
Adanın Kızı Anne
Burada merhum Albert Crawford Beyefendi’nin naaşı bulunmaktaydı, yazısını okudu Anne eskimiş bir gri mezar taşının üzerinde. Uzun yıllar majestelerinin Kingsport’taki mühimmat muhafızı olarak görev yaptı. 1763 barışına kadar orduda hizmetlerde bulunduktan sonra sağlık sorunları sebebiyle emekliye sevk edildi. Cesur bir subay, çok iyi bir koca, çok iyi bir baba ve çok iyi bir dosttu. 29 Ekim 1792’de, 84 yaşında vefat etti.
“Bak senin için de bir mezar kitabesi var Prissy. İçinde de kesinlikle hayal gücüne yer var. Böyle bir hayat nasıl maceralarla doludur kim bilir! Şahsi özelliklerine gelince, eminim methiyeler fazlasını belirtemiyordur. Merak ediyorum, acaba ona hayattayken bütün bu şeylerin ‘çok iyisi’ olduğunu hiç söylemişler midir?”
“Bir tane daha var.” dedi Priscilla. “Dinle bak…”
22 Eylül 1840’ta 43 yaşında vefat eden Alexander Ross’un hatırasına. 27 yıl boyunca sadakatle hizmet verdiği kişiden, en büyük güveni ve bağlılığı hak etmiş arkadaşından bir sevgi hatırası olarak yazılmıştır.
“Çok güzel bir mezar yazısı!” dedi Anne düşünceli bir şekilde. “Daha iyisi olamazdı herhâlde. Hepimiz bir şekilde hizmetkârız. Eğer gerçekten sadık olduğumuz mezar taşımıza kazınıyorsa daha fazlasına da gerek yok. Baksana hüzünlü, küçük bir taş var burada Prissy: En sevilen evladın hatırasına. Burada da var bir tane: Başka bir yerde gömülmüş olanın hatırasına dikilmiştir. Bu bilinmeyen mezarın nerede olduğunu merak ettim doğrusu. Hakikaten Pris, günümüzün mezarlıkları asla bunun kadar ilginç değiller. Sen haklı çıktın. Buraya sık sık geleceğim. Şimdiden sevdim bu yeri. Burada yalnız olmadığımızı görüyorum. Yolun sonunda aşağıda bir kız var.”
“Evet. Sanırım o kız bu sabah Redmond’da gördüğümüz kızın ta kendisi. Onu beş dakikadır izliyorum. Yaklaşık on kez bu yoldan yürümeye davrandı. En az beş kez de geri dönüp aşağı yürüdü. Ya korkunç derecede utangaç ya da vicdanında bir şey var. Hadi gidip onunla tanışalım. Sanırım bir mezarlıkta tanışmak Redmond’da tanışmaktan daha kolay.”
Koca bir söğüdün altındaki gri taşın üzerinde oturan yabancıya doğru yürüdüler uzun çimlerle kaplı patikadan geçerek. Kesinlikle çok güzeldi. Capcanlı, sıra dışı ve büyüleyici türde bir güzelliğe sahipti. Saten pürüzsüzlüğündeki saçlarında kestane ışıltısı vardı. Yuvarlak yanaklarında ise yumuşak, olgun bir parlaklık vardı. Tuhaf bir keskinliği olan siyah kaşlarının altındaki iri gözleri kahverengi ve kadifemsiydi. Yamuk ağzı da gül pembeliğindeydi. Şık kahverengi takımının altında modaya uygun küçük ayakkabıları göz kırpıyordu. Donuk pembe renginde hasırdan şapkası altın-kahverengi gelinciklerle çevrelenmişti. Şapkacı dükkânındaki bir sanatçının tanımlanamaz ve şaşmaz “tasarımını” andırıyordu. Priscilla iğne gibi batan ani bir farkındalıkla kendi şapkasının köydeki şapkacı tarafından yapıldığını hatırladı. Anne ise Bayan Lynde’in biçip kendisinin diktiği bluzun, yabancının şık kıyafetleri ile kıyaslandığında oldukça köylü ve ev yapımı olduğuna dair rahatsız edici bir hisse kapıldı. Bir an için iki arkadaş geriye dönmek ister gibi oldular.
