Savaş ve Barış I. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Лев Николаевич Толстой, ЛитПортал
bannerbanner
Savaş ve Barış I. Cilt
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 3

Поделиться
Купить и скачать

Savaş ve Barış I. Cilt

Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
6 из 20
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

“Bu delikanlının çok zengin olduğunu nereden çıkarıyorsunuz kuzum?”

Kontes bunu sorarken genç kızlardan tarafa eğilmişti. Hiç umursamazmış gibi kendi aralarında konuşmaya koyuldu kızlar. Kontes devam etti:

“Benim işittiğime göre Kont’un bütün çocukları evlilik dışıymış. Yanılmıyorsam Piyer de öyle.”

Konuk hanım; onaylayan bir el işaretiyle “Bütün çocukları, evet.” dedi. “Sayısının da yirmiyi aşkın olduğunu söylüyorlar.”

Önemli ahbapları olduğunu ve yüksek sosyeteye ilişkin haberleri sağlam kaynaklardan aldığını ortaya koymak isteyen Prenses Anna Mihailovna, daha çok mırıltıyı andıran ama güven uyandıran bir sesle konuşmaya karıştı:

“İşin aslı şu: Kont Kiril Vladimiroviç’in şöhretini işitmemiş olan yoktur elbette. Bir söylentiye göre, çocuklarının sayısını bilmezmiş. Ama kesin bir husus var, o da: Kont’un bütün çocukları arasında en fazla Piyer’i sevdiği, en çok ona bağlı bulunduğu.”

“O ihtiyar hâlinde bile daha geçen yıl ne kadar yakışıklı adamdı!” diye iç geçirdi Kontes. “Hayatımda onun kadar yakışıklı insan, hiç görmedim.”

Yine Anna Mihailovna sürdürdü konuşmayı:

“Çok değişti, evet. Birdenbire çöktü âdeta. Ne diyordum? Eveeet. Karısı tarafından Kont’un servetinin mirasçısı, Prens Vasili’dir. Ama kont, söylendiğine göre, Piyer’i herkese tercih ettiğini, onun eğitimiyle bizzat uğraştığını İmparator’a da yazmış; öyle ki zavallı adam birdenbire hayata veda etse -ve bu, her an olabilir diyorlar; nitekim Lorrain’i getirmişler Petersburg’dan- bu muazzam servetin Piyer’e mi yoksa Prens Vasili’ye mi nasip olacağını kimse kestiremiyor. Düşünün bir kere: Tam kırk bin toprak kölesi ve milyonlarca ruble! Ben durumu gayet iyi biliyorum çünkü bütün bunları bana bizzat Prens Vasili anlattı. Ayrıca Kiril Vladimiroviç, anne tarafımdan benim de akrabamdır; nitekim Borisimin vaftiz babası da odur.”

Basit bir ayrıntıyı belirtir gibi hiç üzerinde durmaksızın eklemişti bu son sözleri. O sırada konuk hanım karıştı konuşmaya:

“Dün de Prens Vasili Moskova’ya gelmiş. Teftiş gezisindeymiş, bana söylendiğine göre.”

“Evet ama entre nous,127 bu bir bahane…” dedi Prenses. “Prens, aslında, Kont Kiril Vladimiroviç’in durumunun son derece ağır olduğunu öğrenince onu görmeye geldi.”

Kont Rostof’unsa aklı hâlâ Petersburg’daki ırmak sahnesinde takılı kalmıştı. Neşeyle gülerek “Bütün her şey bir yana, ma chère…” dedi. “Komiser hikâyesine diyecek yok doğrusu!”

Konuk hanımın kendisini dinlemediğini görünce de hiç alınmaksızın genç kızlara dönerek devam etti:

“Adamcağızın o anki yüzünü şöyle bir hayal ediyorum da!..”

Ve komiserin buzlu ırmakta kollarını nasıl salladığını taklit ederek karnı tok, sırtı pek olanlara özgü gevrek kahkahalarla sarsıla sarsıla güldü yeniden. Hemen ardından da konuk hanıma dönüp “Akşam yemeğine mutlaka bekliyoruz…” dedi.



