp kalkması değildi bunun kaynağı… Temel bir görüş ayrılığı vardı iki Kommenos arasında. Andronikos feodalizme de karşıydı. Aristokrasiye… Toprak sahibi olup da bunu tanrısal bir iktidar gibi sunanlara… Batıya dönük tüm siyasetin can düşmanıydı. Latin dostu niyabeti düşürebilmek için Andronikos’tan başkasının peşinden gidilemezdi. Bütün gözler ona dönmüş, onu bekliyor, onu arıyordu.”

Petlis de bu konuda bilgili olduğunu gösterdi ve ekledi:

“İstanbul doğudan gelecek tehdidin korkulu rüyalarını görürken Andronikos Kalkedon’da (Kadıköy) karargâhını kurmuştu bile…”

“Boğazın Anatolia yakası…”

“Aynen öyle…”

Vasili sözü toparladı:

“Protosebastos yani Aleksios, boğazı kapatarak Andronikos’un karşıya geçmesini önlemeyi düşündü. Bizans deniz kuvvetleri başkomutanına talimat verdi. Fakat başkomutan megas duks yani Kontostefanos karşı tarafı tercih etti. Böylece Andronikos’un önündeki tüm engeller ortadan kalkmış oldu. Onu İstanbul’a sokmayacak hiçbir kuvvet kalmamıştı. Aleksios yakalanıp gözleri oyuldu. İstanbul’da bir Latin katliamı başladı.”

Anastasya tarihe meraklıydı. Zira bir saraya kraliçe olmak isteyen biri mutlaka tarih bilmeliydi. Tarihte neler olmuşsa onları iyi bilmek gelecekte hataya düşmeyi önleyebilirdi. Tabii gerekli ders çıkarılırsa…

Bizans’ın başına gelenleri merakla dinleyen Anastasya, Aziz Vasili Baba’nın tam karşısında diz üstünde duruyordu. Vasili devam etti.

“Batılıların evleri yağmalandı. Kaçamayanlar zalimce öldürüldü. Ahalinin sevinç gösterileri arasında Andronikos İstanbul’a girdi Fatih olarak…”

Vasili o an, bir imparator gibi ayağa kalkıp yürür gibi yaptı.

“Suçlular bir gecede yakalandı, hapishanelere kondu. Ana imparatoriçe ve Maria darağacında sallandırıldılar.”

Anastasya o sırada babasını gördü. Nasıl da masum Vasili Baba’yı dinliyordu. Anastasya babasının o hâline acıdı. Gidip kucağına oturdu. Vasili, kızın kendisini kıskandırır gibi babasının kucağına oturmasını göz ucuyla seyretti. İçi burkuldu. Kalbi acıdı. Ama belli etmedi bir şey. Anastasya’nın eğitimine katkı için buradaydı. Hem kızın üstünde başkaca ne hak iddia edebilirdi ki?..

“Saraydakiler toplandı, ruhaniler onların yanında yer aldı ve Andronikos da güya onları kırmayarak tevazu gösterileri içinde erguvani imparator elbisesini giymek zorunda kaldı.

Böylece hükümdarlığı küçük Aleksios ile birlikte götüreceklerdi. Fakat iki ay sonra küçük imparator Andronikos’un adamları tarafından boğuldu ve cesedi denize atıldı. Deniz küçük çocuğun cesedini yuttu, dalgalar arasında kayboldu Aleksios..”

Vasili kalktı, şarap kadehi sol elindeydi. Yürüdü, kameriyenin denizi daha iyi gören yerinden ufka doğru baktı. Deniz sakindi. Yakamozların kıpırtısı onun bir resim olmadığını, canlılığını ortaya koyuyordu.

Vasili, bir süre dalgın dalgın denize baktı, baktı, baktı; neden sonra Anastasya’nın sesini duyunca kendine geldi.

Anastasya da yerinden kalkmış yanına gelmişti. Bir müddettir ona sesleniyordu ama Vasili onu galiba duymamıştı.

