Savaş ve Barış I. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Лев Николаевич Толстой, ЛитПортал
bannerbanner
Savaş ve Barış I. Cilt
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 3

Поделиться
Купить и скачать

Savaş ve Barış I. Cilt

Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
5 из 20
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

En iyi, yani en dostça ve en sade ilişkilerde pohpohlama ya da övgü zorunludur; tekerlekli taşıtların aksamadan yol alabilmesi için yağlama nasıl zorunlu ise…

“Je suis un homme fini.”113 dedi Prens Andrey.

Kısa bir sessizlikten sonra da gülümseyerek ekledi:

“Benden söz etmeye bile değmez artık. Asıl senden konuşalım.”

Prens’in gülümseyişi, Piyer’in yüzüne de yansımıştı hemen. Tasasız tatlı bir sesle “Benden söz etmek neye yarar ki?” dedi. “Neyim ki ben? Je suis un bâtard!”114

Birdenbire kıpkırmızı oldu yüzü. Bu sözcüğü kullanabilmek için büyük bir çaba harcamış olduğu görülüyordu. Kendi kendine konuşur gibi devam etti:

“Sans nom, sans fortune…115 Gerçekten…”

“Gerçekten” ile ne demek istediğini söylemedi.

“Şu anda özgürüm, memnunum da bundan dolayı. Yalnız, ne yapacağım hususunda bir türlü karar veremiyorum. Size ciddi olarak danışmak istiyordum bu konuda.”

Prens Andrey iyilik dolu gözlerle bakıyordu ona. Ama dostluk ve sevgi okunan bu bakışta, kendi üstünlüğünün bilincinde olduğu yine de fark edilmekteydi.

Gülümseyerek konuştu:

“Seni gerçekten çok sevdiğimi, üzerine titrediğimi bilmen gerekir; zira şu bizim dünyamızda tek canlı varlık, sensin. Hangi mesleği istersen seç, hiç fark etmez. Eminim ki ne olursan ve nerede olursan ol iyi kalacaksın. Sadece bir nokta var: Kuraginlerle ahbaplığa bir son ver artık, bırak şu saçma sapan hayatı! Bütün o sefahat âlemleri, bütün o patavatsızlıklar doğrusu sana hiç yakışmıyor…”

Omuz silkti Piyer.

“Que voulezvous, mon eher.”116 dedi.

Sonra da eklemek gereğini duydu:

“Les ferames, mon cher, les femmes!”117

Başını sallayarak cevap verdi Andrey:

“Katiyen aklım almıyor, azizim. Les femmes comme il faut,118 bir diyeceğim yok ama les femmes de Kouraguine, les femmes et le vin!119 Kesinlikle anlamıyorum, hayır…”

Vasili Kuragin’in konağında kalıyordu Piyer ve Prens’in küçük oğlu Anatol’un sefih hayatını paylaşıyordu. Hani şu, ıslah olsun diye Prens Andrey’in kız kardeşiyle evlendirilmek istenen Anatol’un…

Aklına birdenbire iyi bir fikir gelmişçesine heyecanla konuşmaya girişmişti Piyer:

“Bilir misiniz azizim? Uzun zamandır bunu hep kendi kendime söyleyip duruyorum. Ciddi olarak. Diyorum ki geleceğim hakkında bir türlü karara varamayışım, hiçbir konuda doğru dürüst düşünemeyişim hep bu sürdüğüm hayat yüzünden. Baş ağrısından kurtulamıyorum, param kalmıyor. Bugün de çağırmıştı beni ama gitmeyeceğim.”

“Namusun üzerine söz ver bana: Gitmeyeceksin!”

“Namus sözü: Gitmeyeceğim!”

Piyer geç vakit ayrılmıştı Andrey’in evinden. Petersburg’a özgü, uyku kaldırmaz bir haziran gecesiydi. Bir fayton çevirdi Piyer. Niyeti gidip yatmaktı hemen. Ama konağa yaklaştıkça her an biraz daha güçlü bir şekilde hissediyordu ki geceden çok gurubu ya da şafağı andıran bu gecede uyumak imkânsızdır.