VIII

Bir sessizlik çökmüştü ortalığa birdenbire. Kontes, nazik bir gülümseyişle ziyaretçi hanıma baktı. Onu, müsaade isteyerek kalkıp giderken görürse katiyen üzülmeyeceğini gizlememiş oluyordu böylece. Nitekim konuk genç kız, soran bakışlarını annesine çevirerek giysisinin eteğini düzeltmeye başlamıştı bile…

İşte tam o sırada, yan odadan salona doğru koşan erkekli kadınlı bir grubun ayak sesleri yükseldi; bir sandalyenin devrilirken çıkardığı gürültü izledi bunu; sonra da kısa muslin etekliğinin içinde bir şey sakladığı anlaşılan on üç yaşlarında bir kız çocuğu, rüzgâr gibi daldı içeri ve salonun ortasında soluk soluğa durdu. Aslında istemeksizin sadece koşusunun hızıyla sürüklenerek oraya kadar geldiği belli oluyordu. Aynı anda kapıda; çilek rengi yakalı bir öğrenci, bir Muhafız Alayı subayı, on beş yaşında bir genç kız ve sırtında küçük bir çocuk ceketi taşıyan kırmızı yanaklı şişman bir erkek çocuğu belirivermişti.

Derhâl ayağa kalktı Kont ve sallanarak ilerleyip küçük kızın önünde kollarını olanca genişliğiyle açtı:

“İşte geldi!” diye bağırdı gülerek. “Şenliğin kahramanı geldi! İşte doğum gününü kutladığımız dilber bu, ma chère!”

Küçük kızını, yapmacık da olsa azarlamak gereğini duydu Kontes:

“Ma chère, il y a un temps pour tout.”128 dedi sert olmaya çalışıp da beceremeyen bir sesle. Sonra da kocasına dönüp ekledi:

“Onu hep sen şımartıyorsun, Elie.”129

Bu arada ziyaretçi hanım araya girdi:

“Bonjour, ma chère, je vous félicite.”130 dedi küçük kıza.

Ve hemen Kontes’e dönüp tamamladı sözlerini:

“Quelle délicieuse enfant!”131

Simsiyah gözleri, kocaman bir ağzı vardı kızın. Güzel değildi ama hayat doluydu. Hızla koşarken bluzu kaymış ve omuzları ortaya çıkmıştı. Siyah bukleleri karmakarışık bir şekilde arkaya atılmıştı. İncecik kolları çıplaktı. Bacaklarında, iskarpinli ayaklarını açıkta bırakan dantel bir pantolon vardı. Artık çocuk olmaktan çıktığı ama henüz genç kızlığa erişmemiş bulunduğu en sevimli çağını yaşıyordu sözün kısası… Babasının kollarından sıyrılıp annesine doğru koştu ve işittiği azara aldırmaksızın kıpkırmızı kesilmiş küçük yüzünü onun ipek başörtüsüne gömerek kıkır kıkır gülmeye başladı. Eteğinin altından çıkardığı bir oyuncak bebek vardı şimdi elinde ve bir yandan gülüyor, bir yandan da kesik kesik konuşarak bir şeyler anlatıyordu:

“Görüyorsunuz değil mi şunu?.. Bebek bu… Mimi… Görüyorsunuz işte değil mi?”

Daha fazla konuşamadı Nataşa. Başını bu sefer de annesinin kucağına gömüp delice gülmeye başlamıştı. Ama öylesine içten bir gülüştü ki bu, salondaki herkes -kendini beğenmiş konuk hanım bile- onunla birlikte basmıştı kahkahayı…

Kontes, yine yapmacık bir öfkeyle itti Nataşa’yı.

“Tamam, tamam! Hadi bakalım, al şu canavarını da git artık!”

Ve konuk hanıma dönüp kızı göstererek “Küçük kızım.” dedi.

Annesinin başörtüsünün dantelaları arasından bir an yüzünü gösterdi Nataşa. Gülmekten gözüne dolan yaşlarla konuk hanımı tepeden tırnağa süzdükten sonra yine saklandı.

Bu aile sahnesi karşısındaki hayranlığını sahneye katılarak belirtme gereğini duyan konuk hanım, sordu Nataşa’ya:

“Söyleyin bakalım, güzelim bana: Nedir bu Mimi sizin için? Kızınız olmalı herhâlde?”

