
Savaş ve Barış I. Cilt
Vikont, ilk defa gördüğü bu aşırı devrimcinin aslında hiç de sözleri kadar korkulacak bir kimse olmadığını fark etmişti o an. Ve salona bir sessizlik çöktü. Prens Andrey bozdu sessizliği:
“Aynı anda hepinize birden nasıl cevap versin istiyorsunuz? Kaldı ki bir devlet adamının davranışları söz konusu olduğunda öyle sanıyorum ki basit bir insan olarak yaptığı işlerle, başkumandan ve imparator sıfatıyla yaptığı işleri birbirinden ayırt etmek gerekir. Yoksa yanılıyor muyum?”
Hiç ummadığı bir anda imdadına gelen bu destek, yeniden canlandırmıştı Piyer’i.
“Elbette, elbette!..” diye atıldı.
Prens Andrey devam etti:
“Şurasını kabul etmeliyiz: Napolyon, Arcole Köprüsü’nde savaşırken ve Yafa Hastanesinde vebalılara elini uzatırken insan olarak büyüktür ama başka birtakım işleri de vardır ki bunları haklı görmek ve göstermek bir hayli güçtür.”
Öyle anlaşılıyordu ki Piyer’in çıkışının uyandırdığı tepkiyi yumuşatmak istemişti Prens Andrey. Nitekim sözlerini bitirir bitirmez gitmek üzere kalktı ve karısına işaret etti.
Birdenbire ayağa fırlamıştı Prens Hippolyte ve bir el işaretiyle bütün herkese oturmalarını bildirerek konuşmaya başlamıştı:
“Ah! Aujourd’hui on m’a raconté une anecdote moscovite, charmante: il faut que je vous en régale. Vous m’excusez, vicomte, il faut que je raconte en russe. Autrement on ne sentira pas le sel de l’histoire.”84
Prens Hippolyte, Rusya’da bir yıl kalmış Fransızlarınkini andıran bir Rusçayla anlatmaya koyuldu. Hikâyesinin dikkatle dinlenmesini öyle bir ısrar ve şevkle istemişti ki şimdi bütün gözler, merakla dolu olarak ona çevrilmiş bulunuyordu. Şöyle başladı Prens:
“Une dame varmış â Moscou.85 Ve çok cimriymiş bu hanım. Gezinti arabasının arkasında ayakta durup kendisine eşlik etmek üzere iki valet dc pied’ye86 ihtiyacı varmış ve de bu uşakların çok uzun boylu olmalarını istermiş, zevk bu ya! İşte bu hanımın, boyu istediğinden de uzun une femme de chambre’si87 varmış. Demiş ki hanım…”
Buraya gelince biraz düşündü Prens Hippolyte. Düşüncelerini toparlamakta zorluk çektiği görülmekteydi.
Şöyle devam etti:
“Demiş ki… Evet, demiş ki: ‘Kızım…’ demiş â la femme de chambre’ye. ‘Git hemen özel uşak elbiselerini giyin ve arabanın arkasına geç, benimle birlikte faire des visites’e88 geleceksin.’ demiş.”
Prens Hippolyte, dinleyicilerini bekleyememiş ve hikâyenin burasında basmıştı kahkahayı. Bu acelecilik, anlatıcının pek de lehine olmamakla birlikte, en başta yaşlı hanımla Anna Pavlovna olmak üzere bir dizi konuk gülümsemeden edememişti.
“Ve işte böylece yola koyulmuşlar.” diye sürdürdü konuşmasını Prens Hippolyte. “Ama birdenbire hava bozmuş ve müthiş bir rüzgâr çıkmış. Çok geçmeden oda hizmetçisinin başındaki uşak şapkasını uçurmuş bu rüzgâr ve genç kızın uzun saçlarını dağıtıp ortaya sermiş…”
Prens Hippolyte burada da kendisini tutamadı ve kesik kahkahalar savurarak tamamladı hikâyesini:
“Herkes kepazeliği işte böylece görmüş oldu.”
Prens’in bu olayı niçin anlattığını ve niçin ille de Rusça anlattığını hiç kimse anlayamamıştı gerçi ama Anna Pavlovna ile konukları, yine de onun, Bay Piyer’in tatsız çıkışını işi şakaya vurup kapatma konusunda gösterdiği inceliği takdir etmişlerdi.