Ne var ki çoktan gri taşa doğru yürümeye başlamışlardı. Geri dönmek için artık çok geçti. Kahverengi gözlü kız belli ki kendisiyle konuşmaya geldiklerini varsaymıştı. Derhâl ayağa fırlayıp onlara yaklaştı. Yüzündeki neşeli ve dost canlısı tebessümle elini uzattı. Gülümsemesinde ne utangaçlık vardı ne de vicdani bir yük.
“Sizleri tanımak istiyordum!” diye haykırdı hevesle. “Sizinle tanışmaya can atıyordum. Bu sabah Redmond’da gördüm. Sizce de çok korkunç değil miydi? İlk kez evlenip memleketimde kalmış olmayı diledim.”
Anne ve Priscilla bu şekilde bitirilen tanışma sözleri sonrasında kahkahalarla gülmeye başladılar. Kahverengi gözlü kız da gülmeye başladı.
“Gerçekten de diledim bunu. Evlenebilirdim isteseydim. Hadi gelin şu mezar taşını üzerine oturalım da tanışalım. Çok zor olmayacaktır. Birbirimize bayılacağımıza eminim. Bu sabah sizi Redmond’da görür görmez anladım bunu. Hemen yanınıza gelip size sarılmak istedim.”
“Neden sarılmadın peki?” diye sordu Priscilla.
“Çünkü bunu yapmaya karar veremedim. Herhangi bir şeye asla karar veremem. Kararsızlık illetine yakalanmışım. Bir şeye karar verir vermez diğer şeyin daha doğru olacağını ta iliklerimde hissediyorum. Bu çok büyük bir talihsizlik. Ama dünyaya bu şekilde gelmişim. Bazı insanların yaptığı gibi kendimi bundan dolayı suçlamam saçma olur. Yani her ne kadar istesem de yanınıza gelip sizinle konuşmaya karar veremedim.”
“Utangaç olduğunu düşünmüştük.” dedi Anne.
“Hayır, hayır canım. Utangaçlık Philippa Gordon’ın, kısaca Phil, sahip olduğu kusur ya da erdemlerden değil. Bana Phil diyebilirsiniz. Sizin isimleriniz ne acaba?”
“Kendisi Priscilla Grant olur.” dedi Anne işaret ederek.
“O da Anne Shirley.” dedi Priscilla aynı şekilde arkadaşını göstererek.
“İkimiz de adadan geliyoruz.” dediler aynı anda.
“Benim memleketim ise Bolingbroke, Nova Scotia.” dedi Philippa.
“Bolingbroke mu!” diye haykırdı Anne. “Orası benim doğum yerim.”
“Gerçekten mi? O zaman sen Nova Scotialısın demek ki.”
“Hayır değilim.” diye cevap verdi Anne. “Ne demişti Dan O’Connell, ‘Bir insanın at ahırında doğmuş olması onu at yapar mı?’ Ben dibine kadar adalıyım.”
“Pekâlâ, yine de Bolingbroke’ta doğmuş olmana sevindim. Bu, bizi bir şekilde komşu yapar öyle değil mi? Bu da hoşuma gider çünkü sana sırlarımı anlattığımda yabancıya anlatıyor gibi olmam. Sırlarımı da anlatmam lazım. Sır saklayamıyorum, denemek faydasız. Bu benim en büyük kusurum, az önce bahsettiğim kararsızlıkla beraber. İnanır mısınız buraya gelirken hangi şapkayı giyeceğime karar vermem yarım saatimi aldı, mezarlığa gelirken! İlk önceleri tüylü kahverengi şapkama meylettim ama onu takar takmaz gevşek kenarlı pembe şapkanın daha uygun olacağını düşündüm. Şapkayı iğneyle saçıma tutturunca kahverengiden daha çok hoşlandım. En sonunda hepsini yatağa koyup gözlerimi kapattım ve şapka iğnesini attım. İğne pembeye yerleşince pembeyi taktım. Uygun olmuş değil mi? Görünüşüm hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Son derece ciddi bir ses tonuyla sorulan bu saf soru karşısında Priscilla bir kez daha kahkaha patlatıverdi. Ama Anne, Philippa’nın elini dürtüsel bir hareketle sıkarak şöyle dedi:
“Senin Redmond’da gördüğümüz en güzel kız olduğunu düşündük bu sabah.”