Art arda ıssız sokaklar uzanıyordu önünde. Araba sarsılarak ilerlerken Piyer, her zamanki kumarbazlar takımının bu akşam Anatol Kuragin’in evinde toplanacağını hatırladı. Oyundan sonra çatlayana kadar içerlerdi tabii, sonra da her zaman olduğu gibi faslı kadınlarla kapatırlardı.

Kuragin’in oraya gitmek keyifli olurdu diye düşündü Piyer.

Düşünür düşünmez de Prens Andrey’e verdiği söz aklına geldi. Çiğneyebilir miydi namus sözünü? Hayır!

Ama aynı anda ancak karaktersiz denilen insanların başına gelen şey geldi onun da başına. Pek yakından tanıdığı o sefih hayata bir kere daha gömülmeyi öylesine dizgin vurulamaz bir tutkuyla arzu etti ki gitmeye karar verdi. Hemen ardından da verilen sözün hiçbir anlam taşımadığını; zira Prens Andrey’e söz vermeden önce o gece için Anatol’a söz vermiş olduğunu düşündü. En son olarak da bütün bu namus sözlerinin alabildiğine saçma ve kesin bir anlamdan yoksun şeyler olduklarını düşündü. Gerçekten de öyle değil miydi yani? Pat diye ölebilirdi insan ya da başınıza hiç beklenmedik olağanüstü bir iş gelebilirdi birdenbire ve ortada ne namus kalırdı ne de namussuzluk!

İşte bu türden akıl yürütmeler Piyer’in bütün karar ve tasarılarını altüst ediyordu hep. Kuragin’in evini tarif etti arabacıya.

Anatol’un oturduğu konak, Atlı Muhafız Alayı kışlasının çok yakınındaydı. Işıklandırılmış sekiye atladı arabadan, merdiveni tırmandı. Kapı ardına kadar açıktı. Hiç kimse yoktu holde. Yerlere boşalmış şişeler, paltolar, galoşlar doluydu. Ortalık içki kokuyordu. Zaman zaman bağırış ve haykırışların yırttığı bir uğultu geliyordu ileriden.

Oyun ve yemek faslı çoktan sona ermişti ama milletin gitmeye niyeti yoktu daha. Piyer paltosunu çıkarıp ilk odaya girdi. Yemek artıklarıyla dolu masaların arasında bir uşak, gözlendiğinden habersiz, kadeh diplerini büyük bir keyifle yuvarlıyordu.

Üçüncü odadan Piyer’e hiç de yabancı gelmeyen sesler ve gülüşler yükselmekteydi. Zaman zaman ayı homurtuları da karışıyordu bu gürültüye. Yedi sekiz delikanlı, heyecan içinde itişip kakışarak açık bir pencerenin önüne doluşmuşlardı. Başka üç genç de yavru bir ayıyla oynamaktaydı. İçlerinden biri, hayvanı zincirinden çekiyor ve ötekilerin üzerine itiyordu gülerek.

Pencere önündeki topluluktan birisi “Ben Stevens’a yüz ruble koyuyorum!” diye bağırdı.

“Destek olmak yok ama!..” dedi bir ikincisi.

Üçüncü bir gençse, “Ben Dolohof’a oynuyorum.” diye seslendi. “Kuragin, sen hakem ol!”

Derken bir başkası, ayıyla oynayanlara dönüp haykırdı:

“Hey oradakiler, bırakın artık şu ayıyı bir kenara! Burada bahse giriyoruz yahu!”

Beşincisi atıldı soluk soluğa:

“Tek dikişte içecek bütün şişeyi, yoksa kaybeder!”

Sırtında düğmeleri çözülmüş ince bir gömlekle odanın ortasında dikilen ev sahibinin sesi yükseldi:

“Yakof! Çabuk yeni bir şişe getir, Yakof!”

Uzun boylu ve yakışıklı bir delikanlıydı Anatol. Güçlü sesiyle patırtıyı bastırmıştı hemen:

“Durun, baylar! Dinleyin!”

Bu arada Piyer’i görmüştü.

“İşte Petruşa!” diye bağırdı. “Sevgili dostum Petruşa!”

Aynı anda pencereden bir başka ses yükselmişti:

“Buraya gel Piyer! Bahse tutuştuk, gel de hakemlik et!”