Moskovalı hanımın hikâyesinden sonra konuşma; geçmiş ve gelecek balolar, gösteriler, ileride ortaya çıkacak yeniden görüşme fırsatları gibi konularla dağılıp gitti.
V
Konuklar, bu charmante soirée’den89 dolayı Anna Pavlovna’ya teşekkür ettikten sonra dağılmaya başlamışlardı.
Henüz acemiydi Piyer. İri yarı vücudu, ortayı aşan boyu, kocaman kırmızı elleriyle bir salonda yerine göre davranmasını ve hele bir salondan gereği gibi yani, birkaç gönül alıcı söz söyleyerek ayrılmasını beceremiyordu katiyen. Üstelik dalgındı da. Örneğin ayrılırken kendi şapkası yerine üç köşeli ve sorguçlu bir general şapkasını aldı ve general şapkasını geri almak için ricada bulununcaya kadar da şapkanın sorgucunu çekiştirip durdu şaşkın şaşkın. Ama yüzündeki alçak gönüllülük ve saflık ifadesi; salondaki dalgınlığıyla davranışlarındaki ve konuşmalardaki beceriksizliğini âdeta unutturmakta, hiç değilse bağışlatmaktaydı. Nitekim Anna Pavlovna; Hristiyanca bir hoşgörüyle baktı ona ve o münasebetsiz çıkışından dolayı kendisini bağışladığını belirten bir baş işaretiyle “Umarım ki yeniden görüşürüz, Sayın Bay Piyer.” dedi. “Ama bu arada fikirlerinizi değiştirmiş olacağınızı da umuyorum.”
Cevap vermedi Piyer. Gülümsedi ve eğilip selamlamakla yetindi. “Fikir fikirdir; siz onu bırakın da şimdi, benim ne iyi yürekli ve ne babayiğit bir delikanlı olduğuma bir bakın!” demek ister gibiydi ve başta Anna Pavlovna olmak üzere tek tek herkes, bunun böyle olduğunu sezdi.
Prens Andrey hole doğru yürüdü ve uşağın tuttuğu paltosunu giyerken karısının, kendilerini izlemiş olan Prens Hippolyte’le sürdürdüğü konuşmaya kulak kabarttı. Güzel Prenses’in yanı başında duran Prens Hippolyte; kelebek gözlüğünün ardından, gebe kadının yüzüne ısrarla bakmaktaydı.
Küçük prenses, Anna Pavlovna’ya veda ederken “Burada durmayın, Annett.” dedi. “Salona dönün lütfen, yoksa soğuk alacaksınız.”
Sonra da alçak sesle ekledi: “C’est arrete.”90
Anna Pavlovna, Lise’e, Anatol ile Prens Andrey’in kız kardeşini evlendirme tasarısından söz açma fırsatını bulmuştu toplantıda. Salona dönmeden önce o da alçak sesle “Bu hususta size güveniyorum, sevgili dostum.” dedi. “Kendisine yazın, bana da comment le pere envisagera la chose91 bildirin lütfen. Au revoir.”92
Anna Pavlovna içeri döner dönmez Prens Hippolyte Küçük Prenses’e yaklaşmış ve genç kadına iyice sokularak bir şeyler fısıldamaya koyulmuştu.
Biri Prenses’in şalını öbürü de Prens’in redingotunu tutan iki uşak, bu Fransızca konuşmanın sona ermesini beklerken konuşulanları anlıyormuş da bunu belli etmiyormuş havasındaydılar. Prenses, her zamanki gibi gülümseyerek konuşmakta ve yine gülümseyerek dinlemekteydi.
“Büyükelçi’nin toplantısına gitmediğim için nasıl mutluyum bilemezsiniz!” diyordu Prens Hippolyte. “Sıkıntıdan patlar insan orada! Tatlı bir gece geçirdik, öyle değil mi?”