Philippa’nın yamuk ağzında aşırı beyaz dişlerini gösteren büyüleyici bir gülümseme belirdi.
“Ben de öyle düşündüm.” şeklinde şaşırtıcı bir cevap verdi. “Ama kendi kanaatimi desteklemek için başka birinin fikrine ihtiyaç duydum. Dış görünüşüme kendi başıma karar veremiyorum. Güzel olduğuma hükmettiğim anda perişan hâlde aslında öyle olmadığımı hissetmeye başlıyorum. Ayrıca bir büyük halam var ki kederli bir iç çekişle bana bebekken çok güzel olduğumu, çocukların büyüdüklerinde değişmelerinin tuhaf olduğunu söylüyor. Ben halalara bayılırım, büyük halalardan ise nefret ederim. Eğer sizin için sorun olmayacaksa lütfen bana sık sık güzel olduğumu söyleyin. Güzel olduğuma inanabildiğim zamanlarda çok daha rahat hissediyorum kendimi. Siz de aynı şekilde karşılık vermemi isterseniz bunu gönül rahatlığıyla yapabilirim.”
“Teşekkürler.” diye güldü Anne. “Ama Priscilla ve benim dış görünüşümüz hakkındaki kanaatlerimiz o kadar kesin ki dışarıdan güvence arama ihtiyacı hissetmiyoruz. Yani zahmet etmene gerek yok.”
“Benimle alay ediyorsun. Rahatsız edici derecede kibirli olduğumu düşündüğünüzü biliyorum. Ama bu doğru değil. İçimde zerre kadar kibir yok. Eğer hak ediyorlarsa diğer kızlara iltifat etmekten zerre gocunmam. Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum. Buraya cumartesi günü geldim ve o gün bugündür yuva özleminden neredeyse öleceğim. Korkunç bir duygu değil mi? Bolingbroke’ta önemli bir kişiyken Kingsport’ta hiç kimseyim. Ruhumun karardığı zamanları hissettiğim oldu. Siz nerede kalıyorsunuz?”
“St. John Caddesi, no: 38.”
“İyi iyi… Ben de Wallace Caddesi’nin hemen köşesindeyim. Kaldığım pansiyonu sevmiyorum ama. Çok kasvetli ve yalnız. Odam da kötü bir arka avluya bakıyor. Dünyanın en çirkin yeri. Kedilere gelince, Kingsport’un bütün kedilerinin orada toplanamayacağı aşikâr fakat en azından yarısının orada olma mecburiyetleri var gibi geliyor. Şömine önü halısının üzerinde güzel, dostane ateş karşısında uyuklayan kedileri çok severim. Ama arka avlunun gece kedileri tamamen farklı bir tür. Burada bulunduğum ilk gece sabaha kadar ağladım. Kediler de aynı şekilde ağladı. Sabah burnumun ne hâlde olduğunu görmeliydiniz. Evden ayrılmamayı nasıl da istedim!”
“Madem bu kadar kararsız bir insansın Redmond’a gelmeye nasıl karar verdin, anlamış değilim.” dedi keyifli Priscilla.
“Tanrı iyiliğini versin hayatım. Ben karar vermedim. Buraya gelmemi babam istedi. Kalbinde bu vardı ama sebebini bilmiyorum. Lisans derecesi almak için öğrenim görmem çok saçma geliyor değil mi? Ama mesele bunu yapabilecek olmam değil elbette. Yığınla beynim var benim.”
“Ah!” dedi Priscilla belli belirsiz.
“Evet. Ama asıl sorun beynini kullanmakta. Lisans derecesi sahibi insanlar da bilgili, ağırbaşlı ciddi yaratıklar. Öyle olmak zorundalar. Hayır, ben Redmond’a gelmek istemedim. Babamı sevindirmek için yaptım bunu. Kendisi tam bir ördek. Ayrıca evde olsaydım evlenmek zorunda kalacaktım. Annemin istediği buydu. Hem de kesinlikle istiyordu bunu. Annemde kararlılık bol miktarda var. Ama şimdilik evlenme fikrinden nefret ediyorum. Evlenip barklanmadan önce bol bol eğlenmek istiyorum. Lisans derecesi almam evlenip barklanmam kadar absürt bir fikir, öyle değil mi? Daha on sekiz yaşındayım. Evlenmektense Redmond’a gelmeyi tercih ederim diye düşündüm. Ayrıca kiminle evleneceğime nasıl karar vereceğim ki?”