Semyonovski Alayı’nın subaylarından Dolohof’tu bu. Ünlü kumar oyuncusu ve kılıç kullanmakta usta Dolohof. O da Anatol’un evinde kalıyordu. Orta boyluydu ama açık mavi gözleri ve bütün bu sarhoş haykırışları arasında düzgün konuşmasıyla hemen seçilmekteydi.

Piyer kavrayamamıştı henüz durumu. Çevresine neşeyle bakıp gülümseyerek sordu:

“Nedir, ne oluyor? Hiçbir şey anlamadım ben! Söylesenize, ne bahsi bu tutuştuğunuz?”

“Durun bakalım, dostumuz henüz yeterince sarhoş değil. Dolu bir şarap şişesi verin bana!”

Anatol’du böyle konuşan. Masanın üzerindeki bardaklardan birini şarapla doldurduktan sonra ilerleyip Piyer’e uzattı.

“Önce iç!” dedi.

Piyer, arkadaşının art arda doldurup uzattığı bardakları bir dikişte boşaltırken bir yandan da yeniden pencerenin önünde toplanmaya başlayan sarhoş konuklara kulak kabartıyordu. Anatol’un anlattığına göre Dolohof; orada bulunan İngiliz Deniz Subayı Stevens’la, bacakları dışarı sarkıtarak ikinci kat penceresinin pervazına oturup bir şişe romu bir dikişte içeceğine dair bahse girmişti. Sözünü tamamlayınca son bardağı uzatarak “Hadi bitir şu şişeyi!” dedi. “Yoksa yakanı bırakmam!”

Arkadaşını iterek “İstemem artık!” dedi Piyer. Ve pencereye yöneldi.

Dolohof, İngiliz’in elini avucuna almış tutmakta ve özellikle onları tanık gösterir gibi Anatol’la Piyer’e bakarak bahsin şartlarını açık ve seçik bir şekilde belirtmekteydi.

Orta boylu, kıvırcık saçlı ve açık mavi gözlü bir delikanlıydı Dolohof. Yirmi beş yaşında filan olsa gerekti. Piyade subaylarının geleneksel görünüşüne uygun şekilde bıyıksız olduğundan çehresinin en çarpıcı kısmı olan ağzı bütün hatlarıyla görülebiliyordu. Gerçekten de delikanlının ağzı, olağanüstü zariflikte bir eğri çizmekteydi. Ağzın orta kısmında üst dudak, kalın dolgun alt dudağın üzerine sert bir dar açıyla iniyor ve uçlarda, her biri bir yanda olmak üzere, çifte gülümseyişe benzer bir görünüm yaratıyordu. Ve işte bu ağız yapısının bir de delikanlının sert, küstah ve zeki bakışlarıyla birleşerek yarattığı görüntü; insanda öyle bir izlenim uyandırıyordu ki bir alay yüz arasında dahi bu yüzü hemen fark etmemek imkânsız hâle geliyordu.

Dolohof zengin değildi, kendisine büyük imkân sağlayacak hatırlı dostları da yoktu. Anatol bir hamlede binlerce ruble harcayabildiği hâlde Dolohof da onunla birlikte oturuyordu ve kendini o kadar tartışma götürmez bir şekilde kabul ettirmişti ki herkes ona Anatol’dan daha çok saygı gösteriyordu.

Kâğıt oyunlarının hepsini biliyordu Dolohof ve bu oyunlarda kazanan taraf daima o oluyordu. Ne kadar içerse içsin aklını şaşırdığı görülmemişti o güne dek. Sözün kısası Kuragin’le Dolohof, o çağ Petersburg’unda hızlı yaşayan ve sürekli macera peşinde koşan gençlerin önde gelen iki şöhretli simasıydı.

Bu arada rom şişesini getirdiler. Çevrelerindekilerin bağıra çağıra verdiği emirlerden iyice bunalmış iki uşak, pencerenin dış pervazına oturmayı engelleyen çerçeveyi parçalamaya uğraşıyorlardı aceleyle.

Anatol bir fatih edasıyla yaklaştı onlara. Bir şeyler kırıp parçalamak istiyordu. Uşakları itip çerçeveye var gücüyle asıldı ama başaramadı. Bir cam kırdı. Piyer’e dönüp “Hadi bakalım Herkül, sıra sende…” dedi.