Prenses, ayva tüyüyle süslü üst dudağını yukarı kaldırıp kıvırarak cevap verdi: “Balonun çok görkemli olacağını söylüyorlar. Sosyetenin en güzel kadınları hazır bulunacakmış. Hepsi…”
“Siz bulunmayacağınıza göre, hepsi değil.” dedi Prens Hippolyte neşeyle gülerek. “Hepsi değil katiyen!”
Bir yandan da hoyratça ittiği uşağın ellerinden şalı almış ve Prenses’in giymesine yardımcı olmuştu. Ve şalı genç kadının omuzlarına sardıktan sonra, beceriksizlik sonucu ya da bilerek (Ama bu ikinci şıkkın doğruluğunu hiç kimse iddia edemezdi.) ellerini uzunca bir süre çekmemişti Lise’in sırtından. Âdeta Prenses’e sarılmış gibiydi.
Nazik bir şekilde ve gülümseyerek sıyrılıp çekildi genç kadın, dönüp kocasına baktı. Prens Andrey’in gözleri kapalıydı sanki, bıkkın ve uykusuz görünmekteydi.
Göz kapaklarını aralayarak baktı karısına:
“Hazır mısınız?” diye sordu.
Bu arada Prens Hippolyte, son modaya uygun şekilde topuklarına kadar inen redingotunu aceleyle sırtına geçirmiş ve bacakları birbirine dolanarak Prenses’in ardından hızla merdivenleri inmeye koyulmuştu. Uşağın arabaya binmesine yardım ettiği genç kadına, “Princesse au revoir!”93 diye seslendi.
Bacakları gibi dili de dolanmaktaydı.
Prenses, giysisinin eteğini toplayıp arabaya yerleşmişti bile; kocası, kılıcını kontrol etmekteydi; Prens Hippolyte ise Prenses’e yardım etmeye çabalarken herkesi engelliyordu.
“Müsaade eder misiniz efendim?”
Arabaya binmesine engel olan Hippolyte’e; kupkuru, sert bir sesle ve Rusça söylemişti bunu Prens Andrey. Sonra arkadaşına dönüp yumuşak ve tatlı bir sesle eklemişti:
“Bekliyorum Piyer.”
Arabacı, kamçısını hafiften şaklatarak harekete geçirmişti şimdi atları. Kaldırım taşı döşeli yol, arabanın tekerlekleri altında çınlamaktaydı. Merdivenlerin üzerinde dikili kalan Prens Hippolyte, evine bırakmayı üstlenmiş olduğu Vikont’u beklerken kesik kesik gülüyordu.
“Eh bien, mon cher, votre Petite Princesse est très bien.”94
Arabaya binip Hippolyte’in yanına yerleşir yerleşmez söylemişti bunu Vikont. Sonra da pekiştirmek için tekrarladı: “Mais très bien.”95
Ardından parmaklarının ucuyla bir öpücük yollayarak ekledi hemen:
“Et tout à fait française.”96
Hippolyte kahkahayı basmıştı.
“Et savezvous que vous êtes terrible avec votre petit air innocent?”97 diye devam etti Fransız asilzadesi. “Je plains le pauvre mari, ce petit officier qui se donne des airs de prince régnant.”98
Bir kahkaha daha koyuverdi Hippolyte. Bir yandan da konuşuyordu:
“Et vous disiez que les dames russes ne valaient pas les dames françaises.”99
Gururlu bir tonla tamamladı sözlerini: “II faut savoir s’y prendre.”100
Ötekilerden daha önce gelmiş olan Piyer, evin teklifsiz misafirlerinden biri sıfatıyla Prens Andrey’in çalışma odasına yöneldi ve her zaman yaptığı gibi divanın üzerine uzandı hemen; başucundaki kitap rafına uzanıp rastgele bir kitap aldı (Sezar’ın İtirafları idi bu.) ve yine rastgele bir sayfasını açıp okumaya koyuldu.
Bembeyaz küçük ellerini ovuşturarak girmişti içeri Prens Andrey.
“Neler yaptın kuzum Bayan Şerer’in evinde?” dedi. “Kadını gerçekten hasta edeceksin!”
