
Baharı Kim Kaçırdı?
“Ben babamın yanında oturuyordum…”
Çocuklar arasında bu ve bu gibi diyaloglara Hilmi ve Arif çok şahit olmuşlardı.
Arif ile Hilmi idi gelenler.
Sokağa ilk girdiklerinde komşulardan biri:
“Gözün aydın Arif abi, bir kızın oldu.” Muştuyu vermişti.
Arif yol arkadaşı, yıllarca beraber kamyonlarıyla gidip geldikleri o şehir benim bu şehir senin, arkadaşı can yoldaşı Hilmi’yi unuttu. Tabana kuvvet eve koştu. Türkan ve Saniye Teyze Gülboy’un yanındaydılar.
Doğumun neden erken olduğunu Arif sormadığı gibi oradakiler da hiç söylemediler. Hatta Gülboy’un göğsünden süt gelmediğini de söylemediler. Arif, Gülboy’un alnından öptü. Bebeği kucağına aldı. Kokladı. Bebek ağladı.
“Acıktı galiba!” dedi Arif gülmeyle sevinç yaşları arasında.
Bebeğin açlığını gidermek için bebeği annesine uzattı. Gülboy bebeği aldı. Arif bekledi. Eşinin göğsünü çıkarıp bebeğin ağzına vermesinden –belki– kocasından utanıyor, diye bir adım geri attı Arif. Odadan çıkmayı düşündü bir ara. Bebek ağlamayı sürdürdü. Gülboy bebeğin fazla ağlamasına tahammül edemedi. Bebeği Türkan’a uzattı. Türkan’ın bebeği almasına Arif ilkin bir anlama veremedi. Gülboy Arif’in elini tuttu:
“Otur” dedi.
Türkan bebeği aldığı gibi dışarı çıktı.
Arif bir şeyin ters gittiğini sezmiş gibi oldu. Gülboy kocasının daha derinlemesine endişelenmesine izin vermedi.
Bir gün önce bombaların patlaması ve Gülboy’un aniden sancısının nüksettiği ve suyunun geldiğini, komşuların yardımıyla bebeği evde doğurduğunu ince ince anlattı. En zoru da göğsünden süt akmadığını dili titreyerek anlattı.
Türkan’ın neden bebeği alıp diğer odaya geçtiğini o an Arif anlamış oldu.
Gülboy’un göğsüne sütün gelmesi için Arif çok dua etti.
Olmadı da olmadı.
Olsaydı bile iş işten geçmişti artık. Bebek Türkan’ın sütünü emmiş oldu. Hem de birkaç kez.
Arif, bir ara, Gülboy’un sütünün nazlandığını düşündü. Böyle bir saçmalığın annelik biyoloji yapısına aykırı bir düşünce olduğunu hatırladı. Gülümsedi. Kafasını salladı; bu saçma düşünceyi kafasından sildi attı. Böyle durumlar bazı kadınlarda doğumdan sonra sütü kesilirmiş. Etrafındaki kadınlar söyledi. Önemli olan Gülboy ve çocuk sağlıklı olmalarıydı. Şükür her ikisi de sağlıklıydı. Süt bulunurdu. Özellikle böyle akraba, eş dostların ve komşuların birlikte yaşadığı mahallede bebeğe süt bulmak hiç de zor olamayacaktı. Olmadı da.
Savaş nedeniyle pek çok kadında değişik hastalıklardan kaynaklanan sütten kesilme olayı, toz süt dedikleri suni sütün de nadir bulunması yenidünyaya gelen bebeklerin anneleri için büyük endişe ve korkuya yol açmıştı. Çocuklu komşu kadınlar durumun vahametini bildikleri için olaya müdahale ederlerdi. Bebeklere kendi sütlerini verip bebeklerin asıl annelerinin çaresizliklerine karşı bir can simidi sayılırdı. Bazı güngörmüş kadınlar Kerkük’te Türkmenler arasında yaygın olan bir deyimi tekrarlar dururdu:
“Türkmenler çayır kökü gibi hepsi biri birine akrabadır.” Belki de zaman zaman kıtlıklarda bebekleri kurtarmanın bir yolu olarak gündeme gelmişti; sütkardeşler.