Pencerenin dikmelerini sıkıca yakaladıktan sonra hızla kendisine çekti Piyer ve meşe çerçeveyi çatırtadarak kopardı.

Dolohof; güven verici bir sesle “Tamamıyla çek çıkar onu.” dedi. “Yoksa tutunduğumu sanırlar.”

“İngiliz böbürleniyor demek ha?” diye sordu Anatol. “Bu iyi işte, öyle değil mi?..”

“Elbette iyi.” diye cevap verdi Piyer.

Bir yandan da elinde rom şişesiyle pencereye doğru ilerleyen Dolohof’a bakıyordu. Şafağın alaca karanlığa karıştığı aydınlık bir gökyüzü seçilmekteydi pencereden belli belirsiz.

Dolohof; elinde şişe, bir sıçrayışta pencereye atladı ve bağırdı:

“Dinleyin, hey!”

Pervazın üzerinde ayaktaydı şimdi ve odadakilere seslenmekteydi. Herkes susmuştu.

İngiliz’in anlayabilmesi için Fransızca konuşuyordu ve bu dili iyi konuştuğu söylenemezdi katiyen:

“Ben şimdi burada tam elli emperyal’e120 bahse giriyorum.”

İngiliz’e dönüp sordu: “İsterseniz yüz olsun?”

“Hayır.” diye cevap verdi İngiliz. “Elli tamamdır.”

“Pekâlâ. Pencerenin üzerinde dışa doğru tam şuraya oturarak ve hiçbir yere tutunmaksızın elimdeki şu rom şişesini bir dikişte içeceğime dair bahse giriyorum. Tamam mı, işittiniz mi?”

“Tamam.” dedi İngiliz.

Anatol, İngiliz’e döndü ve giysisinin yakasından tutup tepeden tırnağa süzerek (Kısa boyluydu İngiliz.) bahis şartlarını İngilizce olarak tekrarladı.

Dolohof, dikkatleri kendi üzerine çekmek için şişeyi pencereye vurarak haykırdı:

“Dur bekle Kuragin, bekle biraz! Siz de dinleyin! Eğer içinizden herhangi birisi şu benim yaptığımı yapacak olursa kendisine hemen yüz emperyal veririm. Anlaşıldı mı?”

Başıyla bir evet işareti yaptı İngiliz ama bu işaret, yeni bahsi kabul ettiği anlamına değil, söyleneni anlamış olduğu anlamına geliyordu. Gelgelelim Anatol bırakmamıştı adamın yakasını ve yabancının ikinci bir “anladım” işaretine rağmen Dolohof’un dediklerini İngilizceye çevirmeye devam ediyordu.

Bu arada, Muhafız Alayı’nda hafif süvari olarak görevli olan ince yapılı bir delikanlı (Akşamki kumarda da kaybetmişti üstelik.), pencereye çıkmış ve başını uzatıp aşağıya bakmıştı. Taş döşeli yolu görünce “Vay canına!” dedi. “Korkunç bir şey bu!”

“Susun!” diye bağırdı Dolohof aynı anda.

Ve genç subaya inmesini işaret etti. Mahmuzları birbirine takılan delikanlı güçlükle atlayabildi odaya.

Şişeyi rahatça uzanıp alabileceği şekilde dayanağın üzerine yerleştirdi Dolohof, sonra da yavaş yavaş ve temkinle pencerenin dışına doğru kaydı. Ayaklarını sarkıtıp iki eliyle pencerenin kenarına tutunarak yerine yerleşti ve ellerini serbest bırakıp şişeyi aldı.

Bu sırada Anatol, ortalık tamamıyla ışımış olduğu hâlde, iki mum getirmiş ve pencere dayanağının üzerine koymuştu. Böylece Dolohof’un beyaz gömlekli sırtı ve kıvırcık saçlı kafası, her iki yandan aydınlanmış oluyordu.

Herkes pencerenin çevresinde toplanmıştı şimdi. İngiliz en ön sıradaydı. Piyer gülümsüyordu sadece, tek kelime etmiyordu. Konuklardan ötekilere oranla daha yaşlı gösteren biri, korkuyla ileri atıldı birden ve Dolohof’u gömleğinden yakalayıp tutmak istedi. Bir yandan da kaygılı bir tonla, aklın sesini dile getiriyordu:

“Anlamsız bir iş bu, efendiler! Öldürecek kendisini! Bir hiç için ölecek!”