Yüzü duvara doğru olan Piyer, divanı inildeterek bir hamlede döndü arkadaşına; gülümsedi ve umursamadığını göstermek için elini salladı, sonra da hızlı hızlı konuşmaya başladı:
“O Rahip son derece ilginç bir adam aslında. Gelgelelim, yanlış akıl yürütüyor… Ebedî barış bence de mümkün ama… Nasıl desem… Bilemiyorum… Ama her hâlükârda kesin olan şey, ebedî barışın siyasal denge yoluyla gerçekleşemeyeceğidir…”
Bu türden soyut tartışmaların Prens Andrey’i pek ilgilendirmediği anlaşılıyordu.
“İnsan her düşündüğünü her yerde söyleyemez, mon cher.”101 dedi.
Bir dakikalık sessizlikten sonra söylemişti bunu.
Ardından da sordu: “Bir karar verebildin mi nihayet? Muhafız şövalye mi olacaksın, yoksa diplomat mı?”
Piyer, bağdaş kurup oturdu divana.
“İnanır mısınız?” dedi. “Daha hiçbir şey bilmiyorum. Aslında, ikisi de cezbetmiyor beni.”
“Evet ama şu ya da bu şekilde bir karar vermen gerekiyor artık. Baban bunu bekliyor.”
Piyer, henüz on yaşındayken bir rahip olan eğitmeniyle birlikte yurt dışına gönderilmiş ve on yıl orada kalmıştı. Moskova’ya döndüğünde rahibe yol vermişti babası, sonra da delikanlıya şöyle demişti:
“Şimdi Petersburg’a gideceksin, çevrene iyice bakacak ve gördüklerin arasında seçim yapacaksın. Seçeceğin şey, önceden kabulümdür. İşte sana Prens Vasili’ye verilmek üzere bir mektup ve işte sana gönlünce harcamak üzere bol bol para. Arada sırada bana mektup yazarak ne olup bittiğini bildir. Sana daima ve her yerde yardım edeceğimden hiç şüphen olmasın.”
Gelgelelim Piyer, üç aydan beri hâlâ bir meslek seçecekti kendisine. Andrey’in sözünü ettiği karar da işte bununla ilgiliydi.
Alnını ovuşturdu Piyer; aklı, gece toplantısında rastladığı İtalyan Rahip’te kalmıştı:
“Farmason olsa gerek.” diye mırıldandı.
Devam edecekti belki konuşmaya ama Prens Andrey kesti sözünü:
“Bırak şu zırvaları bir yana da ciddi şeylerden söz edelim! Atlı Muhafız Alayı’nı, gidip gördün mü?”
“Görmedim, hayır. Ama bakın aklıma ne geldi, ne zamandır size söylemek istiyordum zaten bunu. Şu anda biz Napolyon’la savaş hâlindeyiz, öyle değil mi? Eğer bu, özgürlük uğruna girilmiş bir savaş olsa anlardım. Ve ilkin ben gider, yazılırdım askere. Ama dünyanın en büyük adamına karşı İngiltere’ye, Avusturya’ya yardım etmek; doğrusu, hiç de iyi bir şey değil!..”
Piyer’in çocuksu sözlerine karşılık olarak omuz silkmekle yetindi Prens Andrey. Ona göre bu türden budalalıklara cevap verebilmek imkânsızdı.
“Herkes kendi inançları için savaş çıkarsaydı, dünyada savaş diye bir şey olmazdı.” dedi.
O safça sözlere bundan başka bir cevap vermek de güçtü hani.
“İşte o vakit, dünyanın tadına doyulmazdı.” dedi Piyer.
Prens Andrey gülümsemişti.
“Doğru, evet. Ama nerede o günler!”
Piyer damdan düşercesine sordu:
“Sahi, siz neden savaşa katılıyorsunuz kuzum?”
“Neden mi? Bilmem. Katılmam gerekiyor herhâlde. Ayrıca…”
Bir an durduktan sonra tamamladı sözünü:
“Katılıyorum çünkü burada sürdüğüm hayat bana göre bir hayat değil!”
Bir kadın giysisinin hışırtısı işitildi yan odadan. Prens Andrey, orada değilmiş de yeni kendine geliyormuş gibi silkindi. Yüzü, yeniden Anna Pavlovna’nın salonunda takındığı ifadeye bürünmüştü. Oturuşunu düzeltip ayaklarını yere indirdi Piyer. Aynı anda da Prenses içeri girdi.

VI
Başka bir elbise giymişti üzerine. Toplantıdaki kadar şık ve zarif bir ev giysisiydi bu. Prens Andrey, kibarca yerinden kalkıp karısının oturması için bir koltuk çekti. Prenses, hızla ve telaşla koltuğa yerleşirken her zamanki gibi Fransızca olarak başladı konuşmaya:
“Niçin diye sorarım sık sık kendi kendime, niçin Annette bir türlü evlenmedi? Onunla evlenmemiş olduğunuzdan dolayı, bilseniz ne kadar budalasınız, baylar! Bağışlayın beni ama tek tek hepiniz kadın konusunda kara cahilsiniz. Tartışmayı bu kadar sevdiğinizi doğrusu hiç bilmezdim, Bay Piyer!”
Piyer en ufak bir sıkıntıya (hani şu, bir delikanlının genç bir kadınla ilişkilerinde pek sık rastlanan sıkıntıya) kapılmaksızın cevap verdi Prenses’e:
“Kocanızla bile durmadan tartışıyorum. Niçin savaşa gitmek istediğini bir türlü anlayamıyorum çünkü.”
Prenses canlandı hemen. Belli ki bu sözlerle onun hassas bir noktasına dokunmuştu:
“Yaa!” dedi. “Ben de aynı şeyi söylüyorum. Erkeklerin neden savaştan bir türlü vazgeçemediklerini anlamıyorum ben, katiyen anlamıyorum! Nasıl oluyor da biz kadınlar hiçbir şey isteyemiyor, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyoruz? Siz söyleyin lütfen, hakemlik edin… Şunu kendisine tekrarlamaktan dilimde tüy bitti: Burada son derece parlak bir konumu var, amcasının yaverliğini yapıyor. Herkes tanıyor onu, herkes ona büyük değer veriyor. Geçen gün Apraksinlerde olacaktınız da bir hanımın söylediklerini işitecektiniz:
‘C’est ça le fameux Prince André?’102 diyordu heyecanla. Ma parole d’honneur!103 Gittiği her yerde o kadar çok seviliyor, o kadar iyi karşılanıyor ki… Doğrudan doğruya İmparator’un yaverliğine atanması işten bile değil aslında. Biliyor musunuz ki İmparator ona pek nazik bir şekilde hâl hatır sordu. Biz Annette ile konuştuk bütün bu ihtimalleri ve o göreve getirilmesinin çok kolayca sağlanabileceği sonucuna vardık. Şimdi söyleyin bakalım, sizin fikriniz nedir?”
Prens Andrey’e baktı Piyer ve bu konuşmanın, arkadaşının hoşuna gitmediğini sezerek cevap vermekten kaçındı.
“Ne zaman gidiyorsunuz?”
Piyer sormuştu bunu. Prenses, Anna Pavlovna’nın salonunda Hippolyte’le konuşurken takındığı ama şimdi Piyer’in de olduğu aile ortamına hiç de uygun düşmeyen işveli ve şen şakrak bir havayla konuştu:
“Ah! Ne me parlez pas de ce départ, ne m’en parlez pas. Je ne veux pas en entendre parler…104 Bütün sevgili ahbaplarımdan uzakta kalacağımı düşünüyorum da… Sonra, gayet iyi biliyorsun ki André…”105
Kocasına anlamlı bir şekilde göz kırparak kesmişti konuşmasını. Ürperir gibi oldu ve sözlerini mırıldanarak tamamladı:
“J’ai peur, j’ai peur!”106
Odada kendisinden ve Piyer’den başka bir varlık daha varmış da yeni fark ediyormuş gibi şaşkın bir hâlde karısına baktı Prens. Sonra da nazik ama soğuk bir sesle sordu:
“Neden korkuyorsun Lise? Bunu bir türlü anlayamıyorum.”
“İşte bütün erkeklere özgü bencillik çıktı yine ortaya! Hepiniz, evet, istisnasız hepiniz bencilsiniz! Sırf kapris olsun diye bırakıp gidiyor beni, tek başıma çiftliğe hapsediyor.”
“Babam ve kız kardeşimle birlikte, unutma.”