“Vasili Baba! Daldınız iyiden iyiye. Beni duyuyor musun?”

“Ha evet dalmıştım.”

“Neden daldınız?”

“Şeyi hatırladım. Deniz, Aleksios’un cesedini dalgalarının arasından uzaklara götürdü de Andronikos’unkini götürmedi.”

“Andronikos da mı aynı akıbetle karşılaştı?”

Vasili’nin eski bir kitabı açıp sayfaları arasından okuyarak anlattıklarını hatırladı zangoç:

“Ya işte asıl heyecanlı hikâye bu… Şifre burada… Lanet, Bizans’ın üstünden eksilmeyecek lanet burada…”

Nihayet meraklı kızın zangoç babası da söze karışmıştı. Demek ki bu seanslar evvelce de olmuş diye düşündü Anastasya. Babasının da öğreticiliğe iştirak etmesi sevindirmişti kızını… Sevindirmiş miydi, yoksa bir acıma hissi mi?

“Nasıl?”

Anastasya daha çok merak etmeye başladı bu taht kavgalarını… Bizans oyunlarını…

Vasili anlatmaya devam etti:

“O sırada altmış yaşına gelmişti Andronikos. Buna rağmen Aleksios’un dul karısı -ki o da Aleksios’tan bir yaş büyüktü- on üç yaşındaki Anna ile evlendi. Anna, Fransa Kralı Lui’nin -yedincisi oluyor galiba- kızıydı. Meşru bir haktı bu onun için.”

Anastasya on iki yaşındaydı. Neredeyse kendisi kadar bir kız evleniyordu. Anna on üç, Anastasya on iki…

On üç yaş için bir yıl var. Demek ki evlenebilmesi, büyük bir saraya kraliçe olarak gitmesi için bir yıl var.

Kafasında binbir çelişki kol geziyordu. Bir yandan evlilik heyecanı duyuyor, kendisini de gelinlik içinde farz ediyor, dünyanın en büyük salonlarında düğününü izliyordu. Diğer yandan köyünden, babasından uzakta nasıl yaşayabileceğinin korkuları birbiri ardına aklına takılıyordu.

Anastasya babasının yanına gitti yine.

“Hayır, ben evlenmem…”

Zangoç: “Nereden çıktı şimdi bu?”

Anastasya: “Ben seni bırakıp da evlenmem baba…”

Babası Anastasya’nın itirazlarını anlıyordu. Arkadaşı Pizarro’nun oğluna kızını verecekti. Planı buydu ama ne zaman bu konu açılsa yaramaz kızı deli fişek oluyor oradan oraya zıplıyor, büyümediğini, evlilik çağına henüz gelmediğini göstermek istiyordu.

“Neyse Tanrı kime yazdıysa kızım.”

“O zamanlar gerçi şimdi de öyle ya, kızlar daha küçük yaşlarda bakire iken saraylara verilirlerdi. Gözleri açılmasın, iktidarına leke sürülmesin alacak kişinin vesaire…”

Anastasya bir yandan bakire olarak büyük imparatora eş olmayı hayal ederken, diğer yandan köyünün yakışıklı erkekleriyle nasıl kırıştırabileceğinin hayallerini kuruyordu.

“Neyse tamam babacığım beni bırakalım da Anna’ya gelelim.”

Anastasya, Vasili Baba’nın koşarak kucağına zıpladı, oturup sakalından tuttu.

Vasili şimdi mutlu olmuştu. Bu şeytan aklına ve melek yüzüne sahip kız gönül almasını nasıl da biliyordu.

“Anna yeni kocasının acımasız seks fantezilerinin kurbanı oldu. Daha körpecik bir taze iken kurudu gitti. Ama Andronikos Bizans için daha önce hiçbir kralın düşlemediği şeyleri hayata geçirdi. Bir restorasyona soktu devleti. Özel hayatı sapkınlıklarla dolu bu yaşlı kurdun tezatları yanında yepyeni düşünceleri, planları vardı. Eğer acımasız, sert ve dediğim dedik uygulamaları olmasaydı halkın desteğini arkasına alsaydı ve karşı olduğu aristokrasiden de yandaş bulabilseydi sonu o kadar kötü olmazdı.”