“Çok mu talibin var?” diye güldü Anne.
“Sürüsüne bereket. Erkekler benden çok hoşlanıyorlar. Gerçekten. Ancak dikkate değer sadece iki kişi vardı. Geri kalanı çok genç ve çok fakirdi. Zengin bir adamla evlenmem lazım benim. Anlarsınız ya.”
“Neden peki?”
“Beni fakir bir adamın karısı olarak hayal edemezsin tatlım, edebilir misin? İşe yarar tek bir şey yapamam çünkü ben aşırı müsrif biriyim. Kocamın yığınla parası olmalı. Böylece aday sayısını ikiye indirdim. Ama iki kişi arasında karar vermek iki yüz kişi arasında karar vermekten daha kolay bir iş değil benim için. Hangisiyle evlenirsem evleneyim diğeri ile evlenmediğim için hayatımın sonuna kadar pişmanlık duyacağımı çok iyi biliyordum.”
“Peki, ikisinden birini sevmiyor muydun?” diye sordu Anne ufak bir tereddütle. Hayatın büyük gizemi ve dönüşümü hakkında bir yabancı ile konuşmak onun için kolay değildi.
“Aman Tanrı’m, hayır! Ben kimseyi sevemem. İçimde yok. Ayrıca sevmek de istemem. Âşık olmak insanı tam bir köle yapıyor bence. Hem bir erkeğe seni incitmesi için müthiş bir güç vermiş oluyorsun. Bundan korkardım. Hayır, hayır. Alec ve Alonzo çok iyi çocuklar. İkisinden de o kadar hoşlanıyorum ki hangisinden daha çok hoşlandığımı gerçekten bilmiyorum. Sorun da bu zaten. Alec daha yakışıklı. Ben tabii ki de yakışıklı olmayan bir erkekle evlenemem. Üstelik huyu suyu da iyi. Hem de çok hoş kıvırcık siyah saçları var. Kendisi çok mükemmel. Ben de kusur bulamayacağım mükemmel bir koca isteyeceğimi zannetmiyorum.”
“Peki o zaman neden Alonzo ile evlenmedin?” diye sordu Priscilla ciddiyetle.
“İsmi Alonzo olan biri ile evlenme fikri!” dedi Phil hüzünle. “Buna dayanabileceğimi zannetmiyorum. Ama klasik bir burnu vardı ve ailede güvenilebilecek bir burun olması rahatlatıcı bir şey. Ben kendi burnuma güvenemiyorum. Şu ana kadar Gordon kalıbına uygunluk gösterdi. Ama yaşım ilerledikçe Byrne özelliklerine meyleder diye korkuyorum. Her gün hâlâ Gordon olduğundan emin olmak için inceliyorum burnumu. Annem bir Byrne ve Byrneliğin en üst seviyesinde bir Byrne burnuna sahip. Bekleyin ve görün. Ben güzel burunlara bayılırım. Senin burnun feci güzel Anne Shirley. Alonzo’nun burnu dengeyi kendi lehine çevirmişti. Fakat Alonzo! Hayır, karar veremedim. Şapkaları seçerken yaptığımı yapabilseydim, ikisini de yan yana koyup gözlerimi kapatıp şapka iğnesini fırlatabilseydim. Çok kolay olurdu.”
“Sen buraya geldiğinde Alec ve Alonzo neler hissediyordu peki?” diye sordu Priscilla.
“Hâlâ ümidi vardı ikisinin de. Ben kararımı verinceye dek beklemeleri gerektiğini söyledim. Beklemeye de seve seve razılar. İkisi de bana tapıyor, anlarsınız ya. Bu arada iyi vakit geçirmeye kararlıyım. Redmond’da yığınla talibim olacağına eminim. Eğer talibim olmazsa mutlu olamam, anlarsınız ya. Peki, siz de birinci sınıfların çirkin olduğunu düşünüyor musunuz? İçlerinde sadece bir tanesi gerçekten yakışıklıydı. Siz gelmeden önce gitti. Kankasının ona ‘Gilbert’ dediğini duydum. Arkadaşının ta buraya kadar çıkık gözleri vardı. Peki şimdi gidiyor musunuz kızlar? Daha gitmeyin olur mu?”