Kadının bir çocuğun düzeyine inmek için kullandığı bu küçümseyici söz, hiç hoşuna gitmemişti Nataşa’nın; cevap vermeksizin ciddi bakışlarla süzdü kadını.

Bu arada Prenses Anna Mihailovna’nın subay oğlu Boris, Kont Rostof’un büyük oğlu Nikolay, yeğeni on beş yakındaki Sonya ve küçük oğlu Petruşa’dan oluşan genç kuşak temsilcileri salona yerleşmişlerdi ve tüm varlıklarından taşan canlılık ve neşeyi görgü kuralları içinde zapt etme çabasındaydılar. Hâllerinden öyle anlaşılıyordu ki orada, biraz önce koşturarak gidip kapandıkları dip odalarda kendi aralarında sürdürdükleri sohbet; burada, şehir dedikoduları, hava durumu ve Comtesse Apraksine132 arasında gidip gelen konuşmalardan çok daha eğlendiriciydi. Arada bir göz göze geldiklerinde gülmemek için kendilerini zor tutmalarından da belli oluyordu bu.

Öğrenci ile subay, çocukluk arkadaşı olan bu iki delikanlı; aynı yaştaydılar ve biribirlerine hiç benzememekle birlikte, pek yakışıklıydılar. Boris; uzun boylu, düzgün ve ince hatlı, sakin ve güzel yüzlü, sarışın bir gençti. Orta boylu olan Nikolay ise kıvırcık saçlı ve temiz yüzlüydü, bıyıkları yeni yeni terlemişti, gemlenmez bir coşkunluk taşıyordu çizgilerinden. Salona girer girmez kıpkırmızı kesilmişti, mutlaka ve ne pahasına olursa olsun bir şeyler söylemek istediği ama bir türlü başaramadığı hemen fark ediliyordu. Buna karşılık Boris, kıvrak bir zekâ gösterisiyle neşeli bir tonda anlatmaya koyulacaktı: Mimi kardeşi, tam beş yıl önce yani henüz el değmemiş hâldeyken tanımıştı o ve aynı Mimi kardeşin beş yıl gibi kıpkısa bir süre içinde yaşlanıp gittiğini görmüş ve üstelik kafasının boylu boyunca yarılışına da tanıklık etmişti. Nataşa dönüp kardeşine baktı. Nikolay gözlerini yummuş; sessiz sessiz, sarsıla sarsıla gülüyordu. Gülmesini daha fazla tutamayacağını anlamıştı Nataşa, bir anda kararını verip zıpladı ve cılız bacaklarının elverdiği kadar hızla kaçtı.

Boris gülmemişti. Hafifçe gülümseyerek annesine döndü:

“Yanılmıyorsam, siz de çıkmak istiyordunuz, maman?133 Arabayı hazırlatayım mı?”

Anna Mihailovna da gülümseyerek cevap verdi oğluna:

“Evet evet, hazırlat.”

Hemen çıktı Boris, Nataşa’yı izledi. Şişman çocuk da çok işi olup da rahatsız edilen insanların öfkeli bakışıyla onların arkasından koşarak uzaklaştı.

IX

Gençler takımından şimdi, Kontes’in Nataşa’dan dört yaş daha büyük olan ve artık yetişkin bir genç kız havası taşıyan büyük kızı ile ziyaretçi hanımın kızı sayılmazsa sadece Nikolay ve yeğen Sonya kalmıştı salonda.

Sonya; ince ve narin yapılı, esmerce bir kızdı. Uzun kirpikleriyle gölgelenen yumuşak tatlı bakışları, başına iki kere doladığı siyah bir saç örgüsü, özellikle boynunda ve cılız ama yine de güzel kollarında iyice belirginleşen mat bir teni vardı. Hareketlerinin uyumluluğu ve yumuşaklığı, elleriyle parmaklarının zarifliği ve esnekliği; biraz açıkgöz, ihtiyatlı, hatta yapmacık davranışları ile henüz tam biçimlenmemiş ama çok güzel bir şey olacağı şimdiden belli bir kedi yavrusunu andırmaktaydı. Çevresinde konuşulanlara ilgi duyduğunu küçük bir gülümseyişle belirtmeye alışmıştı ama gözleri, kendisine rağmen askere gitmeye hazırlanan cousin’ine,134 uzun kalın kirpiklerinin altından öylesine sırılsıklam âşık bir genç kız tutkunluğuyla bakarken hiç kimseyi bir an bile aldatamazdı bu gülümseyişi. Küçük kedinin, ilk fırsatta daha istekli olarak sıçrayıp Boris ve Nataşa gibi salonu terk eder etmez cousin’iyle oynamaya başlamak için beklediği, hemen belli oluyordu.