Anastasya bu ilginç kralın sonunu merak ediyordu.

Ama ondan önce aklına ne gibi reformlar peşinde olduğu geldi. Kozmopolit ada halkı için batı ve doğu gibi kavramlar, üzerinde çok vurgu yapılsa da bir şey ifade etmiyordu.

“Onun doğulu fikirleri neydi aziz pederim?”

“Biliyorsun, Hazreti İsa, Doğu’da Kudüs’te doğdu. Fakat başta İngilizler, sonra Fransızlar, sonra Cenevizler, Venedikliler, İspanyollar, kuzeyiyle güneyiyle Batı Avrupa onun öğretisini bozdu, kendilerine göre yorumlar yaptılar. Her krallık hegemonyası için inançları istismar etti. Doğu fikri demek İseviliğin aslını bulmak, yaşatmak… İkincisi de Asalet sınıfının üstünlüğünü ortadan kaldırmak..”

“Eee… İyiymiş…”

“İyi de zor kullanmak ve suikast, tedhiş, tuzak, zehirlemeler tek başına yeter mi? Siyaset bir ilimdir. Bundan mahrumdu…”

Vasilidis’in engin tarih bilgisinden damlalar döktürüyordu Pierre…

“Bizans’ta memuriyetler para ile satılıyordu, bunu ortadan kaldırdı. Ehil insanların göreve getirilmesi özendirildi. Rüşvete karşı acımasız bir savaşa girişti.

‘Hile, rüşvet ile çiğnenen çiğnetilen bu düzenin yüksek ahlaka erişmesi için didiniyorum.’ diyordu toplantılarında. Adamlarına şu sözleri ezberletmişti: ‘Ya haksızlık yapmaktan ya da yaşamaktan vazgeç!’ Vergi usulsüzlüklerini de önledi Andronikos..”

Anastasya bu farklı Bizans imparatoruna giderek hayranlık duymaya başlamıştı.

“Andronikos açgözlü vergi tahsildarlarını sihirli sözüyle darmadağın etmişti. Kazaya uğrayan gemilerin yağmalanması da yasaklandı.”

Anastasya ile babası aynı anda sahildeki gemilere baktılar. Anastasya o gemilerde içini ürperten, kendisini çeken bir şeyin varlığını hissediyordu. Babası ise onları adanın selameti açısından en tehlikeli şeyler olarak görüyordu. Bilmiyordu ki bir gün sevgili kızını çekip götürecek o gemilerden biridir.

“Gemileri soyanlar, bizzat o gemilerin sahipleri ve mağdurlarının gözü önünde soydukları geminin direklerine asılarak cezalandırıldılar.

Vergi tahsildarları, eski polis şefleri, para ile mansıp satın alanlar, ayrıcalıklı tüccarlar ve batılı askerler içten içe devrimci, reformcu imparatora karşı kin bilediler. Latin gücü davet edilende de bütün bu çıkarları elinden alınanlar ittifak ettiler. Batılılaşma, batıyla birlikte iktidar kurma fikri bütün Bizans’ı sarmalamıştı. Andronikos’tan intikam alma fikri gittikçe büyüdü ama bunu bir tek Andronikos fark edemedi.

Fakat Andronikos’ta da bir güç travması, bir güç aşınması oluştu.

Ona göre imparatorların imha edemeyeceği hiçbir kudret yoktu. İmparatorun iyileştiremeyeceği hiçbir yara keza… Haksızlıkları ancak imparator giderir, problemleri yalnız imparator çözerdi. Özellikle asalet sınıfına yönelik yok etme, ezme, sindirme planı öyle bir tedhiş uygulamasına dönüştü ki giderek karşı şiddeti doğurdu. Zorbalığa zorbalıkla cevap vermeler, suikastlara suikastlarla karşılık bulmalar bitmek bilmiyordu…

Her türlü sindirme ve yok etme teşebbüsü daha fazla isyan çıkmasına sebep oldu. Baskı rejiminin sonuç vermemesine daha çok sinirlendi. Yoksa içeride, yanı başında asilere çalışan ajanlar mı bulunuyordu. Bu sefer imparatorda şüphecilik başladı. Artık fevri kararlar alıyor, çelişkili hükümler veriyordu. Her şeyden şüphelenmeye başladı. Ajanlar ihdas etti, ajanları da başka ajanlara takip ettirdi.