“Bence gitmemiz gerekiyor.” dedi Anne oldukça soğuk bir şekilde. “Geç oldu ve yapacak işlerim var.”
“İkiniz de beni görmeye gelirsiniz, değil mi?” diye sordu Philippa ayağa kalkıp iki kolunu da kızlara dolayarak. “Sizi ziyaret etmeme de izin verin. Ben sizinle kanka olmak istiyorum. İkinizden de çok hoşlandım. Saçmalıklarımla midenizi bulandırmadım, değil mi?”
“Hiç alakası yok.” diye kahkaha atan Anne, Phil’in dokunuşuna samimiyetle karşılık verdi.
“Çünkü dışarıdan göründüğümün yarısı kadar bile şapşal değilim. Philippa Gordon’u Tanrı’nın yarattığı şekilde tüm kusurlarıyla kabul etmeniz gerekiyor sadece. Ayrıca onu seveceğinizden de eminim. Bu mezarlık tatlı bir yer değil mi? Ben buraya gömülmek isterdim. Baksanıza kızlar, şu demir korkuluklarla çevrili olan mezarı daha önce görmemiştim. Taşın üzerinde Shannon ve Chesapeake mücadelesinde vefat eden bir denizci olduğu yazıyor. Bir düşünsenize!”
Korkuluğun yanında duran Anne, yıpranmış mezar taşına bakınca kalbi ani bir heyecanla küt küt atmaya başladı. Uzun gölgelerle dolu, ağaçlarla kaplanmış eski mezarlık gözünün önünden kayboldu. Bunun yerine yüzyıl öncesinin Kingsport limanını gördü. İngiliz kırmızı sancağı dalgalanan koca bir fırkateyn sislerin arasından yavaş yavaş çıktı. Arkasında ise hareketsiz kahraman bir figür yıldızlı bayrağını kuşanmıştı. Güvertede cesur Lawrence uzanıyordu. Zamanın parmakları sayfalarını geriye çevirdi ve Shannon, ganimeti Chesapeake ile birlikte körfeze doğru muzaffer bir şekilde yol almaya başladı.
“Geri dön Anne Shirley, geri dön.” diye güldü Philippa kolunu çekerek. “Bizden yüzyıl uzaklaştın. Geri dön.”
Bir iç çekişle beraber Anne geri döndü. Gözlerinde yumuşak bir parlaklık vardı.
“Bu eski hikâyeyi hep sevmişimdir.” dedi. “Her ne kadar İngilizler zafer kazanmış olsalar da hikâyeyi sevmemin sebebi mağlup edilen cesur kumandandı galiba. Bu mezar hikâyeyi çok yaklaştırdı ve gerçekçi hâle getirdi. Bu zavallı denizci sadece on sekiz yaşındaymış. ‘Cesur mücadelesi sırasında aldığı ağır yaralardan dolayı ölmüş.’ Mezar taşında böyle yazıyor. Bir askerin isteyeceği şekilde ölmüş yani.”
Anne arkasını dönmeden önce üzerine iliştirdiği ufak mor menekşe demetini çözdü ve büyük deniz düellosunda helak olan çocuğun mezarının üzerine bıraktı yumuşak bir şekilde.
“Peki yeni arkadaşımız hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu Priscilla, Phil yanlarından ayrıldıktan sonra.
“Ondan hoşlandım. Bütün saçmalığına rağmen onda sevilesi bir taraf var. Kendisinin de dediği gibi göründüğünün yarısı kadar bile şapşal olduğuna inanmıyorum. Candan, öpülesi bir bebek ve gerçekten bir gün büyür mü bundan emin değilim.”
“Ben de ondan hoşlandım.” dedi Priscilla kararlı bir şekilde. “Ruby Gillis gibi erkekler hakkında çok konuşuyor. Ama Ruby’nin bu türden konuşmalarını duymak beni öfkelendirip tiksindirdiği hâlde iyi huylu Phil beni sadece güldürüyor. Neden böyle acaba?”
“Arada bir fark var.” dedi Anne düşünceli bir hâlde. “Bence bu farkın sebebi Ruby’nin erkekleri çok iyi tanıyor olması. Aşk meşk işlerine oynuyor. Ayrıca çok fazla sevgilisi olduğunu söylerken bunu karşısındakinin yüzüne vurmak için yapıyor. Diğerlerinin o kadar çok sevgilisi olmadığını söylemek ister gibi. Phil ise sevgililerinden kankalarından bahseder gibi bahsediyor. Erkekleri iyi dostlar olarak görüyor. Peşinde bu kadar çok dolanmalarından hoşlanmasının sebebi popüler olmayı ve popüler olduğunun düşünülmesini sevmesi. Alex ve Alonzo bile, artık bu iki ismi birbirinden ayrı düşünmeyi başaramayacağım, onunla hayat boyu oyun oynamak isteyen iki oyun arkadaşı ona göre. Onunla tanıştığımıza ve Eski St. John’a geldiğimize sevindim. Galiba bu öğleden sonra Kingsport topraklarına ufacık bir ruh kökü ektim. Umarım yani. Ekinimin yerini değiştirmekten nefret ederim çünkü.”
BÖLÜM 5
EVDEN MEKTUPLAR
Anne ve Priscilla takip eden üç hafta boyunca uzak bir diyardaki yabancılar gibi hissettiler. Sonra aniden her şey, Redmond, hocalar, sınıflar, öğrenciler, dersler ve sosyal faaliyetler netleşmeye başladı. Hayat birbirinden bağımsız parçalardan oluşmak yerine yeniden bütüncül bir hâl aldı. İlk sınıf öğrencileri birbiriyle alakasız fertlerin toplamı olmak yerine kendilerini bir sınıfın içinde buldular. Bu sınıfın bir ruhu, gürültüsü, ilgileri, nefreti ve hırsları vardı. Her yıl düzenlenen bölüm koşusunda ikinci sınıflara karşı galibiyet elde ederek tüm sınıfların saygısını kazandılar ve öz güvenleri arttı. Üç yıl boyunca “koşuyu” ikinci sınıflar kazansa da bu senenin galibiyeti Gilbert Blythe’ın stratejik liderliği sayesinde elde edildi. Mücadeleyi yöneten Gilbert’ın geliştirdiği yeni taktikler ikinci sınıfların moralini bozdu ve birinci sınıfları zafere taşıdı. Bu becerisinin ödülü olarak Gilbert birinci sınıfların başkanı seçildi. Çok kişi tarafından arzu edilen bu görev hem prestijliydi hem de sorumluluk gerektiriyordu, en azından birinci sınıfa giden biri için. Gilbert ayrıca birinci sınıflara nadiren bir şans veren “Lambalar” (Lamba Teta Alfa kardeşlik grubunun Redmondcası) grubuna da davet edildi. Bu örgüte girmek için katlanması gereken ilk eziyet, kadın bonesi takıp çiçeklerle süslü basma kumaştan bir mutfak önlüğü giydikten sonra Kingsport’un işlek caddelerinde bir gün boyunca yürümekti. Bu işi neşeyle yaptı. Karşılaştığı tanıdık hanımları bonesini zarifçe çıkarak selamladı. Lambalar’a davet edilmeyen Charlie Sloane, Gilbert’ın bunu nasıl yapabildiğini anlayamadığını söyledi. Kendisini bu şekilde asla küçük düşüremeyeceğini de vurguladı.
“Charlie Sloane’un basma önlük giyip kadın bonesi taktığını düşünsene.” diye kıkırdadı Priscilla. “Yaşlı büyükannesi Sloane’a benzerdi aynen. Gilbert ise kadın kıyafetleri içinde bile hâlâ bir erkeğe benziyor.”