İhtiyar Kont, ziyaretçi hanıma, oğlu Nikolay’ı göstererek açıkladı:

“Evet, ma chère. Arkadaşı Boris subaylığa yükselince benim Nikolay da dostluk dayanışmasıyla, ondan geri durmamayı kararlaştırdı; üniversiteyi ve ihtiyar babasını terk ediyor işte. Askerlik mesleğini seçti, ma chère. Oysa arşivlerde yeri hazır, onu bekliyordu. Dostluk işte!”

Soran bir tavırla söylemişti bu son sözünü kont.

Ziyaretçi hanımsa başka bir konuya ilgi gösterir görünme yolunu seçti:

“Gerçekten de savaş ilan edildi diyorlar…”

“Ne zamandır söyleniyor?” dedi Kont. “Bu sefer de öyle olacaktır, görürsünüz; lafı edildiğiyle kalacaktır iş.”

Sonra da elinde olmaksızın tekrarladı:

“Dostluk işte, ma chère! Hafif Süvari Alayı’na giriyor…”

Ne cevap vereceğini şaşıran ziyaretçi hanım, başını sallayabildi ancak. Asıl cevap, Nikolay’ın kendisinden geldi:

“Dostluk için yapmıyorum o işi ben. Katiyen dostluk için yapmıyorum! Sadece ve sadece, içimde askerlik mesleğine karşı bir istek duyduğumdan yapıyorum.”

Ağır bir iftira karşısında kendisini savunur gibi söylemişti bunları, söylerken de kıpkırmızı kesilmişti. Yeğeni Sonya ile ziyaretçi hanımın genç kızına bir bakış attı. Her ikisi de ona, onaylayan bir gülümseyişle bakıyorlardı. Kont konuştu yeniden:

“Pavlograd Hafif Süvari Alayı Kumandanı Schubert de akşam yemeğine bizde. İznini burada geçirmekteydi. Dönerken Nikolay’ı birlikte götürecek. İşte böyle, ne yapalım?”

Oğlunun kararının Kont’a acı verdiği anlaşılıyordu. Gerçi şaka eder gibi bir tonla konuşmuştu ama susarken de çaresizlik içinde omuz silkmekten kendisini alamamıştı. Nikolay atıldı:

“Baba, gitmemi istemediğiniz takdirde kalacağımı size daha önce de söylemiştim. Ama biliyorum ki askerlikten başka hiçbir iş yapamam ben. Diplomat ya da memur olmak için yaratılmamışım…”

Bu son iddiasının gerekçesini de genç kızlara çapkınca yönelttiği kaçamak bir bakışla gülümseyerek açıkladı:

“Her şeyden önce, duygularımı gizlemesini bilmiyorum.”

Küçük dişi kedinin gözleri, iki ok gibi Nikolay’a çevrilmişti; her an sıçramaya hazır bekliyordu.

“Peki, peki.” dedi İhtiyar Kont. “Hemen parlıyor, görüyorsunuz. Hep o Bonapart, başlarını döndürdü bunların! Neymiş? Teğmenken imparator olmuş! Dönüp dolaşıp bunu söylemekteler…”

Bir an durdu Kont Rostof, sonra da ziyaretçi hanımın yüzünde şöyle bir dalgalanan alaycı gülümseyişi fark etmeksizin ekledi:

“Tanrı’nın işi, ne var bunda yani? Tanrı istemese olabilir miydi?”

Ve büyükler böylece, Bonapart hakkında konuşmaya giriştiler. Bu arada Bayan Karagina’nın kızı Jülia, genç Rostof’a dönmüş ve tatlı tatlı gülümseyerek sormuştu:

“Perşembe günü Arharoflara gelmediniz? Gözlerimiz hep sizi aradı. Hele ben, çok sıkıldım.”

