Hüzün Geçti Kapımdan - читать онлайн бесплатно, автор Keziban Gülcan Kaya, ЛитПортал
bannerbanner
Hüzün Geçti Kapımdan
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 3

Поделиться
Купить и скачать

Hüzün Geçti Kapımdan

На страницу:
2 из 2
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

Akşamları bir birinin aynısıydı. X okuldan geliyor, yemeğini yiyor, biraz televizyon izliyor, çoklukla ödevini ertesi güne bırakıyor ve annesinin o gün kafasında yazdığı hikâyeleri dinleyerek uyuyordu. Bazı akşamlar anlattıkları bir aksiyon filmi gibi olurdu o zaman X hemen uykuya geçmez annesine sorular sorardı. O da oğlunun kendisini büyük bir ciddiyetle dinlemesinden memnun anlatır da anlatırdı.

Yıllar annesinin hastalığını artırarak gelip geçiyordu. Ara sıra hastane doktor lafı edecek olsa annesi lafı ağzına tıkıyordu. “Sen beni başından mı atmak istiyorsun. Hastaneye götürürsen bir daha seni bana beni de sana göstermezler” diyordu. X annesinin böyle düşünmesine üzülüp ısrar etmiyordu.

Son yıllarda annesi el işine merak salmıştı. Her aybaşı maaşlarını almaya birlikte gidiyorlar sonra da tuhafiyeciye uğrayıp hem X’in hem de bir süre sonra tuhafiyecinin anlam veremediği bir çok malzemeyi alıp evlerine gidiyorlardı. Z bunlardan anlamlı yada anlamsız bir çok şey yapıyordu. Masa örtüsü diye işlediği şey bir yolluğu andırıyor, yastık kılıfı dediği şey ise daha çok büyük bir şapkaya benziyordu.

Bir süre sonra evlerinde el işinden geçilmez olmuştu. Odanın biri tamamen bu işlere ayrılmasına rağmen oraya da sığmamaya başlamıştı. X bazen annesini ikna edip, el işlerinin bir kısmını satıp yeni malzemeler almak bahanesiyle götürüp çöpe koyuyordu. Annesi yeni malzemeler alıp almadığını sorduğunda da her gün yeni bir yalanla onu oyalıyordu. X kendisine şaşıyordu bazen, bu kadar yalanı nasıl da buluyorum diye. Bir hastayla bu kadar uzun süre yaşayınca insanın huyları da değişiyordu pek tabii.

Yalnızca askere gittiğinde ayrılmışlardı annesiyle. O zaman da biraz dayısı biraz da yaşlı anneannesi ilgilenmişti Z’yle. Oğlu askere gidince yalnız kalan Z annesine kapıyı biraz aralamıştı. Belli ki yalnız kalmak istemiyordu. Zavallı annesi ise bunu bir lütuf gibi görmüş çok mutlu olmuştu. Hasta da olsa kendisini sevmese de evlat evlattı, yanında olmaktan mutluydu. Ama X askerden dönünce herşey eskisi gibi olmuştu. Z annesini evine göndermiş, bir daha gelmemesi konusunda uyarmıştı. Ağabeyinin ise ara sıra gelmesine izin veriyordu.

İlginç olan bir şey daha vardı, geçen onca zamana rağmen Z büyük oğlunu hiç arayıp sormamıştı. Bir akşam X’le sohbet ederken “Ağabeyim aradı sana selamı var” deyince, susmasını işaret etmiş ve “o gizli görevde böyle ulu orta adını ağzına alma” demişti. Annesine göre o Amerikan gizli servisi adına çalışıyordu. Büyük oğlundan ara sıra annesine Bush aracılığı ile mesajlar geliyordu.

Büyük oğlanın da umurunda değildi annesiyle kardeşi. O kendi yolunu çoktan ayırmıştı. Üşütük bir anneyle biçare bir kardeşle bir ömür geçiremeyeceğini düşünüyordu. İstanbul’dan bir daha geri dönmedi. Bir süre sonra izini de kaybettirdi. Z’ye göre o Amerikadaydı ve çok önemli işleri vardı.

Küçük oğlu da önemli işler yapıyordu Z’ye göre. Örneğin Bush’dan gelen kargoları o getiriyordu. Bugün o çantayı getirmemişti eve ama ertesi gün akşam annesi, onun bir gün önce akşam getirdiği çantayı, sabah açtığını içinden önemli bilgiler ve evraklar çıktığını onu da gerekli yerlere ilettiğini anlatacaktı. O yüzden yarın akşamın gündemini bugünden kestirmek artık zor değildi X için.

Bir tür oyun oynuyor gibiydi annesiyle. Bazen çok bunaldığı başını alıp gitmek istediği bazen de hiç bitmesini istemediği bir oyundu bu. O da ağabeyi gibi yapabilirdi ama ya annesi? Annesi ne yapardı onsuz. Bir gün annesinin anlatacakları bitmişti de laf olsun diye, “Anne ben evlenip ayrı bir eve gitsem ne dersin?” diye sormuştu, annesi o güne kadar hiç olmadığı ölçüde duygusallaşmış ve ağlamıştı. “Sen gidersen ben ölürüm biliyor musun?” demişti. “Zaten Rus ajanları peşimde. Onlar senden korkup gelemiyorlar. Senin bu evden gittiğini anlarlarsa hemencecik öldürürler beni” demişti.

X banyodan çıktı. Birlikte mutfağa geçtiler. Hastalığa rağmen annesi hala güzel yemekler pişiriyordu. Bazen tarifini kimselerin bilmediği şeyler yapıyordu, lezzetli ve güzel görünüşlü şeyler. Z bir yandan tabaklarına yemeklerini dolduruyor, bir yandan anlatmaya devam ediyordu.

–Biliyor musun Barbara beni kıskanıyor

X Barbara kim diye sormadı. Barbara Bush olduğunu biliyordu. Bu konuşmanın devamını bildiği gibi. Hatta konuşmanın bildik şekilde devam etmesi için sorması gereken soruları sormaya başladı.

–Yine ne yaptı patavatsız kadın.

–Tam bir patavatsız, benim resmi görevli olduğumu unutuyor, acaba kocasını ayartıyor muyum diye düşünüyor.

–Ahlaksız şey

–Tam bir ahlaksız. Ona bugün ne dedim biliyor musun telefonda.

–Ne dedin?

–Ben Osmanlı kadınıyım dedim, beni o senin bildiğin Amerikalı aşüftelerle karıştırma dedim. Resmi görevim bitince de bu kırmızı hatlı telefonu kapattıracağım dedim.

–İyi demişsin

–Tabi iyi dedim. Ben Osmanlı sarayında büyüdüm bunu sende biliyorsun.

–Biliyorum, tuzu verir misin anne.

–Çok tuz atma genç yaşta tansiyon hastası olacaksın. Ha Hasta dedim de aklıma geldi. Aslında Sultan Abdülaziz hastaydı biliyor musun? Çok hastaydı. Sonunda hayatına son verdi.

–Hı hı

–Bunalttılar onu çok bunalttılar, o da daha fazla dayanamadı ne yapsın, kıydı canına. Bir de o zamanlar ben saraydan uzaktaydım bir iş için Almanya’ya gönderilmiştim. Şayet sarayda olsaydım onun kendini öldürmesine engel olurdum.

Bu da nereden çıktı diye düşündü X. Bu şimdiye kadar konuşmadıkları yeni bir konuydu. Annesi zaman zaman saray terbiyesi aldığından falan bahsederdi hanım sultanlarla hasbıhal etmişliği vardı ama Sultan Abdülazizin intiharından bugüne kadar hiç konuşmamışlardı. Aklına kötü kötü şeyler geldi X’ in

–Nereden çıktı şimdi bu?

–Ne nereden çıktı?

–Sultan Abdülaziz.

–E oğlum bu yeni bir konu değil ki. Hem korkma o zamanlar ben Sarayda değildim, benim olayla hiçbir ilgim yok.

–Biliyorum ilginin olmadığını da sen Barbara Bush’tan söz ederken birden bire konuyu değiştirmene şaşırdım.

–Haa. Boş ver şu bunağı. Irak Savaşı bitsin Amerikayla ilişkimi keseceğim zaten.

“Irak Savaşı bitti anne. O Irak savaşı bitti de yeni bir Irak Savaş daha oldu” diyemedi X. Sanki bunu söylerse annesine ihanet etmiş ya da onun bütün hayallerini yıkmış olacaktı.

–Bir türlü bitmedi gitti şu savaş ta diyebildi.

–Nasıl bitsin oğlum daha petrol bitmedi ki.

Doğru söylüyordu kadıncağız petrolde bitmemişti savaşta. Aslında annesinin takılıp kaldığı o savaş devam ediyordu. Kısa bir ara verilip tekrar başlamıştı.

–Salatadan daha fazla yemelisin, barsakların için.

–Yiyorum anne.

–Daha fazla, daha fazla.

Bugün salatada yemeklerde çok güzel olmuştu. Demek ki annesinin gün içinde morali çok iyiydi.

–Sen ne yaptın?

–Her zaman ki işler, mermer fabrikasının sosyal işlerinden ne olacak.

Orta ölçekli bir mermer fabrikasıydı X’in çalıştığı yer. Askerlik dönüşünde bulmuştu bu işi. Rahmetli babasının hatırına işe almışlardı onu. Ticaret Lisesi mezunuydu, biraz da muhasebeden anlıyordu. Kısa sürede sevdirmişti kendini. Yaklaşık on yıldır çalışıyordu.

Askerden döndüğü yıl C’ye aşık olmuştu. Ama iş ciddileşip evlenme teklif etmek istediğinde annesinin durumunu anlatmıştı saklamadan. Bu da ilişkilerinin sonu olmuştu. Ya X’de de çıkarsa bu hastalık diye korkmuştu C. Anlatamamıştı ona. Annesinin hastalığının genetik olmadığını ağır bir travma sonucu geliştiğini. Sonra da hiç bulaşmadı aşka. Bu hayatı kanıksadı adeta. Hiçbir kız kabul etmez diye düşündü hasta bir annenin oğlunu.

Geçenlerde teyzesi aramıştı Konya’dan “Seni evlendirelim, kendi hayatını kur. Anneni de bir hastaneye yatıralım” diyordu. Hep aynı laflar hep aynı terane diye düşündü . Herkes aynı şeyi söylüyordu ama hiç kimse annesini hastaneye götürmeye gelmiyordu. Söz de ilgileniyorlardı onunla. Samimi olmadıklarını anlayalı çok olmuştu ama yine de sesini çıkarmadan dinlemişti teyzesini.

–Boris Yeltsinle de görüşmem var ama şimdi Bush’u kızdırmayım değil mi?

–Ne görüşeceksin ki

–O da KGB’Ye çalışmamı istiyor ya…

–Aman anne bir devlet adına çalışmak yeterli bir de Rusya’yı çıkarma başımıza.

–Bende öyle düşünüyorum. Zaten bu iş beni çok yoruyor, ikinci bir işi kabul edemem. Hem Amerikan çıkarlarına aykırı olur.

–Bir sen kalmıştın Amerikan çıkarlarını düşünmeyen, diye geveledi. Annesi anlamadı.

–Efendim

–Yok bir şey haklısın diyorum.

–Ha sana söylemedim değil mi? Dün gece baban geldi.

–Ya

–Yaa ama almadım eve.

–Niçin?

–İki elinde iki silah vardı, birisiyle seni birisiyle beni öldürecekti.

–Anne babam bizi niye öldürsün?

–Sen bilmiyorsun o bana kızıyor, Amerika adına çalışıyorum diye. Baban Rusya yanlısıydı biliyorsun.

–Hıı.

–Kapıyı çaldı çaldı gitti.

–Duymamışım

–Nasıl duyacaksın ben onu uyardım çocuk uyuyor içeride, sessiz ol diye sadece benim duyacağım kadar çaldı.

–Haa

Masayı birlikte topladılar. Bulaşıkları birlikte makineye yerleştirdiler. Sonra birlikte salona geçtiler. Koltukların üstü el işiyle doluydu. Ama annesi onun oturduğu koltuğu hep boş bırakıyordu. Kendisi de el işlerinin arasında bir yer bulup oturuyordu. Bir sigara yaktı Z.

–Anne içme şunu

–Korkma bugün üçüncü sigaram çok azalttım.

–Peki, tamam.

–Saddamın karısına mı gönderiyim şunu yoksa Barbara’ya mı? Elinde tuttuğu işi gösteriyordu ama X bunu hiçbir şeye benzetemedi.

–Ben göndermem ona göre, kargo ücreti çok yüksek dedi.

–Haklısın ikisinin de canı cehenneme.

Televizyonda ikisinin de sevdiği dizi başladı. Annesinin hiç konuşmadan seyrettiği birkaç diziden biriydi. Az sonrada olduğu yerde uyuyacağını biliyordu. Hemen öteki odadan bir battaniye getirdi annesinin üstüne örttü. Annesi itiraz etti.

–Hayır hayır bu sefer uyumadan sonuna kadar izleyeceğim dedi

–Peki sen bilirsin.

On dakika sonra annesinin düzenli nefes alış verişi başladı. Uykuya geçmişti işte. Kalkıp az önce getirdiği battaniye ile üstünü örttü. Z bir ara gözünü açıp

–Yarın unutma haa. Başkan Bush’un vereceği önemli belgeleri getir.

–Tamam anne…

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi -Nisan 2013)

CAN TIKIRTILARI

Gelip geçeni izleme, onlara bir hikâye uydurma huyu yeni başladı bende. Yolda yürürken, otobüste dolmuşta yolculuk ederken, etrafıma daha dikkatli bakıyorum kaç zamandır. Eskiden bir çocuk gibi araba plakalarının harflerinden anlamlı kelimeler türetirdim. Şimdilerde bıraktım bunu. Yeni alışkanlığım insanların yüzüne bakarak onların hikâyelerini yazmak.

Bu, zararlı bir şey değil biliyorum ama ben onları izlerken, aklımdan hikâyelerini yazarken yüzümün ne hal aldığını merak etmiyor değilim. Ben birilerini izlerken birileri de beni izleyip benim hikâyemi yazıyor mudur acaba? Bu ihtimal bile vazgeçiremiyor beni bu muzip, yeni alışkanlığımdan.

Ankara Adliyesindeki banka şubesindeyim. Benimle ilgilenecek olan tombul ve güler yüzlü memur; hani içimden, evli, iki kız çocuğu babası, evde de aynı burada olduğu gibi munis, kendi çayını kendisi doldurur, ara sıra bilgisayar oyunlarına takılır ama asla kendisini oyunlara kaptırmaz, aklı başında diye hikâyesini yazdığım Selahattin Beyin, bir müşterisi var. İşleri biraz uzun sürecekmiş. Zamanımın olduğunu söylüyorum ve beklemeye başlıyorum. Oturduğum koltuktan bankanın önünden gelip geçenleri rahatlıkla görüyorum.

İşte genç bir kız. Merdiveni koşarak iniyor. Evden aceleyle çıkmış olmalı. Saçına başına fazla özenmemiş. Belli ki çalıştığı avukatlık bürosunu açıp ortalığı düzenledikten sonra, tam da ocağa çay suyu koyarken yanında çalıştığı avukat arayıp:

“Nuray, ben bugün Polatlı’ya gidiyorum. Asliye on dörtteki duruşma için erteleme talebinde bulunacaktık, aklımdan çıkmış. Sana bıraktığım imzalı formlardan birini doldurup mahkemeye götürür müsün?” demiş olmalı.

Nuray koşuyor. Saat dokuz buçuktan önce yetiştirmeli dilekçeyi mahkeme kalemine. Sonrasında Nuray rahat… Nasıl olsa avukat Polatlı’dan, öğleden önce dönmez. O zamana kadar büronun tek hâkimi kendisi. Buradan çıkışta yolunun üstündeki Hicaz Pastanesinden iki poğaça, biraz börek alır, büroya gittiğinde çayını demler ve alt kattaki kuaför çırağı Arzu’yu da çağırır, kaynatırlardı, kız kıza…

Arzunun son zamanlarda görüştüğü bir çocuk vardı. Biraz ondan konuşurlardı. Bakalım Arzu’nun erkek arkadaşının Nuray’a uygun bir arkadaşı var mıymış? Aman olsa n’olacak? O da Arzununki gibi işsiz güçsüz olurdu herhalde. Oysa Nuray’ın hayalinde zengin bir koca vardı. Hem annesi de demiyor muydu? “Gözünü dört aç. İş hanındaki genç avukatlardan birini ayarlamaya bak.” diye. Ne yapsındı Nuray, Arzu’nun erkek arkadaşının arkadaşını.

oktandır eskimiş çantayla işe gelip gidiyordu Nuray. Şu ağabeyine aldıkları kamyonetin kredi borcu bir bitse biraz kendisine para harcayabilecekti. Ya da avukatı Polatlı’daki arazi davasını kazanıp, yüklü bir ücret alırdı da kendisine de göz hakkı bir şeyler verirse o zaman alabilirdi, çantasını. Hem bir de ayakkabı.

İyi bir insandı, Nuray’ın avukatı. Geçenlerde büyük bir miras davası kazanmıştı. Haksızlığa uğradığını söyleyen üvey kardeşin avukatıydı. Çok iyi hazırlanmış, savunmuş ve üvey kardeşten kaçırılan malları geri almıştı. Bunun karşılığında da iyi bir avukatlık ücreti almış olmalıydı. Ne kadar aldığını Nuray bilmiyordu ama avukatı ona tam üç yüz lira vermiş ve “git kendine bir şeyler al” demişti. Avukatların böyle adetlerinin olduğunu Nuray o zaman öğrenmişti.

Polatlı’daki dava önemliydi ama Asliye on dörtteki dava da önemliydi. Bu yüzden Nuray koşar adımlarla dilekçeyi mahkemeye yetiştirmeye çalışıyordu.

Şu merdivenlerden ağır ağır inen adamcağıza ne demeli. “Evden mi kovdular? Ne işin var sabahın bu saatinde burada?” diye sormak geçiyor içimden. Ama işi olmasa gelmezdi herhalde.

Bu yetmiş yaşını geçkin adamcağızın gençliğinde daha da gür olduğu anlaşılan saçları ve kalın kaşları bembeyazdı. Vaktiyle çok şişmanmış da sonradan zayıflamış gibi bir görüntüsü vardı. Yanaklarındaki ve gıdığındaki sarkıntılardan anlaşılıyordu. Adı Ragıp’tı. Ragıp Bey yıllarca Samanpazarı’nda manifaturacılık yapmıştı. İki oğlu iki de kızı vardı. Onların rızkını bu dükkândan çıkarmıştı, senelerce. Başlarda halinden memnundu. Sonra… Ah işte o büyük oğlu yok mu?

Oğulları liseden sonra okumamıştı. Babalarının mağazasında çalışmaya başlamışlardı. Küçük oğlundan şikâyeti yoktu, Ragıp Beyin. O akıllıydı. Babasının yanında çalışmaktan da memnundu. Ama büyük oğlu öyle değildi. Aklı fikri başka işlerdeydi. Manifaturacılıkta iş yoktu ona göre. Ne bileyim şöyle, lokantacılık veya inşaat sektörüne girmeliydi mesela. Bir defasında babasının ağzından girip burnundan çıkmış, biraz sermaye koparmıştı. Sözde, ortak lokanta işletecekti birisiyle. Ama kısa sürede batırmıştı. Suçlu ortağıydı. Derken yalvar yakar yüklü bir krediye babasını kefil etmişti. Bu defa işi yalnız yapacak, bak nasıl kazanacaktı. Altı ay sürmeden yeni işini de eline yüzüne bulaştırmıştı. Ragıp Bey kötüye gidişi tahmin etmiş olacak ki dairelerinden birini ve dükkânı küçük oğlunun üzerine geçirmek istemişti. Ama banka alacağını tahsil etmek için bütün mal varlığına tedbir koydurmuştu.

Üstelik Ragıp Beyin hayırsız büyük oğlu, eşiyle iki çocuğunu da babasının başına bırakmış, büyük iş adamı olma hayalleriyle ortadan kaybolmuştu. Bir defa Bursa’dan aramıştı eşini, bir defa da İzmir’den. Kendine yeni bir iş kurmak istiyordu ama ah şu bankalar… Nasıl da çabuk haberleşiyorlardı. Güvenilmez birisi olduğunu yaymışlardı kendi aralarında. O yüzden de bir türlü kredi bulamıyor, iş kuramıyordu.

Allah’tan, Ragıp Beyin kızlarının durumu daha iyiydi. Büyük kızı diş doktoruydu. Kendisi gibi diş doktoru olan eşiyle beraber büyükçe bir diş kliniğinde çalışıyorlardı. İyi de kazanıyorlardı. Küçük kızı da üniversiteyi bitirmişti. Ekonomi okumuştu. Bir banka şubesinde şefti. Onun eşi biraz hayırsızdı ama kızı durumu annesine ve babasına pek yansıtmıyordu. Nasıl yansıtsın ki? Onların derdi onlara yeterdi.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
На страницу:
2 из 2