Soğuk bir sesle söylemişti bunu Prens Andrey.
“Evet ama ben yine kendi dostlarımdan uzakta, yapayalnız kalacağım.” diye atıldı Prenses. “Ve o, yine korkmamamı bekliyor!”
Hüzünlüydü sesi bu sefer, üst dudağı yukarı doğru kıvrılmış ve yüzündeki neşeli ifade değişmişti; bu hâliyle bir sincabı andırıyordu. Piyer’in önünde gebeliğinden söz etmeyi uygunsuz buluyormuş gibi susmuştu birden. Oysa bütün korkusu, bundan ileri geliyordu.
Gözlerini karısının gözlerinden ayırmaksızın ağır ağır konuştu Prens Andrey:
“De quoi vous avez peur107 ben yine de anlamadım.”
Kıpkırmızı kesildi Prenses. Ellerini şiddetli bir hareketle salladı.
“Non, André, je dis que vous avez tellement changé.”108 dedi.
Prens Andrey, gözlerini yine karısının gözlerinden ayırmaksızın “Doktor sana erkenden yatmanı öğütlemişti. Çoktan yatağa girmiş olman gerekiyordu bu saatte.” dedi.
Hiçbir şey söylemedi Prenses. Ama ayva tüyüyle kaplı üst dudağı birdenbire titremeye başlamıştı. Prens, omuz silkerek ayağa kalktı ve birkaç adım yürüdü odanın ortasına doğru.
Şaşkın ve çocuksu bir havaya bürünmüştü Piyer. Gözlüklerinin ardından bir ona bir öbürüne bakıyordu. Bir ara ayağa kalkmaya davrandı ama sonra vazgeçti. Tam o sırada Küçük Prenses, “Bay Piyer’in burada olması bir şeyi değiştirmez.” dedi.
Birden gerginleşmişti güzel yüzü. Ağlamamak için kendisini zor tutarak şöyle devam etti: “Uzun süreden beridir sormak istiyordum sana Andrey, niçin bana karşı bu kadar değiştin? Ne yaptım ki sana ben? Tutturmuş, ille de savaşa gideceğim diyorsun. Bana hiç acımıyorsun, kabul ama niçin?”
“Lise!” demekle yetindi Prens Andrey.
Ama bu sözde hem bir rica hem bir tehdit ve özellikle de genç Prenses’in kendi sözlerinden pişmanlık duyacağı kanaati gizliydi. Ancak Prenses, yine de soluk soluğa devam etti: “Hastaymışım ya da bir çocukmuşum gibi davranıyorsun bana. Her şeyi görüyor ve değerlendiriyorum. Altı ay önce böyle miydin?”
Prens Andrey, daha da katı bir tonla konuştu: “Lise, lütfen kes artık!”
Arkadaşıyla karısı arasındaki bu gergin konuşma sırasında sinirleri iyice bozulan Piyer, ayağa kalkmış ve Prenses’e doğru ilerlemişti. Gözyaşı görmeye katlanamıyor gibi bir hâli vardı, neredeyse ağlayacaktı o da.
“Sakin olun, Prenses.” dedi. “Siz öyle sanıyorsunuz… Sanırım aldanıyorsunuz… Yani eminim… Eminim zira ben de… Şey… Hayır hayır… Hiçbir şey yok… Bağışlayın beni ne olur… Burada bir üçüncü kişi fazla… Lütfen sakin olun… İyi akşamlar…”
Prens Andrey, kolundan yakalamıştı onu.
“Hayır dur, Piyer. Prenses, geceyi seninle birlikte geçirmek zevkinden beni yoksun bırakmayacak kadar iyi bir insandır.”
Gözyaşlarını zapt etmeye gerek duymadan konuştu Prenses: “İşte, sadece kendiSİni düşündüğü meydanda!”
“Lise!”
Artık sabrının tükendiğini belirten yüksek ve buz gibi bir sesle söylemişti bunu Prens Andrey. Ve Prenses’in güzel yüzündeki küskün sincap ifadesi, birdenbire kaybolup yerini ancak acıma uyandırabilecek bir korku ifadesine bırakmıştı. Güzel gözleriyle kaçamak bir bakış attı kocasına. Suçlu olduğunu sezerek kuyruğunu hızla sallamaya başlayan köpeklere özgü bir ürkeklik çökmüştü davranışlarına. Giysisinin kıvrımlarından tutarken “Mon Dieu, mon Dieu!”109 diyebildi ancak.