Gururu okşanan delikanlı gelip yanına oturdu Jülia’nın ve genç kızla konuşmaya başladı gülümseyerek. Bu gülümseyişinin kıskanç Sonya’nın yüreğine bir hançer gibi saplandığını fark etmemişti. Kıpkırmızıydı Sonya, zoraki gülümsüyordu. Nitekim delikanlı, Jülia’yla konuşurken bir ara ona baktığında genç kız; dudaklarında hep o zoraki gülümseyiş ve gözlerinde zor zapt ettiği yaşlarla birdenbire kalktı. Çıkmadan önce Nikolay’a tutkuyla kırbaçlanan bir öfkeyle bakmaktan da kendisini alamamıştı. Delikanlının bütün heyecanı sönüverdi bir anda. Konuşmaya verilecek ilk arayı bekledi ve yüzü bozguna uğramış bir hâlde çıktı Sonya’nın ardından.

“Bütün bu gençlerin sırları nasıl da apaçık ortada, ey Tanrı!”

Çıkmakta olan Nikolay’ı başıyla işaret ederek söylemişti bunu Anna Mihailovna. Hemen ekledi:

“Cousinage, dangereux voisinage.”135

Kontes; gençlerle birlikte salona dolan güneş ışığı yitip gidince hiç kimsenin kendisine yöneltmediği ama onu sürekli kaygılandıran bir soruya cevap verir gibi “Doğru, evet.” dedi. “Bizleri bir an sevince gark etmeleri için ne kadar acı çekmemiz, ne denli derin endişelere katlanmamız gerektiğini düşünüyorum da! Şimdi bile, korktuğumuz kadar sevinemez durumdayız aslında. Sonu gelmeyen bir tasa içinde yaşıyoruz hepimiz! Zira gerek kız ve gerekse erkek çocuklarımız, sayılamayacak kadar çok tehlikeyle dolu çağlarını yaşamaktalar.”

“Her şey eğitime bağlı…” dedi ziyaretçi hanım.

“Evet, haklısınız… Ben kendi payıma, Tanrı’ya şükür, çocuklarımın dostu olarak kaldım hep bugüne kadar…”

Kontes de çocuklarının kendilerinden saklayacağı hiçbir şeyi olamayacağını sanan sayısız ana babanın yanılgısına düşüyordu. Şöyle devam etti:

“Biliyorum ki bundan böyle de kızlarımın ilk confidente’ı136 daima ben olacağım. Ayrıca yine biliyorum ki Nikolay, o taşkın karakteri gereği günün birinde birtakım çılgınlıklar yapacaktır -hiçbir erkek çocuğu bu tür davranışlardan kendisini sıyıramaz- ama bunlar katiyen o Petersburglu bayların şımarıklıklarına benzemeyecektir.”

Çetrefilli sorunları daima, her şeyi “çok cici” bularak çözüme ulaştıran Kont da doğruladı bu görüşü.

“Evet evet…” dedi. “Çok iyi, çok cici çocuklardır bizim çocuklarımız! Düşünün hele bir, hafif süvari olmak istiyor! Gelgelelim yapacak hiçbir şey yok, ma chère, yapacak hiçbir şey yok!”

“Ne kadar tatlı bir küçük kızınız var!” dedi ziyaretçi hanım. “Cıva gibi bir şey!”

Kont bunu da onayladı:

“Evet evet, cıva gibi tıpkı! Bana çekmiş! Ve bir de sesi var ki sormayın! Yoo yoo, istediği kadar kızım olsun, ben hakikati söylemeden edemem. Bir opera şarkıcısı olacak Nataşa, yeni bir Salomoni olacak. Zaten bir İtalyan öğretmenle anlaştık, ona ders vermesi için…”

“Pek erken sayılmaz mı? Bu yaşta öğrenime başlamanın ses bakımından iyi sonuç doğurmadığı söylenir de…”

“Ne münasebet efendim, niçin pek erken olsun ki?” diye cevap verdi kont. “Ya henüz on iki on üç yaşında evlendirilen annelerimize ne diyeceğiz bu durumda?”

“Daha şimdiden Boris’e âşık. Ne dersiniz siz bu işe?”