Anne ve Priscilla, Redmond’ın sosyal yaşamının tam ortasında buluverdiler kendilerini. Bu durumun böylesine hızlı gerçekleşmesinin en önemli sebebi ise Philippa Gordon’dı. Philippa, zengin ve tanınmış bir adamın kızıydı. Eski ve köklü bir Nova Scotia ailesinin mensubuydu. Bütün bunlara bir de güzelliği ve etkileyiciliği -onunla tanışan herkesin kabul ettiği bir etkileyicilikti bu- eklenince Redmond’daki bütün grupların, kulüplerin ve sınıfların kapıları derhâl açıldı. Onun gittiği her yere Anne ve Priscilla da gidiyordu. Phil, Anne ve Priscilla’ya “tapıyordu” özellikle de Anne’e. Her türden züppeliğe uzak içi dışı bir, sadık bir kızcağızdı. “Beni seven arkadaşlarımı da sever.” şeklinde bilinç dışı bir mottosu var gibi görünüyordu. Gittikçe genişleyen çevresine bu iki kızı pek de çabalamadan dâhil etti. İki Avonlea kızı Redmond’ı kendileri için kolaylaştıran ve güzelleştiren sosyal ilişkiler ağını kurmuşlardı. Bu hâl Philippa’nın kefilliğine sahip olmayan ve üniversitenin ilk yılında her şeyin dışında kalmaya mahkûm diğer ilk sınıf tazelerinin kıskançlığına ve şaşkınlığına sebep olmuştu.
Hayata daha ciddi yaklaşan Anne ve Priscilla için Phil, o ilk tanışmalarındaki eğlenceli ve sevilesi bebek olarak kalmıştı hep. Yine de kendi ifadesiyle “yığınla beyni” vardı. Ne zaman ve nerede ders çalışma fırsatı yakalıyor olduğu tamamen bir muammaydı. Çünkü her zaman eğlence peşinde gibiydi ve evde olduğu zamanlarda ortalık misafirden geçilmiyordu. Bir kalbin isteyeceği kadar çok taliplisi vardı. Ne de olsa birinci sınıfların onda dokuzu ve diğer sınıfların önemli bir kısmı onun gülüşü için birbirlerine rakip olmuşlardı. Bu da onu safça mutlu ediyordu ve her bir zaferini bahtsız taliplerinin kulaklarını sızlatacak yorumlar eşliğinde Anne ve Priscilla’ya keyifle aktarıyordu.
“Alec ve Alonzo’ya ciddi bir rakip çıkmamış gibi görünüyor.” diyerek Phil’e takıldı Anne.
“Bir tane bile yok.” dedi Philippa. “Her hafta ikisine de mektup yazıyorum ve buradaki genç taliplerimden bahsediyorum. Bunun onları eğlendirdiğine eminim. Elbette en çok hoşlandığım kişiyi elde edemiyorum. Gilbert Blythe varlığımın farkında bile değil, tabii okşamak istediği tatlı bir yavru kediymişim gibi bana baktığı zamanlar hariç. Elbette bunun sebebini çok iyi biliyorum. Sana garezim var Kraliçe Anne. Senden gerçekten nefret etmeliyim ama ben seni deli gibi seviyorum ve seni her gün görmezsem perişan oluyorum. Daha önce tanıdığım tüm kızlardan farklısın. Bazen bana öyle bir bakıyorsun ki kendimi önemsiz hissediyorum. Her zaman olduğum o hoppa yaratık gibi hissediyorum ve daha iyi, daha akıllı, daha güçlü olma arzusu taşıyorum içimde. Sonra sağlam kararlar alıyorum. Ama karşıma çıkan ilk yakışıklı beyefendicikle beraber hepsi kafamdan çıkıp gidiyor. Üniversite hayatı muhteşem değil mi? İlk gün nefret ettiğimi düşünmek çok komik. Ama eğer nefret etmeseydim belki de seninle asla tanışamazdım. Anne lütfen bana azıcık da olsa beni sevdiğini söyle bir kez daha. Bunu duymaya can atıyorum.”
“Seni kocamancık seviyorum ve senin çok sevgili, tatlı, şirin, kadifemsi, pençesiz küçük bir yavru kedi olduğunu düşünüyorum.” diye kahkaha attı Anne. “Ama ders çalışacak vakti ne zaman bulduğunu anlayamıyorum.”