Ve bir çırpıda Prens’e yaklaşıp onu alnından öptü.
“Bonsoir, Lise.”110 dedi Prens Andrey.
Aynı zamanda ayağa kalkıp Prenses’e doğru ilerlemiş ve büyük bir nezaketle tıpkı yabancı bir kadının elini öper gibi onun elini öpmüştü.
İkisi de susuyordu. Ne biri ne öteki niyetliydi sessizliği bozmaya. Piyer zaman zaman kaçamak bakışlar atıyordu Prens Andrey’e. Prens ise küçük eliyle alnını ovuşturuyordu.
Derin bir iç geçirdikten sonra ayağa kalktı Prens nihayet ve kapıya doğru yürürken “Gidip bir şeyler yiyelim bari.” dedi.
Baştan başa yenilenip görkemli bir şekilde döşenmiş olan yemek salonuna geçtiler. Peçetelerden gümüş sofraya ve billur içki takımlarına kadar her şey, genç evlilerde hep rastlanan gösteriş düşkünlüğünün belirgin damgasını taşıyordu.
Yemeğin ortasına gelmişlerdi ki Prens Andrey; dirseğini masaya, başını da avucuna dayadı ve tıpkı içinde uzun zamandır bir dert taşıyıp da artık dayanamayarak bundan kurtulmaya karar veren kimseler gibi birdenbire konuşmaya başladı:
“Sakın evlenme dostum, asla evlenme! İşte sana verebileceğim en iyi öğüt! Hayatta yapabileceğin bütün her şeyi yaptığından ve seçtiğin kadını artık sevmediğinden, onu tüm gerçekliği içinde açık seçik gördüğünden emin olmadıkça katiyen evlenme; yoksa amansız ve devasız bir şekilde aldanmış olursun! Artık hiçbir işe yaramayacak kadar yaşlandığın vakit evlen, anlıyor musun? Yoksa şunu bil ki sende iyi, soylu ve yüce olan bütün ne varsa sonuna kadar çürüyüp gidecektir! Bir hiç uğruna havaya savrulmuş olacaktır bütün her şey…”
Arkadaşını hiç bu kadar sinirli gördüğünü hatırlamıyordu Piyer. Prens Andrey devam ediyordu:
“Evet dostum, evet! Öyle şaşkın şaşkın bakıp durma yüzüme, sana hakikati söylemekteyim. Eğer gelecekte kendinden bir şeyler beklediğin hâlde tutup da şimdiden evlenecek olursan bil ki her an, senin için artık her şeyin bitmiş, bütün kapıların kapanmış, bütün yolların yasaklanmış olduğunu duyacaksın ancak sefil ruhlu ve ahmak bir dalkavuk kadar değer taşıyacağın o iğrenç sosyete salonlarından başka her şeyin, evet!..”
Hınçla masaya vurdu elini.