Anatol durdurmuştu onu, bırakmamıştı:

“Dokunma ona, ürkütürsün! Asıl o zaman ölür!.. Anladın değil mi ha, anladın değil mi?”

Dolohof döndü, duruşunu değiştirdi, açık kollarıyla pencerenin dayanağına yeniden yaslandı ve sözcükleri iyice telaffuz ederek konuştu:

“Eğer bir daha birisi beni rahatsız edecek olursa onu tuttuğum gibi buradan aşağı yollarım. Tamam mı?.. Hadi şimdi işimize bakalım!..”

Ve bunu der demez döndü yeniden, ellerini dayanaktan çekti, şişeyi alıp dudaklarına götürdü. Başını arkaya atmış; serbest kolunu, dengeli durabilmek için havaya kaldırmıştı.

Biraz önce kırılan camın parçalarını toplamak için çömelmiş olan uşaklardan biri; gözlerini pencereden, daha doğrusu, Dolohof’un sırtından ayırmaksızın öylece, olduğu yerde kalakalmıştı. Anatol; gözleri fal taşı gibi açılmış hâlde, dimdik duruyordu. İngiliz; dudakları ileri doğru uzanmış hâlde, yandan bakmaktaydı sahneye. Dolohof’u durdurmak isteyen konuk, odanın bir köşesine kaçmış ve yüzü duvara dönük olarak oradaki divana uzanmıştı. Elleriyle gözlerini kapamıştı Piyer ve şimdi yüzünde, duyduğu korku ve dehşeti dile getiren silik bir gülümseyiş dalgalanıyordu. Herkes taş kesilmişti sanki. Sinek uçmuyor, çıt çıkmıyordu.

Ellerini gözlerinden çekti Piyer. Dolohof hep aynı pozisyonda oturmaktaydı. Başı o derece arkaya devrilmiş durumdaydı ki ensesindeki kıvırcık saçlar gömleğinin yakasına değiyor ve şişeyi tutan eli, harcadığı çabadan dolayı titreyerek gittikçe biraz daha havaya kalkıyordu.

Gözle görülür şekilde boşalmaktaydı şişe ve bununla beraber delikanlının başı da gittikçe biraz daha arkaya devrilmekteydi. Nasıl oluyor da bu iş bu kadar uzun sürebiliyor? diye aklından geçirdi Piyer. Dolohof işe girişeli yarım saatten fazla olmuş gibi geliyordu ona. Tam o sırada genç subay, birdenbire sırtıyla arkaya doğru bir hareket yaptı ve kolu titredi. Bu titreme, dışarı doğru eğimli pervaza yerleşmiş olan vücudun tümüne sirayet etmişti. Ve çabasının ağırlığı altında Dolohof’un kolu ile başı daha da şiddetli bir şekilde titremeye başladı. Bu el, dayanağı yakalamak için yukarı kalktı ama indi yeniden. Piyer de yeniden kapadı gözlerini ve içinden, onları bir daha hiç açmayacağına yemin etti. Sonra birdenbire çevresinde herkesin harekete geçtiğini duydu. Gözlerini açtı ve Dolohof’un pencere boşluğunun ortasında ayakta durduğunu gördü. Yüzü solgun ama neşeliydi.

“İşte size boş şişe!”

İngiliz’e fırlatmıştı şişeyi. Adam ustaca kaptı. İçeri atladı Dolohof. Keskin rom kokuyordu. Dört bir yandan sesler yükseliyordu şimdi:

“Müthiş doğrusu!”

“Ne adam!”

“Bahse tutuşmak dediğin böyle olur işte!”

“Şeytanın ta kendisi!”

“Pes doğrusu!”

İngiliz, elinde kesesi, parayı sayıyordu. Dolohof, kaşlarını çatmış; hiçbir şey söylemeksizin beklemekteydi. Ve Piyer, hiç beklenmedik bir şekilde pencereye zıplayıp bağırmaya başladı:

“Hey efendiler! Benimle bahse girmek isteyen yok mu? Aynı şeyi ben de yapacağım! Ayrıca bunun için bahse girmeye de gerek yok. Dolu bir şişe içki getirtin yeter! Evet, dolu bir şişe verin bana hemen! Ve görün bakalım aynısını yapıyor muyum yapmıyor muyum! Bırakın!”