Devlet sürekli bir iç savaş hâli yaşıyor gibiydi. Herkes herkesten şüphe ediyor, kimse kimseye güvenmiyordu. Uğruna mücadele edilen değerler de taraflar için anlamsızlaşmıştı.

Güçlü sanılan iktidar kendi yarattığı güven zaafıyla sarsılmaya başladı.

Ülke her an iç savaşın patlak verebileceği bir travma hâlindeydi. Halkın da ruh sağlığı bozulmaya başladı. İmparatorun bile aciz kalacağı hâllerin de olduğu kanaati yaygınlaştı.

Ortadan kaldırılmaya çalışılan büyük arazi sahipleriyle asiller sınıfı daha perçinlenmiş ve neredeyse imhası imkânsız hâle gelmişti. İmparator boşu boşuna fincancı katırlarını ürkütmüştü.

Kitlesel idamlar ise çare değildi. Bu sefer de Bizans’ın savunma gücü azalıyordu. Bozuk askerî düzenin üstüne gidilmesi devletin savaş kabiliyetini azaltmıştı.

O kaçınılmaz hesaplaşma anı geldiğinde artık yapacak bir şey yoktu.

“O kaçınılmaz an, yani Latin karşıtlığının batılı devletleri Bizans aleyhine bir oluşuma itmesi ile içerideki mukavim yapının dış bir saldırıya karşı kırılması, savunma reflekslerinin yitip gitmesi…

Bizans, askerî bakımdan dış tesirlere açıktı artık.

Gerçi onu fazla sert bulanlar bile demir baskısına rağmen, devleti tedavi edici uygulamalarını olumlu buluyor, takdir ediyorlardı. ‘Açılım, değişim süreci bir ihtiyaçtı.’ diyorlardı. Niketas Khoniates ile Selanik Metropoliti Eustathios bunlardandı.”

Vasili kısa süren dalgınlıktan sonra “Benim de anne tarafından soyum bu metropolite dayanır.” dedi.

Anastasya merakla “Kime? Selanik metropolitine mi?” diye sordu.

“Evet… Eustathios’a…”

Anastasya hınzır hınzır güldü:

“Zalim ama reformcu kralın tarafını tutmanız bir aile meselesi galiba aziz peder?”

“Hayır, zalim bir kralın tarafını tuttuğumu nereden çıkardın? Ben sadece…” biraz kekeledikten sonra; “Ben sadece reformlarının gerekli olduğunu ama reform karşıtlarına koz verdiğini belirtmek için…” Aslında Selanik metropolitinin soyundan gelmekle her zaman gurur duyardı Vasili.

Pierre araya girme lüzumunu hissetti:

“Siz devam edin Aziz Vasili.” Bir yandan da kızına kaşını kaldırarak bakıyordu. Ama Anastasya’nın, babasının ikazlarına aldırış ettiği yoktu.

“Sanki kralın sonu kötü gibi…”

Vasili küçük kızın saçlarını okşayarak konuşmasına devam etti:

“Acele etme, fakat galiba haklısın. Kötü bir son onu bekliyordu. Soylular, eski düzenin devamından yana olanlar, sindirilmiş devlet kurumları ile çok sayıda insan intikam peşindeydi, dışarıdan gelebilecek her müdahalede yıkıcı olmaya azmetmiş gibiydiler.