Çocuğa isim vermeye geldiği sırada kafası biraz karıştı Arif’in. Çünkü hayalinde Sacide ismi vardı. Gülboy’un sağlığı ve çocuğun sağlıklı dünyaya gelmesine karşı Allah’a şükredip secde anlamına gelen Sacide ismini düşünmüştü. Fakat anne göğsünün kuruması, isimde karar değiştirdi. Hani Gülboy’un göğsünün nazlandığını düşünmüştü bir ara. İşte o Naz kelimesi aklına geldi. Bir de süt vardı. Begler Mahallesi’nde Şakir Dayı’nın kahvesinde bazı akşamlar sohbetlerinde büyük usta şairlerin gazellerinde duymuştu. Evet, Gülboy’un göğsündeki sütün nazlanmasına ancak Nazlı uyabilirdi. Hem de Nazlı ismindeki ses uyumu ve müziğimsi bir hoş seda olduğu için, fazlasıyla hoşuna gitmişti.
Bebek ilk sütünü Bahar’ın annesi Türkan’ın göğsünden emdi.
Bahar ile Nazlı sütkardeş oldular.
Bir farkla; Nazlı’nın babası vardı ve onunla her gün görüşüp yaşıyordu. İstediği zaman babasının koynuna girip uyuyabiliyordu. Babası işten gelirken koşarak kendini kucağına atabiliyordu. Babası da onu alıp havalara kaldırıyordu. Zaman zaman yer sofrasında babası kendinden önce kendi kaşığıyla Nazlı’ya yemek yediriyordu. Geceleri yatağın ucuna gelip alnından öpüyor ve üşümesin diye üstünü örtüyordu. Nazlı’nın babasının kamyon şoförü olduğu için bazen Erbil’e Musul’a bazen de Bağdat’a giderdi. Yani şehirlerarası kamyonculuk yapardı. İşi gereği birkaç gün evden uzak kalsa da yine eve dönerdi.
Nazlı’nın babasına kavuşma şansı her zaman vardı.
Bahar’ın böyle bir şansı artık yok.
Bahar’ın okul arkadaşı Pınar da öyleydi. İstediği zaman babasının kucağına kendini atabiliyordu. Babasının iki bacağı dizlerinden yukarı kesik olsa da tekerlekli sandalyede gün boyu oturmuş olsa da yine kollarını açtığında Pınar ona koşarak kendini babasının kucağına atabiliyor ve sımsıkı onunla kucaklaşabiliyordu. Belki babası Pınar’ın böyle kendini hızlı ve sert bir şeklide kucağına attığında babasının canı yanıyordu yine de içinden “olsun kızım bu, onu kucaklamak çok hoş bir şey,” diyordu.
Pınar’ın babası Abdüsselam, Cumhuriyet Caddesi’nin kavşağında teröristlerin önceden ayarlamış oldukları bombalı arabayı patlatmışlardı. Etrafa yayılan ateşten şarapneller ve parçalanan arabaların demir parçaları orada duranı, oturanı ve yayaları hiç affetmedi… Kiminin kolu, kiminin bacağı kiminin başı göğsü uçan şarapnellerden nasibini aldı. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Yerlerde insan eti parçaları duvarlar dükkânların vitrinleri kana boyandı. Yaralıları ambulanslarla ve özel binek arabalarla Kerkük Hastanesi’ne götürdüler. Yolda kan kaybından iki kişi vefat etmişti. Kerkük Hastanesi’nde yeteri kadar araç gereç olmadığından ve sık sık yaşanan terör olaylarından hastaneler aciz kalıyordu. Tıbbî malzeme yetersizliği ve deneyimli doktorların çoğu ya suikastta öldürülmüştü ya da canını kurtarmak için yurtdışına kaçmıştı. Irak’ın genelinde hastanelerde yeni mezun olmuş deneyimsiz doktorlar tarafından hastalara yaralılara bakılıyordu.