Kontes’ti konuşan. Tatlı tatlı gülümseyerek Boris’in annesine bakıp da söylemişti bunları. Sonra da kendisini öteden beri kaygılandıran düşünceye cevap verir gibi devam etti:

“Dedim ya demin size; onu biraz katı kurallar içinde yetiştirmiş, ona birtakım şeyleri yasaklamış olsaydım şimdi kuytuda kim bilir neler yaparlardı gizli gizli!”

“Öpüşürlerdi.” demek istemişti kontes. Bir an daldıktan sonra sözlerini şöyle tamamladı:

“Oysa şimdi ne zaman ne yapacağını, ne söyleyeceğini gayet iyi biliyorum. Her akşam uyumadan önce kendisi koşuyor odama ve bütün olup bitenleri ilkin bana anlatıyor. Belki de şımartmış oluyorum onu böylece ama inanıyorum ki böylesi çok daha iyi. Büyük kızımı çok katı kurallar içinde yetiştirdim zira…”

“Gerçekten de ben bambaşka bir şekilde yetiştirildim.”

Güzel, genç Kontes Vera; gülümseyerek söylemişti bunu. Ama bu gülümseyiş, genellikle olduğu gibi yüzünü güzelleştirmemiş; tam tersine doğal olmayan, dolayısıyla da nahoş bir ifade vermişti çizgilerine. Oysa sadece güzel değil, aynı zamanda zeki ve terbiyeliydi de. Kusursuz bir öğrenim görmüştü, üstelik çok tatlı bir sesi vardı. Her şeyden önemlisi, şu söylediği şey -yani bambaşka bir şekilde yetiştirilmiş olduğu- hem doğru hem de yerinde söylenmişti. Gelgelelim -gariptir ya- gerek ziyaretçi hanım ve gerekse bizzat Kontes, genç kızın bunu niçin söylediğini anlamamış gibi baktılar ona. Âdeta huzurları kaçmıştı…

“Büyük çocukların üzerine titremek gelenektendir.” dedi ziyaretçi hanım. “Olağanüstü birer insan olmalarını bekleriz ilk çocuklarımızın hep…”

“İster istemez itiraf etmek gerekiyor, ma chère!” diye atıldı Kont.

“Benim küçük Kontesim, gerçekten de Vera’nın üzerine titredi hep.

Ama ne olmuş yani?”

Vera’ya keyifle göz kırparak tamamladı sözlerini:

“Çok cici bir kız değil mi, şimdi benim büyük kızım!”

Bayan Karagina ve genç kızı, akşam yemeğine gelmeyi vadederek kalkmışlardı. Onları salonun kapısına kadar uğurladıktan sonra “Bu ne biçim nezaket, ey Tanrı’m!” dedi Kontes. “Neredeyse çakılıp kalacaklardı buraya!”

X

Salondan koşarak çıkan Nataşa, kış bahçesine gelir gelmez durmuştu. Salondan gelen seslere kulak kabarttı bir süre. Aslında Boris’in gelmesini bekliyordu. Sabrı tükenmeye başlamıştı bile, delikanlı birazcık daha gecikse ağlayacaktı. Ve tam o sırada Boris’in ayak seslerini işitti. Acele etmeden geliyordu Boris, ne yavaş ne de hızlı.

Bir sıçrayışta tahta çiçek saksılarının arkasına atlayıp gizlendi Nataşa.

Boris, odanın ortasında durmuştu. Çevresine bakındı önce üniformasının kolundaki tozları silerek. Sonra da aynaya doğru ilerleyip biçimli yüzünü incelemeye başladı. Nataşa; pususunda sessiz ve hareketsiz, onu izlemekteydi. Bakalım, ne yapacaktı? Bir süre aynanın karşısında kaldı Boris, gülümsedi kendi kendine ve çıkış kapısına doğru yürüdü. Nataşa seslenip çağırmak istedi onu ilkin ama hemen vazgeçti.

Arasın… dedi içinden.