Böylece iflas etti Andronikos’un siyaseti…

Macar Kralı Bela ile Sırp lider Stephan imparatorluğa karşı bayrak açtılar. Kısa zamanda da başarılar elde ettiler. Etraftaki zafiyet ayyuka çıktı. Komşudaki karışıklıklar iç siyaseti de etkiledi. İmparatorluk sınırları içindeki zayıf bağlar kolayca koparılmaya başlandı. Manuel zamanında çok pahalıya mal olan o büyük Macaristan zaferi artık şanla anılamıyor hatta kötü izler olarak hatırlanıyordu. Macar ve Sırp zaferlerinin meyveleri bir bir elden uçtu gitti. İmparatoriçe Maria’yı öldürdüğü için Andronikos, Macar kralına büyük bir koz vermişti. Bela, Manuel’in dul karısının intikamını alacağını cümle âleme duyurmuştu. 1183 yılında Macarlar ve Sırplar birleşerek imparatorluğa saldırı gerçekleştirdiler.

Belgrad, Niş, Sofya ve Braniçevo tahrip edildi. Neredeyse imparatorluktan koparıldılar. Öyle ki altı yıl sonra Haçlılar buralara geldiklerinde ölü birer şehirle karşılaştılar.

Bizzat imparatorun ailesi Kommenos ailesi, Andronikos’un rejimine muhalefet etmeye, derin sert muhalefete katılmaya başladı. Çırpınırcasına direndiler. Herkesle ittifaka yanaştılar. Düşmanlardan umut beslediler. İmparatorluğun hemen sert yumruğunun erişmeyeceği yerlerde müstakillik kazandılar. Mesela İzak Kommenos Kıbrıs adasında kendi hâkimiyetini kurdu. Adına para bastı. Yaptığı küstahlık cezasız kaldı. Bu da imparatorun o büyük gücüne gölge düşürdü. Sadece İstanbul’daki yakınları cezalandırıldı.

Ardından Normanlar darbe vurdu. Sicilya Normanları, Bizans’a karşı sefer başlattılar. Aleksios zamanında Selanik’e kadar gelemeyen Normanlar bu sefer Selanik’e girdiler. Norman donanması Selanik limanına yanaştı. Şehri topa tutmaya başladı. Şehri savunan David Kommenos aciz kaldı. İstanbul’dan gönderilen yardım da yetişmedi. Selanik Normanların eline geçti. Üç yıl önce İstanbul’da nasıl ki Latinlere saldırmışlar, onları en ağır işkencelere maruz bırakmışlardı, şimdi de Latinler aynısını Bizanslılara yapıyordu.

İstanbul içinde vehimlerle boğuşan Andronikos’un baskısı artarken yaklaşan dış tehdit de yakından hissediliyordu. Düşman işgali 12 Eylül 1185 tarihinde gerçekleşti.

Son Kommenos imparatoru 12 Eylül’de yaka paça götürüldü, didik didik edilerek acımasız bir şekilde üstelik düşman kuvvetler tarafından bile değil, zulüm gördüğünü ileri süren kendi halkı tarafından öldürüldü.”

Vasili durdu, Pierre’e baktı. Sonra Anastasya’ya…

“Bundan sonrasını da Pierre anlatsın, biz dinleyelim. Bak Anastasya seyret. Baban kadar tiyatro sanatçısı var mı şu adalarda? Hatta tüm Yunanistan’da?”

Ben Mahpeyker Kösem Sultan

Babama öfkeliydim bazen. Neden Peder Vasilidis ne derse hemen sadık bir kölesi gibi koşturuyordu?

Anlıyordum elbet, babam bir zangoçtur ve papazın hizmetindedir. Ama biz o köyde o kadar eski bir aileyiz ki babam zangoç olmasa da geçinir giderdik diye düşünüyordum.

Belki de aralarında başka bir şey vardı.

Babam ile Vasili Baba… Baba mı desem, aziz peder mi desem, amca mı desem, gerçi hepsini söylüyordum ama o en çok Vasili Baba dememden hoşlanıyordu.

“Ben de senin baban sayılırım Anya.” derken sonraları “Gerçekten babam mı yoksa?” diyemeden edemedim.

Thisilas’la Venedikli gemicilere yakalandığımız o geceyi unutamıyorum.