Bacakları kesilmişti Abdüsselam’ın. “Başka çare yok” demişti doktorlar. Pınar’ın annesi “buna da şükür, kocamın nefesi üzerimizden eksik olmasın o bize yeter” diyordu. Oğlu, lise son sınıftayken okulu bıraktı. Gündelik amele olarak çalışmaya başladı. Abdüsselam patlamanın olduğu yerde tekerlekli sandalyesiyle sigara satmaya başlamıştı. Böylece geçinip gidiyorlardı.
Bazen de Pınar’ın annesi bir tatlı veya kurabiye yaptığında taze taze Pınar’la beraber babalarına götürürlerdi.
“Bak baba sana ne getirdik,” derdi Pınar. O da yanaklarından öperdi.
“Sen mi yaptım?” Babası sorduğunda.
“Annemle birlikte yaptık,” derdi Pınar ve üçü birden gülüşürlerdi.
Pınar da Nazlı da babalarıyla mutluydular.
Bahar’ın böyle bir şansı yoktu…
O şans bir gün doğacak mı?
Hiçbir fikri yoktu Bahar’ın.
Babası Hilmi, bir keserinde Musul’dan Kerkük’e gelirken arabada radyonun frekanslarını çevirirken Türkiye’nin TRT 1 Radyosu’na denk gelmişti. Bir edebiyat programı sunuluyordu. Şiirden bahsediliyordu. O sırada sunucu okuduğu bir şiire denk gelmişti. Şair kızına yazdığı bir şiiri sunucu okumaya başladığında Hilmi çok etkilenmişti. Nasıl olduysa bir dörtlüğünü hemen ezberlemeyi vermişti.
Ömründe dört fasıl var,Üçü kış, biri bahar.Çalış ki görmesin karSendeki nisan, kızımEve döndüğünde Hilmi hâlâ şiirin etkisinde kalmış olmalı ki, akşam Şakir Dayı’nın kahvesine uğramış ve o duymuş olduğu şiiri sorup soruşturmuştu. Faruk Nafiz Çamlıbel’in kızına yazmış olduğu Kızıma şiirin tamamını genç birisi cep telefonundan bulup kâğıda yazmıştı. Hilmi sık sık o şiiri okurdu. Hele Bahar’ı her kucağına aldığında yanaklarından öperek şiiri okurdu. Arkasından;
“Kızım büyüyünce şair olacak ve babasına da Babama adında bir şiir yazacak.” Demişti. “Öyle değil mi Bahar’ım?”
“Bahar’ım” kelimesini kimden bir kez daha duyacak, kimden çap canlı ismini duyacak? Şair olsa da Babama adında şiir yazsa da duyuracak kişinin önünde okuyup sonra da kendini kucağına atmak olmadıktan sonra neye yarardı…
Yazın lav püskürdüğü bir günde Arif ve Hilmi her biri kendi kamyonuyla Musul’dan Kerkük’e karpuz taşıyorlardı. Arka arkaya yol almışlardı. Vakit, güneşin batışından birkaç dakika sonraydı. Arif kamyonuyla önden gidiyordu. Hilmi ise kamyonuyla arkadan geliyordu. Yol bu, araya bazı binek arabalar veya başka araçlar girebilir düşüncesiyle Kuştepe’ye her hangisi daha erken varırsa durup diğerini bekleyecekti. Kuştepe’de yol kenarında derme çatma dinlenme yeri vardı. Tam teşekküllü şehirlerarası bir dinlenme tesisi değildi. Yine de kamyoncular orada durur dinlenirdi. Acıkmış olan da oradaki marketten, büfeden bir şeyler atıştırırdı. Arabalarına –gerekirse– su yağ ilave ederlerdi. Lastik problemi olan varsa da oradaki kulübede lastikçi ustası işlerini görürdü.
Öyle de oldu. Yolda araya bazı binek arabalar, kamyon, kamyonet ve birkaç kez de köylerden yola yakın çıkan traktörler de trafiğe katıldı. Arif ile Hilmi’nin kamyonlarının arası açıldı.
Arif hayli önden gidiyordu. Aniden bir ses ve arkadaki binek arabanın biri yoldan çıktı. Toprak yolda birkaç takla attığını yan aynadan gördü. Alçak bir ses tonuyla kendi kendine konuşur gibi:
“İnşallah içindekilere bir şey olmamıştır.” dedi.