Boris henüz çıkmıştı ki bir başka kapıdan Sonya girdi içeri. Yüzü kıpkırmızıydı. Hem ağlıyor hem de öfkeyle bir şeyler mırıldanıyordu… Nataşa’nın ilk hareketi, ona koşmak için atılmak olmuştu ama son anda yine tutmuştu kendisini. Böylece pususunda, insanı görünmez kılan sihirli bir şapkanın altına girmiş gibiydi ve dünyada olup bitenleri gözlemekteydi. Bundan da özel bir zevk alıyordu üstelik. Yepyeni bir zevk… Salon kapısına doğru öfkeyle bakarak bir şeyler mırıldanıyordu hep Sonya. Ve kapıda, çok geçmeden Nikolay belirdi. Genç kıza doğru seğirterek “Sonya!” dedi. “Neyin var, ne oldu sana? Böyle davranmak hiç yakışık alır mı?”

Boğulur gibiydi Sonya.

“Hiç… Hiçbir şeyim yok! Bırakın beni lütfen!” diyebildi ancak.

Ve hıçkırarak ağlamaya başladı.

“Var. Ve ne olduğunu biliyorum ben…”

“Biliyorsanız tamam işte! Ne arıyorsunuz burada artık? Onun yanına gidin hadi!”

“Sonyaaa! Bir tek şey söyleyeceğim sadece! Temelsiz bir varsayım uğruna hem kendini hem de beni nasıl üzersin?”

Nikolay, bunları söylerken genç kızın elini ellerinin arasına almıştı.

Nataşa ise hiç kımıldamaksızın ve soluğunu tutarak ışıldayan gözlerle onları izliyordu pususundan. Peki şimdi ne olacak acaba? diye geçiriyordu içinden.

“Sonya, dünyada senden başka hiç kimseye ihtiyacım yok!” diyordu Nikolay. “Benim için bu dünyada sadece sen varsın! Sadece sen, anlıyor musun? Ve ben bunu sana ispatlayacağım.”

“Benimle böyle konuşman hiç hoşuma gitmiyor.”

“Peki öyleyse bir daha yapmam. Tamam mı? Bağışla beni, Sonya!”

Nikolay, bunları söyler söylemez genç kızı kendisine çekip dudaklarından öpmüştü…

Nataşa, İşte bu güzel! dedi kendi kendine ve Sonya ile Nikolay’ın ardından dışarı çıkıp Boris’i çağırdı şeytani bir edayla.

“Benimle birlikte gelin, Boris. Size çok önemli bir şey söyleyeceğim…”

Böylece delikanlıyı kış bahçesinde tahta saksıların arasında gizlendiği yere doğru sürüklüyordu. Boris, hep gülümseyerek izlemekteydi onu. Nataşa durdu nihayet ve delikanlı sordu:

“Nedir söz konusu olan?”

Birden ne yapacağını şaşırmıştı Nataşa. Ne yapması gerektiğini kestiremeksizin çevresine bakındı. Saksılardan birinin üzerine gelişigüzel bırakılmış oyuncak bebeği gördü, uzanarak aldı ve Boris’e uzatarak “Öpün bebeği.” dedi.

Boris, küçük kızın heyecanla ürperen yüzünü dikkatli ve sevgi dolu bakışlarla süzüyordu hiç cevap vermeksizin.

“Demek ki istemiyorsunuz? Öyleyse buraya gelin…”

Bebeği atmış ve çiçeklerin arasına iyice sokulmuştu şimdi. Bir yandan da fısıldıyordu:

“Daha yakına, biraz daha yakınıma gelin!”

Üniformasının kol sırmasından tuttu genç subayı. Kıpkırmızı kesilen yüzünde dinî törenlere katılanlara özgü, korkuyla karışık bir ciddilik dalgalanıyordu. Heyecandan neredeyse ağlayacak bir hâlde ama yine de gülümseyerek güçlükle işitilebilen bir sesle fısıldadı:

“Peki ya beni? Beni de mi öpmek istemiyorsunuz?”

Kızarma sırası bu sefer Boris’teydi.

“Çok tuhafsınız!” diyebildi ancak.

Büsbütün kızarmıştı. Nataşa’ya doğru eğildi ve bekledi, hiçbir şey yapmaksızın…

Bunun üzerine Nataşa saksılardan birinin üzerine sıçradı. Boyu, Boris’inkini aşıyordu şimdi. Delikanlıya, ince çıplak kolları ensesinde birleşecek şekilde sarıldı ve saçlarını bir baş hareketiyle arkaya doğru savurup atarak doyasıya öptü onu dudaklarından.