Dört bir yandan sesler yükseldi yine:

“Deli misin sen?”

“Bırakmayın onu sakın!”

“Geç arkadaş, senin merdiven çıkarken bile başın dönüyor!”

Piyer âdeta tepinerek haykırıyordu:

“Bir şişe rom, diyorum size! Aynısını yapacağım, diyorum! Bir dikişte boşaltacağım!”

Delikanlıyı kollarından tutup aşağı indirmek istediler ama öylesine acı kuvveti vardı ki yaklaşanları bir hamlede uzaya fırlatıyordu. Piyer’e bu durumda söz dinletmenin imkânsızlığını kavrayan Anatol, “Siz bu işi bana bırakın.” dedi çevresindekilere yavaşça. “Onu kandırmak için başka çare kalmadı.”

Sonra da Piyer’e dönüp yüksek sesle “Tamam, dostum.” dedi. “Şimdi dinle. Seninle ben bahse tutuşuyorum. Ama bu gece için değil, yarın gece için. Kabulse hemen in oradan, bir dostu ziyarete gideceğiz!..”

“Oldu!” diye haykırdı Piyer. “Gidelim hemen! Ama Mişka’yı da beraber götürelim…”

Ve ayıyı belinden tutup havalandırarak odanın ortasında dönmeye başladı.

VII

Prenses Drubetskaya’ya, Anna Pavlovna’nın gece toplantısında sevgili biricik oğlu Boris konusunda vermiş olduğu sözü tutmuştu Prens Vasili. Gerçekten de Boris’in durumu İmparator’a anlatılmış ve delikanlı istisnai bir muameleye tabi tutularak önce Muhafız Alayı’na alınmış, hemen ardından da üsteğmen olarak Semyonovski Alayı’na atanmıştı. Buna karşılık Boris, Anna Mihailovna’nın entrikayla karışık tüm girişimlerine ve uğraşlarına rağmen Kutuzof’un yaverliğine getirilmediği gibi doğrudan doğruya başkumandanın şahsına bağlı bir görevle de sorumlu kılınmamıştı.

Anna Pavlovna’nın toplantısında bulunduktan az zaman sonra Moskova’ya dönmüş ve zengin hısımları Rostofların konağına gelmişti doğrudan doğruya Anna Mihailovna. Moskova’ya her gelişinde onlara uğrardı zaten; sevgili biricik oğlu Boris de çocukluğundan beri o konakta yetişmiş ve orduda üsteğmen rütbesiyle Muhafız Alayı’na atanma şerefine erdiği şu son döneme kadar uzun yıllar o konakta yaşamıştı. 10 Ağustos günü Petersburg’dan ayrılmıştı alay. Teçhizat ve malzemelerini sağlamak için Moskova’da kalmış olan Boris’in ise orduya yolda, Radzivilof’ta katılması gerekiyordu.

Rostoflarda, anne Natalya ile küçük kız Natalya’nın doğum günü şöleni vardı o gün. Kontes Rostof’un Povarskaya Caddesi’ndeki, bütün Moskova’nın dilinde olan büyük konağının önü; sabahtan beri, bu mutlu olayı kutlamaya akın eden ziyaretçilerin arabalarıyla dolup taşmaktaydı. Kontes; yanında güzelliğiyle hemen dikkati çeken büyük kızı olduğu hâlde, konağın misafir salonunda kabul ediyordu ziyaretçileri.

Kontes; Doğulu hanımlar gibi kuru yüzlü ve doğurduğu on iki çocuğun yükü altında vaktinden önce çökmüş, kırk beş yaşlarında bir kadındı. Konuşma ve hareketlerindeki güçsüzlükten ileri gelen yavaşlık; saygıdeğer, önemli bir kişi havası veriyordu ona.