Piyer gözlüklerini çıkararak şaşkınlık içinde baktı arkadaşına. Bu duruş, yüzüne yeni bir görünüm kazandırmıştı; içinin güzelliği tümüyle dışına vurmuştu sanki…
“Karım…” diye devam etti Prens Andrey. “Kusursuz bir insandır. Namusunuza leke sürdürmeyeceğinden emin olabileceğiniz ender kadınlardan biridir, gerçekten. Ama buna rağmen ben, evlenmemiş olmak için bilsen neler vermezdim neler! Ve bunu da ilk söylediğim insan sensin Piyer. Anla seni ne kadar sevdiğimi…”
Bunları söylerken Anna Pavlovna’nın salonunda bir koltuğa gömülmüş duran ve gözlerini kısarak dudaklarının ucuyla Fransızca cümleler sıralayan o Bolkonski’ye hiç benzemiyordu Prens Andrey. Sert çizgileri olan yüzünün kasları sinirden kasılıyordu daha az önce. Hayat alevi sönmüş gibi donuk bakan gözleri ise şimdi canlı bir ışıltıyla parıldıyordu. Belli ki normal zamanlarında ne kadar durgun oluyorsa öfke anlarında da bir o kadar hırçın oluyordu. Şöyle devam etti konuşmaya:
“Bütün bunları neden söylediğimi anlamıyorsun. Baştan sona bir hayatın hikâyesi bu. Örneğin sen… Bonapart ve yaptığı işlerden söz ediyorsun…”
Bir an sustu Prens Andrey. Piyer buraya geldiğinden beri Bona-part hakkında tek kelime söylememiştı. Yine de devam etti konuşmaya:
“Bonapart diyorsun, evet ama hesaba katmıyorsun ki Bonapart amacı için çalışırken, gayesine doğru adım adım ilerlerken özgürdü. Aklında sadece kendine seçmiş olduğu hedef vardı Bonapart’ın ve o hedefe de ulaştı… Ama insan bir kadına bağlanmaya görsün, bir kürek mahkûmu hâline gelir ve yitirir tüm özgürlüğünü! İçinde umut ve kuvvet namına ne varsa üzerine amansızca çöken ve seni durmaksızın kıvrandıran bir pişmanlık kaynağıdır artık. Salonlar, dedikodular, balolar, anlamsız böbürlenmeler, eksik güdük insanlarla dolu bir ortam… İşte benim bir türlü parçalayıp dışına çıkamadığım kısır döngü! Şimdi savaşa gidiyorum işte, gelmiş geçmiş savaşların en büyüğüne katılacağım ve hiçbir şey bilmiyorum ve hiçbir şeye ermiyor aklım ve ne işe yarayacağımı da kestiremiyorum. Je suis très aimable et très caustique!111 Anna Pavlovna’nın salonunda konuştuğum vakit saygıyla dinlenişimden belli değil mi? Karımın bir türlü vazgeçemediği o ahmaklar çevresi ve o kadınlar… Bilebilseydin aslında neyin nesi olduğunu toutes les femmes distinguées112 ve genellikle tüm kadınların!.. Yerden göğe haklı babam: Bencillik, boş böbürlenme, ahmaklık, yetersizlik, kıt kafalılık; kadınların gerçekliği işte bunlardan ibaret! Uzaktan gördüğün vakit bir şey sanırsın onları, ele gelir bir yanları var duygusuna kapılırsın ama hayır, hiçbir yanları yoktur doğru dürüst, hiçbir yanları yoktur, hiç ama hiç!..”
Ve Prens Andrey, “Katiyen evlenme, azizim, aklın varsa evlenme!” diye sonlandırdı konuşmasını.
Piyer, “Doğrusunu isterseniz…” dedi. “Sizin kendinizi güçsüz görmenizi ve hayatınızı boşa harcadığınızı sanmanızı yadırgamamak elde değil. Siz ki her şeye sahipsiniz, bütün imkânlar önünüzde serili. Ve yine de…”
Susmuştu, tümüyle dile getirmemişti düşüncesini. Ama sadece ses tonu bile arkadaşına ne denli önem verdiğini ve gelecekte ondan ne denli büyük başarılar beklediğini ortaya koyuyordu.
Nasıl böyle konuşabilir? diye düşünüyordu Piyer. Onun gözünde Prens Andrey, erişilmez bir yetkinlik örneğiydi; zira Piyer’in eksikliğini duyduğu ve en uygun bir şekilde irade gücü olarak tanımlayabileceğimiz bütün nitelikleri benliğinde taşıyordu.
Gerçekten de Piyer; Prens Andrey’in çeşitli insanlarla ilişkilerinde daima soğukkanlılığını korumasına, olağanüstü güçlü belleğine, genel kültürüne (Her şeyi okur, her şeyi bilirdi ve bütün her şey hakkında fikir sahibiydi.) ve bütün bunların yanı sıra da zorlu çalışma şartlarına dayanmasına öteden beri hayrandı. Arkadaşının, onun tam tersine, felsefi düşüncelere dalma eğilimi göstermemesini garipserdi çoğu zaman ama bunda bile bir eksiklik değil, bir güçlülük belirtisi görüyordu.