Bekâretimi kaybetmeme ramak kalmıştı.

Namussuz gemici bizi gemiye kilitlemişti. Tanrı’m burada başıma bir iş gelirse, bekâretimi kaybedersem hiçbir saraya gelin giremem, cariye bile olamam…

Thisilas’ı köle olarak satacak, beni de… Beni de artık ne yapacaksa?

Şarap fıçılarının, amforaların, kürklerin istiflendiği ambarda her ikimizin de elini bağladı ve karşımıza geçip keyifle zıkkımlandı…

Leonardo’yu kızdırmak için Thilas ile evlerinin önünden geçip iskeleye kadar el ele koştuk. Kesinlikle biliyordum ki Leo pencereden üzgün, belki de ağlamaklı bizi izliyordu. İskeleye doğru inmeye başlayınca artık bizi göremeyeceği için sertçe Thilas’a, “Çek be ellerini!” dedim. O da ne olduğunu anlayamadan çekti. Hem de çok korktu. İskeleye indik. İskelede tuhaf bir gemi vardı. O kadar eski ve o kadar kocamandı ki, sanki İspanyolların o büyük kalyonlarından biriydi. Belki de savaş kalıntısıydı ve hasarlıydı. Öylesine tamir edilip ticaret gemisi yapılmış olabilirdi. Thilas’la ne olduğunu anlayamadan kendimizi kafamıza çuval geçirilmiş vaziyette geminin güvertesinde bulduk.

Bizi hırsızlıkla suçlayan bir adam ikimize de tokat attı. Ben de sinirden bağırdım, ağzıma gelen küfürleri sıraladım. Adam bir tokat daha atacakken karşılık vermek için kafamı kafasına vuracak gibi hızla ileriye hamle yaptım. Ellerim bağlı olduğu için ancak öyle karşılık verebilirdim. Fakat isabet ettiremedim. Adamla birlikte yere yuvarlandık.

Yerde beni sımsıkı tuttu. Ben de çırpınıp durdum. Hırsla bir yandan bağırıyor, bir yandan da onu ısırmaya çalışıyordum. O ise kaba ellerini her yanıma bastırıyordu. Ağzı ne kadar da pis kokuyordu. İğrenç adam dudaklarımdan öpmeye çalışıyordu. Ağzımı sıkı sıkı kapattım. Allah’ım ne kadar da iğrençti! Ben, ben, kraliçe olacak adalar kızı, bakire olarak saraylara gitmek zorundayım. Namusumu öyle kolay teslim edemem. Hele hele şu iğrenç gemiciye…

Öpmelerden bir şey anlamayınca dilini çıkarıp yalamaya çalışıyordu. O an ağzımı açtım ve olanca gücümle dışarıya sarkmış dilini ısırdım. Ağzıma gelen parçayı da tükürdüm. O zaman kollarını gevşetti bana bir tekme savurarak can havliyle güvertede bir o yana bir bu yana koşmaya başladı.

Adamın bağırtısına iskeledeki gemi mürettebatı koştu geldi. Onu alıp iskele hekimine götürdüler. Ağzından kan akıyordu. Diğer adamlar bize doğru seğirttiler. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.

Üç gemici bizi sorguladı. Zavallı Thilas ağlayıp duruyordu. “Kes artık şu bet sesini!” dedim. Birdenbire sustu. Bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Bana bulaştığına pişman mı olmuştu? Yoksa o da beni elde edebileceğini mi sanmıştı?

Alnında uzun bir yara izi olan, bir şövalye cesedinin üzerinden yürüttüğü elbisesiyle şövalye karikatürüne benzeyen, ön tarafı kel, arka tarafı uzun örgülü kır saçlı adam bir asilzade pozuyla elleri belinde aklı sıra bizi sorguluyordu.

“Bir gemiciye saldırdığınız için, hele hele gemimizde hırsızlık yapmaya teşebbüs ettiğiniz için denizcilik kurallarına göre sizler artık bizim kölemizsiniz.”