Kutlamaları kabul sırasında, evin devamlı misafiri sıfatıyla Anna Mihailovna Drubetskaya da hazır bulunmakta ve ziyaretçilerin ağırlanmasına yardımcı olmaktaydı. Gençler, bu törene katılmayı gereksiz görmüş ve dipteki odalara çekilmişlerdi. Konukları bizzat Kont karşılamakta ve uğurlamaktaydı. Teker teker herkesi akşam yemeğine çağırmayı ihmal etmiyordu.

“Gerek kendi adıma gerekse yaş günlerini kutladığımız eşim ve küçük kızım adına çok, gerçekten çok minnettarım, ma chère (ya da mon cher)!” Bunu dedikten sonra herkese -mevkice ondan üstün olanlara olduğu gibi onun altında bulunanlara da- hiçbir fark gözetmeksizin, hiçbir ayrım yapmaksızın ma chère ya da mon cher121 diye hitap ediyordu. “Sakın gelmezlik etmeyin akşam yemeğine. Yoksa pek üzülürüm, mon cher. Bütün aile adına dostça rica ediyorum, ma chère.”

İşte bu sözleri; tombul, neşeli ve sinekkaydı tıraşlı yüzünde hep aynı ifadeyle ve aralıksız tekrarlanan selamların eşlik ettiği aynı enerjik tokalaşmayla, istisnasız herkese ve hiçbir değişikliğe uğratmaksızın yöneltmekteydi Kont. Böylece gideni uğurladıktan sonra salonda kalanın yanına dönüyor, bir koltuk çekip oturuyordu rahatça ve konuk kim olursa olsun umursamaksızın bacaklarını açıp ellerini dizlerinin üzerine koyarak yaşamasını seven ve de bilen güngörmüş bir adam edasıyla iki yanına sallanarak bazen Rusça bazen de çok kötü ama güven dolu Fransızcasıyla hava tahminleri yapıyor, sağlık durumu hakkında bilgi verip öğüt alıyor; sonra da yorgun ama ödevini yapma konusunda kesin kararlı bir erkek sıfatıyla ve dazlak kafasında artakalmış tek tük gri saçları elleriyle düzeltmeyi ve akşam yemeği davetini yenilemeyi unutmadan geçiriyordu konuklarını. Holden döndükten sonra, arada bir, kış bahçesinden ve kilerden dolanıp tam seksen kişilik yemek sofrasının kurulduğu büyük mermerli salona yöneliyor; gümüş ve porselen takımları taşıyan, masaları yerleştiren, damasko çiçekli masa örtülerini yayan hizmetçileri denetliyor ve bütün işlerini yürüten soylu Dimitri Vasilyeviç’i çağırıp şöyle diyordu:

“Eveeet Mitenka, güzeeel! Her şeyin yerli yerinde olmasına dikkat et lütfen…”

Birbirine eklenmiş masalardan oluşan dev sofraya bir kez daha zevkle baktıktan sonra da ekliyordu:

“Mükemmel, mükemmel doğrusu! Sofra dediğinin işte böyle kusursuz olması gerek…”

Ve içten bir memnunluk duygusuyla içini çekerek misafir salonunun yolunu tutuyordu.

Kontes’in iri yarı uşağı, salonun kapısında belirmiş ve davudi sesiyle ilan etmişti: “Maria Lvona Karagina ve kızı!”

Şöyle bir düşündü Kontes ve kocasının portresiyle süslü altın tabakadan bir sarımlık tütün aldıktan sonra “Bütün bu ziyaretler beni bitkin düşürdü!” dedi. “Artık bu son olsun… Nasıl da kendini beğenmiştir ey Tanrı’m! Al içeri…”

“Tamam, öldürebilirsin beni!” der gibi hüzünlü bir sesle söylemişti bu son sözleri.

Uzun boylu, iri yapılı, her hâlinden kibir akan bir kadın ve güler yüzlü kızı, giysilerinden yükselen hışırtıların eşliğinde salona girdiler. Ve oradan oraya çekilen sandalyelerin gürültüsüne karışan heyecanlı kadın sesleri kapladı ortalığı:

“Chère comtesse il y a si longtemps…”122

“Elle a été alitée, la pauvre enfant…”123

“…au bal des Razoumovsky…”124

“…et la Comtesse Apraksine…”125

“J’ai été si heureuse…”126

Giysilerin hışırtısı, kimi zaman eriyip kimi zaman yükselen bu sesler, kadınların neşeli konuşmalarına karışıyordu. İlk duraklamada yeniden bir hışırtıyla yine aynı sözlerin tekrarına gelip dayanan, en son olarak da holde mantoların giyilmesi ve kapının hep aynı sözlerle açılıp kapanmasıyla biten bir sohbet başlıyordu…