Phil çalışacak zaman buluyor olmalıydı çünkü sınıfının bütün derslerinin hakkını verdi. Karma eğitim öğrencilerinden nefret eden ve Redmond’a kabul edilmelerine şiddetle karşı çıkan huysuz ihtiyar matematik profesörü bile onu devirmeyi başaramadı. Anne Shirley’in kendisini fazlasıyla geride bıraktığı İngilizce hariç bütün derslerde birinci sınıfların en başarılısıydı. Anne ise Gilbert’la birlikte Avonlea’de iki yıl boyunca yaptıkları çalışmalar sayesinde ilk yıl derslerini çok kolay buldu. Bu da ona fazlasıyla keyfini çıkardığı sosyal yaşamı için bolca vakit sağladı. Ne var ki Avonlea’yi ve oradaki dostlarını bir an bile unutmadı. Haftanın en güzel anları evden aldığı mektuplardı. İlk mektuplarını alıncaya dek Kingsport’u seveceğine ya da burada kendini evinde hissedebileceğine dair ümidi yoktu. Mektuplar gelmeden önce Avonlea binlerce kilometre uzakta gibi geliyordu. Bu mektuplar uzakları yakın etmekle kalmıyor, eski ve yeni yaşamını sıkı sıkıya birbirine bağlıyordu. Öyle ki geçmişi ve bugünü birbirinden ümitsizce ayrışan iki ayrı varlık olmak yerine bütün hâlindeydi ve aynıydı. İlk parti altı mektuptan oluşuyordu. Jane Andrews, Ruby Gillis, Diana Barry, Marilla, Bayan Lynde ve Davy mektup yollamışlardı. Jane’in mektubu el yazısı ile yazılmıştı, her bir “t” harfi özenle yazılmış, “i” harflerinin üzerine ise kusursuz noktalar yerleştirilmişti. İçeriğinde tek bir ilginç cümle yoktu. Anne’in duymaya can attığı okuldan kesinlikle bahsetmiyordu ve mektubunda sorduğu sorulara cevap vermemişti. Bunun yerine kaç metre dantel işlediğinde, Avonlea’deki hava durumundan, yaptırmaya niyetlendiği yeni elbisesinden ve başı ağrıdığında nasıl hissettiğinden bahsediyordu. Ruby Gillis, Anne’in yokluğuna feryat eden uzun bir mektup döktürmüştü. Her yerde özlendiğini ifade ediyor, Redmond “ekibinin” nasıl olduğunu soruyordu. Mektubun geri kalanında ise talipleriyle ilgili üzücü tecrübelerinden bahsediyordu. Şapşal ve zararsız bir mektuptu bu ve eğer sonundaki not olmasaydı muhtemelen gülüp geçerdi. “Mektuplarından anladığım kadarıyla Gilbert, Redmond’da iyi vakit geçiriyor.” yazmıştı. “Charlie’ninse koleje pek düşkün olduğunu zannetmiyorum.”
Demek Gilbert, Ruby’e yazıyordu! Pekâlâ. Tabii ki buna kesinlikle hakkı vardı. Ama! Anne, ilk mektubu yazanın Ruby olduğunu ve Gilbert’ın da sadece nezaket icabı cevap verdiğini bilmiyordu. Ruby’nin mektubunu iğrenerek kenara attı. Mektubun sonundaki notun delici sızısından kurtulmak için Diana’nın cıvıl cıvıl, haberlerle dolu, keyifli mektubunu hatmetmesi gerekti. Diana’nın mektubunda Fred’den biraz fazla bahsedilse de ilginç olacak bir sürü konu vardı. O kadar ki Anne, can dostunun mektubunu okurken neredeyse kendini bir kez daha Avonlea’de gibi hissetti. Marilla’nın resmî ve renksiz mektubu dedikodu ve histen fazlasıyla mahrum kalmıştı. Yine de Anne’e, o eski huzur tadı ve kendisini hep bekleyen ebedî sevgi ile beraber Green Gables’taki sade yaşama dair ufak ipuçları vermeyi ihmal etmiyordu. Bayan Lynde’in mektubu kilise haberleriyle doluydu. Ev işlerini bırakan Bayan Lynde’in kilise meselelerine ayıracak fazlasıyla vakti vardı artık ve bu işlere bütün kalbi ve ruhuyla dalmıştı. O an için papazsız Avonlea kilisesindeki kötü vaazlardan dert yanıyordu.