“Böyle aptalca bir şey olur mu? Biz yukarı köyden geliyoruz. Geminize sadece baktık bayım.” diyecek oldum.

Adam istifini bozmadan, “İyi de hanımefendi, müşteri veya gemi personeli olmadığı hâlde gemiye çıkan kişi o geminin kurallarına tabidir. Bilmiyor musunuz?” dedi.

“Ama biz gemiye çıkmadık ki… Sadece…”

“Sadece rampa tahtası üzerindeydik, diyeceksiniz biliyorum. Fakat bilmelisiniz ki dosa, pasaralya veya iskele rampası, ne derseniz deyin o tahta da gemiye aittir ve gemidesiniz demektir.”

“Ama bir şey çalmadık biz…”

“O sizin iddianız… Pekâlâ, biz niçin aşağıda, iskele ve civarında gemiden antika vazoyu çalan kişiyi arıyorduk sanıyorsunuz?”

“Bize ne? Vazoyu çalsak, üzerimizde olurdu.”

“O kadar aptal hırsızı nerede gördünüz siz?”

O anda sesini yükseltmişti. Ne kadar çaresizdik. Thilas’tan bir fayda yoktu. O kaderine ağlıyor, belki de içinden bana lanetler okuyordu.

Osmanlı döneminde iyice bellediğim ilmi siyasanın küçük kırıntılarını daha çocukluğumda edinmiştim. Alttan aldım.

“Aziz ve kudretli şövalye…” dedim. “Sizin gibi centilmen ve saygıdeğer bir şahsiyet sanıyorum ki hakikatin peşinden gitmeyi yalandan daha şerefli sayar. Çok çok özür dilerim, bir adamınızın dilini ısırdım. Ama her soylu prenses bekâretini korumak zorundadır, değil mi?”

Bu sözleri o kadar yumuşak sesle ve asilane söylemiştim ki adam gevşedi, soylu bir adam olduğunu ispat için kılıcından tuttu ve biraz düşündükten sonra elini uzatarak beni ayağa kaldırdı.

“Hanımefendi kimin ömür içinde ne hâllere düşeceği hiç belli olmaz. Size hak veriyorum. Bakın ben de yıkılmaz armadada asil bir subay iken ne hâllere düştüm.”

“Savaşta yenilmiş olamazsınız, bir iftiraya mı kurban gittiniz?” dedim. Bu cümle sanki içimde yaşayan başka birisi tarafından söylenmişti.

Zavallı şarlatan şövalye hemen ellerimi çözdü ve anlatmaya başladı. Thilas, gariban, oturduğu yerden yardım ister gibi bakıyor ama ağzını açamıyordu.

“Nereden bildiniz küçük hanımefendi, nereden bildiniz; evet bir iftiraya kurban gittim. Bir subay olduğum hâlde şehirde yaşamış, hayatında deniz görmemiş, rüşvetle soyluluk unvanı almış kralın yalakalarından biri bana iftira attı. Neymiş efendim fıçı fıçı rüşvet yemişim!”

“Rüşvetçiler nasıl rüşvet yeneceğini bilirler…” Bu sözümü hakaret kabul etseydi tekrar aramız bozulabilirdi. Ama demek istediğimi anlamadı.

O arada miçolardan birine işaret çaktı. Çocuk bir koşu gidip bir şişe şarap getirdi. Şarabın ağzı açıktı. Şövalye kılıklı korsan şişeyi tepesine dikti. Bir ara soluklanıp devam etti.

“Evet, fıçı ile rüşvet mi yenir?” Sonra kahkahayı patlattı.

“Hah hah hah! Belki içilir… Öyle değil mi ama?”

Şişeyi tekrar tepesine dikti, bu sefer şişenin dibinde kalan şarabı içip bitirdi.

Ne yapacağımı bilemiyordum. Bir süre konuşmayıp adamın iyice içip sarhoş olmasını mı beklemeliydim?