Konuşma çok geçmeden günün en ilginç haberine, yani yaşlı Kont Bezuhof’un hastalığına ve Kont’un evlilik dışı oğlu Piyer’in, Anna Pavlovna Şerer’in toplantısındaki münasebetsizliklerine gelmişti. Büyük Katerina devrinin en yakışıklı ve çapkın erkeklerinden biri olan kont, sınırsız zenginliğiyle ünlüydü.

“Doğrusu zavallı Kont’a pek acıyorum.” dedi ziyaretçi hanım. “Sağlığı zaten alabildiğine bozuk, şimdi de oğlunun çektirdiği eziyet eklendi buna. Adamcağız ölürse hiç şaşmam!”

Kont Bezuhof’un eziyet çekme nedenini en az on beş kere dinlemiş olduğu hâlde, ziyaretçinin neyi kastettiğini bilmezlikten gelme yolunu seçen Kontes, sordu:

“Ne olmuş kuzum Tanrı aşkına?”

“İşte, bugünkü eğitim!” diye cevap verdi konuk. “Daha yurt dışındayken bu delikanlının kendi başına buyruk bir hayat sürmesine müsaade edilmiş, şimdi de Petersburg’da öyle rezaletler çıkarmış ki polis eliyle başkent dışına sürülmüş.”

“Gerçekten mi?”

Kontes’in sorusunu Prenses Anna Mihailovna cevaplandırdı:

“Yanlış dostlar seçiyor kendisine. Prens Vasili’nin oğlu, Dolohof adında biri ve o, bir araya gelip bir sürü edepsizlik yapmışlar. İçlerinden ikisi de cezaya uğratılmış: Dolohof subaylıktan atılıp basit askerliğe döndürülürken Bezuhof’un oğlu Moskova’ya sürgün edilmiş. Anatol Kuragin’e gelince… Gerçi babası meseleyi örtbas etmiş ama o da Petersburg dışına çıkarılmaktan kurtulamamış…”

“Peki ama ne yapmış bunlar?”

Yine Kontes sormuştu bunu. Bu sefer cevap konuktan geldi:

“Gerçek birer haydut bunların üçü de. Özellikle Dolohof. Üstelik de bu Dolohof, Maria İvanovna Dolohova gibi son derece saygıdeğer bir kadının oğlu! Üçü bir araya gelip ne yapsalar beğenirsiniz? Bir yerlerden bir ayı bulmuşlar kendilerine, hayvanı da arabalarına bindirip aktrislerle buluşmaya gitmişler. Polis çıkmış önlerine engel olmak için. Ama laf dinleyen kim! Dahası var: Komiseri sımsıkı yakalayıp ayıyla sırt sırta bağlamışlar mı bunlar bir güzel, sonra da hayvanı ırmağa itmişler mi! Ayı başlamış sırtında komiserle yüzmeye…”

Kont Rostof kahkahayı basmıştı.

“Doğrusu, komiserin yüzünü görmek isterdim, ma chère.” diye bağırıyordu.

“Öyle demeyin! İğrenç bir şey bu! Gülecek ne var bunda, kont?”

Böyle diyorlardı ama diğer yandan kendileri de katıla katıla gülüyorlardı.

Ziyaretçi hanım şöyle devam etti:

“Zavallı amirlerini kurtarıncaya kadar akla karayı seçmiş polisler. Kont Kiril Vlandirimoviç Bezuhof’un oğlu işte böyle eğleniyor, düşünün siz! Çok terbiyeli ve çok zeki diye herkes tarafından övüle övüle bitirilemeyen delikanlı, bu! Yabancı eğitimin meyvesi işte! Umarım, burada hiç kimse onu salonuna kabul etmez. İstediği kadar zengin olsun, hiç önemi yok; önemli olan terbiyedir. Bana takdim etmek istediler kendisini, kesinlikle hayır dedim. Benim yetişkin kızlarım var!”

На страницу:
5 из 20