Sonra da saksıların arasından süzülerek çiçeklerin öbür tarafına kaydı ve başını eğip durdu, bekledi.

“Nataşa…” dedi Boris. “Biliyorsunuz ki sizi seviyorum ama…”

Delikanlının sözünü kesti Nataşa:

“Yani bana âşık mısınız?”

“Evet, âşığım size ama çok rica ediyorum, yeniden başlamayalım her seferinde… Daha dört yıl var… Dört yıl sonra sizi resmen isteyeceğim.”

Nataşa düşündü bir an. Sonra da parmaklarıyla sayarak “On üç, on dört, on beş, on altı.” dedi. “Tamam! Kesin, değil mi?”

Aynı anda neşeli ve huzurlu bir gülümseyiş kaplamıştı yüzünü.

“Kesin.” dedi Boris.

Küçük kız yine sordu:

“Ebediyen, değil mi? Ölünceye kadar?”

Ve alabildiğine mutlu, delikanlının koluna girerek yandaki sigara içilen salona yöneldi.

XI

Aralıksız ziyaretlerden öylesine yorulmuştu ki Kontes, bundan böyle hiç kimseyi kabul etmemeye ve iyi dilek sunmak üzere gelecek ziyaretçileri akşam yemeğine beklediğini bildirtmekle yetinmeye karar vermişti. Bu kararın nedeni, sadece yorgunluk değildi aslında. Kontes, Petersburg’dan yeni gelmiş olan ve pek az görebildiği çocukluk arkadaşı Prenses Anna Mihailovna ile baş başa kalmak istiyordu.

Bayan Karagina’yla kızı gittikten sonra, zarif ama üzgün çehreli Anna Mihailovna; sandalyesini Kontes’in sandalyesine yaklaştırarak şöyle girdi söze:

“Seninle açık açık konuşacağım. Biz eski dostların sayısı gittikçe azalıyor! İşte bunun içindir ki senin dostluğuna her şeyden fazla önem veriyorum…”

Burada Vera’ya bakarak susmuştu Anna Mihailovna. Kontes, dostunun elini tutup sevgiyle sıktıktan sonra evde pek sevilmediği belli olan büyük kızına döndü:

“Vera! Nasıl oluyor da hiçbir şey anlamıyorsunuz sizler? Burada fazlalık ettiğinin farkında değil misin kuzum? Hadi sen de git kız kardeşlerinin yanına ya da başka bir şeyler yap, ne bileyim…”

Katiyen incinmemişti güzel Vera. Küçümseyici bir gülümseyişle “Daha önce söylemiş olsaydınız hemen giderdim anne.” dedi.

Ve kalkıp odasına yollandı.

Tam sigara salonunun önünden geçiyordu ki içerideki iki pencereden her birinin yanında bir çiftin oturmakta olduğunu gördü ve durdu. Yine o küçümseme dolu gülümseyiş belirdi yüzünde. Sonya, Nikolay’ın hemen yanı başına oturmuştu; delikanlı bir şeyler kopya ediyordu onun için. Yazdığı ilk aşk şiiriydi bu herhâlde. Boris’le Nataşa ise öbür pencerenin önündeydiler. Konuşuyorlardı ama Vera içeri girer girmez sustular.

Sonya ve Nataşa, suçlu ama mutlu bakışlarla süzüyorlardı Vera’yı şimdi. Aslında bu küçük âşık kızlar, sevimli ve dokunaklı bir görüntü oluşturuyordu; gelgelelim bu görüntü güzel Vera’da en ufak bir hoşluk duygusu uyandırmamış gibiydi. Nitekim sert bir sesle “Size kaç kere tembih ettim…” diye başladı söze. “Bana ait olan şeylere el sürmeyin lütfen. Yapacağınız işleri de kendi odanızda yapın.”

Bir yandan da Nikolay’ın önündeki mürekkep hokkasını kaldırıp almıştı. Delikanlı; kaleminin ucunu son bir defa hokkaya daldırırken “Tamam, tamam…” dedi. “Bir daha dokunmayız senin eşyalarına.”

На страницу:
6 из 20