Biraz sonra dili bağlanmış, ağzı bir acayip gözüken ırz düşmanı gemici bir arkadaşının kolunda geldi. Benim güldüğümü görünce üzerime saldırdı. Tam gırtlağıma sarılacaktı ki oturduğu yerde ikinci şişeyi devirmekte olan şövalye bozuntusu ona bir çelme taktı. Beni ıskalayıp Thilas’ın yanına düşen gemicinin çenesi yere çarptı. Tekrar kanamaya başladı. Ağzını tutan adam can havliyle ayağa kalkmak isterken yanındaki Thilas’ı, köle namzetini gördü. Thilas’ın ağzına okkalı bir yumruk indirdi. Bu sefer de zavallı arkadaşımın burnu kanıyordu. Thilas’ın yüzüne baktım. Sanki burnu kırılmış gibiydi. Eğrilmişti. Burnundan akan kan bütün çenesini kırmızıya bulamıştı. Elleri bağlı olduğundan bir şey yapamıyordu. Öylece duruyordu garip. Ne edip de benim peşim sıra gelmişti? İçinden benimle tanıştığı güne lanet okuyor, nefsinin esiri olduğu için de kendine kızıyor olmalıydı. Çünkü deminki bakışın daha tuhafı kaplamıştı yüzünü…

Niçin bana takıldın, niye benimle sevgili olmak istedin? Oysa bir sevgilim olduğunu, daha doğrusu en yakın arkadaşımın Leonardo olduğunu biliyordun. Buna rağmen geldin. Madem zoru seçtin, zorluğuna katlanıp belki kahraman olabilirdin. Ama şimdi şu aczin içinde her şeye layıksın. Layığını bulacaksın.

Ben bunları düşünürken şövalye ayağa kalktı; yine eski ihtişamına kavuşmuştu.

“Götürün bu adamı buradan ve katıksız üç gün kapatın!” dedi.

Hemen nereden çıktığı belli olmayan üç gemici yerden doğrulmaya çalışan yaralıyı götürdüler. Giderken de bana öyle bir bakışı vardı ki bugün bile gözlerimin önünde.

Babam gerçek bir tiyatrocu gibi anlatmaya başladı. Sanki eski Yunan amfilerinde oynuyor, bir yandan da krala bakıyordu. Şu an kral diye baktığı Vasili Baba’dan başka kimse değildi.

Andronikos’un Katlinin Ardındaki Sır

Pierre ayağa kalktı, önce kızını alnından öptü sonra Vasili Baba’nın karşısına geçti, eğilip selamladı. Sonra oyununu oynamaya başladı. Anlatıyor anlattıkça da sanki olay anını yaşıyordu.

“Bizans imparatorluk görevlileri, eski imparatoru ellerinden ve ayaklarından zincirli olduğu hâlde sarayın kapısından çıkardılar. Bir zamanların güçlü imparatorunu böyle aciz ve sefil vaziyette gören halk birden galeyana geldi. Bağırışlar, çağırışlar, lanet okumalar, küfürler yahut çılgın gibi nara atmalar Andronikos’un şaşkın ama yine de gururlu bakışlarında dondu kaldı. Onun hâlâ nedamet göstermediğini anlayan, gururlu yüzünü ve kendilerini yine ezmekte olan ifadesini görenler bir an suskunluktan sonra tekrar içlerindeki nefreti kusmaya devam ettiler. Bazıları korteje doğru atıldı.

Saraydan çıkarılıp zincire vurulmuş bedenin geçtiği yollarda envaiçeşit hakarete maruz bırakılmasından, binlerce kötü muameleye, işkenceden bile daha aşağılık tecavüzlere uğramasından sonra Yedikule Zindanları’nda akıbetini beklemeye başlaması, şehrin iktidar mücadelesinde yeni bir evrime yol açıyordu. Eski düzen ister istemez tarihin arka koridorlarına saklanıyor, yeni bir düzen hak ve adalet nidalarıyla hâkimiyetini nasıl perçinleyeceğini şimdiden planlıyordu.

На страницу:
2 из 5

Другие электронные книги автора Lütfü Şehsuvaroğlu