Bir sigara yaktı. Ayağını biraz gazdan çekti. Yavaşladı. Teybi kapattı. Meraklıydı hoyrat dinlemeye. Cihat Demirci, tespih taneleri gibi hoyratlarını art arda döktürüyordu. Fakat içine bir sıkıntı girdi o an. Bir şey dinlemek istemedi. Dudakları arasında tuttuğu sigarayı çekti attı. Paketten bir sigara çıkardı. Yaktı. Öncekini yarılamıştı oysa. Neden öyle yapıyordu. Kendisi de bir anlam veremedi. Gözünü sağ ve sol aynalardan ayırmadı. Arkadan gelecek Hilmi’nin kamyonunu gözlerken bir patlama sesi duydu.
“Hayırdır İnşallah” der demez başka bir arabanın yanarak yoldan çıktığını gördü.
Arkalarda bir şeyler oluyordu.
Güneş sessizce çekilmeye başladı. Gök üstüne kara bir çarşafı çeker gibi her yer kapkara oldu. Arkalarda uzakta yanan arabanın ateşi biraz etrafı aydınlatsa da gelen arabalar siyah dumanın arasından bir tünelin içinden çıkar gibi görünüyordu. Önce farları siyah dumanlar arasından süzülüyor, siyah dumanlar farların camına yapışıp loş ışıklar zor görünebiliyordu. Sonra arabaların dış çizgileri belirleniyordu. Hilmi işkillendiyse de kamyonu durmakla sürmek arasında sağ şeritten devam etti. Bu kez daha da ağırdan gitti. İkinci viteste hızını sabitlemiş gibiydi. Geriye dönüş imkânı hiç yoktu. Yaklaşık on kilometre ileride ancak dönüş için bir göbek vardı. Bu hızla yirmi- yirmi beş dakikasını alabilirdi. Cep telefonuna sarıldı ve Hilmi’yi aradı. Karşı taraf telefonu açmadı veya açamadı. İşkillenmek endişeye, endişe korkuya dönmeye başladı. Gaza bastı. İki yönlü yolda diğer karşı yönden gelen araçların da yavaşladıklarını gördü. Dört çekerli olan arabalar ani manevrayla toprak yola sapıp gelişin ters istikametine yani Kerkük istikametine döndüklerini gördü. İşte o anda “eyvah” boğazına yapıştı.
Gün batımıyla Erbil-Kerkük arasında teröristler pusu kurmuşlardı. Guruplar hâlinde silahlarıyla yollara akın etmişlerdi. Geçen arabaları durdurarak şoförlerin paralarını yağmalayıp, keyiflerine göre de kimi zaman şoförü öldürüyor, arabayı yüküyle birlikte gasp ediyorlardı. Dur ihtarına uymayan aracı RBC 7 füzesiyle vurup arabayı yangın kümesine çeviriyorlardı. Şoför cesurca hareket edip arabadan atlarsa onu da otomatik silahlarla tarıyorlardı.
Arif, Kuştepe durağına vardı. Kamyonu park etti. Tekrar tekrar cep telefonuyla Hilmi’yi aradı. Nafile. Hiç cevap alamadı. Kuştepe’de Arif sabahladı. Gözüne hiç uyku girmedi. Hilmi ne geldi ne de Hilmi’den bir haber geldi. Zaten Arif’in arabasından sonra Erbil’den Kerkük istikametine üç– dört araba geçtikten sonra yolda başka araba görünmedi.
Kuşluk vaktine yakın Erbil–Kerkük yolu normale döndü ve arabalar yollarda görünmeye başladı. Hilmi toprak yolu aştı ve asfalt yolda beklemeye başladı.
Hilmi gelmedi!
Karşı tarafa geçti ve Kerkük’ten Erbil’e giden arabaların birine atladı. Kuştepe’deki dinlenme tesisinden yaklaşık otuz kilometre gittikten sonra Hilmi’nin kamyonu kül yığını gibi yolun kenarında durduğunu gördü. Yaklaşık bir kilometre mesafede iki binek araba daha yanmış ve bir araba da takla atmış tam ters şekilde yolun kenarında duruyordu. Arabaların etrafında meraklı birkaç kişi vardı. Arif bindiği arabadan atladı ve Hilmi’nin kamyonuna yaklaştı. Şoför kabinini aradı kamyonun etrafında dört döndü. Hilmi’den eser yoktu.
Başka bir arabaya atladı doğru Erbil’e gitti. Erbil girişindeki kontrol noktasındaki polislere, dün akşam yolda yaşanan olayı sordu.
“Duyduk,” dediler. Başka bilgileri olmadığını söylediler.
Yanan arabalardaki insanlar ve şoförlerin akıbetini sordu soruşturdu. Kontrol noktasındakiler duvar kesildiler. Telaşlı bir şekilde başka bir araba durdurdu. Şehrin girişinde bir taksiye atladı ve hastane hastane, karakol karakol dolaştı. Emniyet müdürlüğüne gitti. Vakit ikindiden akşama akıyordu. Emniyet müdürlüğünde mesai bitmişti. Hiçbir bilgiye ulaşmadı Arif.
Hilmi’nin başına nelerin geleceğini hiç düşünmek istemiyordu.
Daha beteri Kerkük’ten beraber yola çıkıp şimdi yalnız dönüşünü Türkan’a nasıl söyleyecekti?
“Hilmi ile yoldaydık. Erbil’i geçtik ama ne olduysa birkaç dakikada oldu ve Hilmi gelmedi. Kamyon yanmış ve Hilmi yok oldu!” Bu gibi cümleleri insan kafasında kurgulaması kolaydı, ama Türkan’a hangi yürekle söylenecekti? Çözülmesi çok zor bir duygu düğümü bu! Yıllar oldu hep beraber yolculuğa çıkarlardı. Lanet olası bu terör belası Türkmeneli Bölgesi’ne musallat olduğu günden beri yaşamak– ki buna yaşamak denilirse– çok zorlaştı.
Begler Mahallesi’nde her şey normal seyrediyordu o gün. Her zaman Hilmi ile Arif şehrin dışına sefere çıkarlardı ve birkaç gün gecikebilirlerdi. Tek başlarına sefere çıkmış oldukları çok nadir idi. Birinin kamyonunda arıza olup işe çıkamadığı günlerde ancak diğeri tek başına işe yani sefere çıkardı. Hilmi ile Arif’in dostlukları askerlik dönemine dayanırdı. Beraber idiler askerlikte. Kader onları bir de aynı mahallede kapı komşusu yapmıştı. Eşleri de çok iyi anlaşırlardı. Abla kardeş gibiydiler.
Bu kez de ikisi beraber yola çıkmışlardı. Fakat biri döndü diğeri dönmedi.
Arif döndü Hilmi dönmedi.
“Hilmi neden dönmedi?”
Türkan sormayacak mı?
Bütün bunları Arif düşündükçe kahroluyordu. Kamyonu arka boş alana park etti. Motoru durdurduktan sonra başını direksiyon üzerine koydu. Kaç dakika hatta kaç saat başını direksiyona dayayıp öylece kalmıştı.
Zaman, nasıl ölçülür böyle durumlarda?
Öyle zaman girdabına kelimeleri düşünceleri ve acıları nasıl yerleştirilebilir. Hangi kelime hangi acıyı anlatabilirdi. Yahut hangi kelime acıyı tarif edebilir, tarif etse bile insanın o bilinmeyen, adı konmamış hücrelere sinen sızıyı nasıl anlatılmalı. Kafasını direksiyondan kaldırdı Arif. Derinden bir “of” çekti. Kolundaki saatine baktı, topu topu yedi sekiz dakika imiş başını direksiyona koyalı. Zaman dilimi başka bir hâl almıştı. Saatler, günler, aylar karman çorman olmuştu Arif’in takviminde. Etrafına bakındı. Belki o anda bir yakınını veya dostunu görür ve bu çekilmesi zor olan işkencede yanında olur, yardım eder. Hiç olmazsa bir fikir verir. Aksilik bu ya; kimsecik yoktu oracıkta. Kendini toparlamaya çalıştı. İçinden “Estağfurullah… Estağfurullah… La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim” diyerek kamyondan indi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера: