
Yıldız'da Neler Gördüm?
Sorgu bitince Tahsin Paşa karşı odada beklememizi söyledi. Bu odanın da döşemesi kırmızı kadife idi. Sonradan anladığıma göre burası Tahsin Paşa’nın istirahat, namaz ve intizar odası idi. Yarım saat sonra tekrar Tahsin Paşa’nın huzuruna çıktık. Yüzünde temiz ve samimi bir tebessüm vardı. “Mektepten birincilik ve ikincilikle şehadetname almaya muvaffak olmamızdan memnun olarak zatı şahanenin bizi hizmeti seniyyelerine kabul buyurduklarını, bu lütfü hümayunun kadir ve kıymetini bilerek sadıkane ifayı vazife edeceğimizden emin bulunduklarını” söyledi. Ve ikişer bin kuruş maaşla benim mabeyin kâtipliğine, Esat’ın da şifre kâtipliğine tayin edildiğimizi tebliğ etti. Fazla olarak ona da bana da saniye rütbesi, üçüncü rütbeden mecidi nişanı ihsan buyurulmuştu. Tahsin Paşa bunları sayıp dökerken ben zihnen hesap yapıyordum: İki bin kuruş maaş! Dâhiliye kaleminde aylığım yüz kuruştu. Demek ki bir anda yirmi misli zamlı maaşa nail oluyordum. Ne âlâ şey! İltifatı şahane bu suretle tecelli etmişti.
Tahsin Paşa Esat’ı bir hademeyi yanına alarak şifre dairesine gönderdi. Ben odada yalnız kalınca; vazifeme devam etmek, hariçte kimse ile görüşmemek, ecnebilerle düşüp kalkmamak, Nezaret dairelerine girip çıkmamak, ne kendi evimde ne başkasının evinde içtimalar yapmamak gibi birkaç nasihat verdikten sonra, Tahsin Paşa masasından kırmızı bir atlas kese çıkararak bana uzattı:
“Efendimiz ihsan buyurdu, ihtiyacınıza sarf edersiniz.” dedi ve o aralık çağırttığı mabeyin kâtiplerinden Diyarbakırlı İsmail Hakkı Bey merhuma beni teslim ederek kitabet dairesine gönderdi.
Yirmi misli zamlı maaş, rütbe, nişan, bir kese dolusu altın: Bu, bir peri masalına benziyordu.
Kitabet dairesine gittik. Burası geniş bir oda, sıra sıra masalar dizilmiş, her masada bir kâtip oturuyordu. En başta Cevat Bey’i gördüm.
Cevat Bey her sene hünkâr tarafından mükâfat dağıtım merasimine gelir, birinci çıkanlara altın saat getirirdi. O sene Sultan Hamit maarif madalyasını ihdas etmişti. Sultan Hamit bu madalyaya, her nedense, fazla ehemmiyet verdiği için mükâfat dağıtım merasimi çok parlak olmuş, Cevat Bey’den başka saraydan maiyeti seniyye erkânı Harbiye Müşiri Şakir Paşa, Babıâli’den Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa bir de Şehremini Rıdvan Paşa gelmişlerdi. Cevat Bey o sene de hünkâr namına mükâfat dağıtımımıza gelmiş, ihdas olunan maarif madalyasını kendi eliyle göğsüme takmıştı. Beni çok hararetle karşıladı ve hazır bulunan kâtip beylere bizzat takdim etti. Cevat Bey’in sağında Reşit Bey, solunda Ali Ekrem Bey vardı. Reşit Bey (H. Nazım) imzasıyla, Ali Ekrem Bey de (A. Nadir), imzasıyla Servetifünun’a şiir yazarlardı. Bunları edebiyat arkadaşı olarak gıyaben tanırdım. Ondan sonra öteki kâtiplerle tanıştık. Refik Bey; çok ağır başlı, son derece şık bir tip… Fethi Bey, şişman karnını zahmetle taşıyan tok sözlü bir İstanbul çocuğu… Yahya Sezai Bey, gözlerinin içi daima gülen sevimli bir sima… Rıfat Bey, babasının emektarlığına hürmeten hizmete alınmış hastalıklı bir genç… Ecvet Bey, dudaklarında kahkaha eksik olmayan kalender meşrep bir paşazade…
Kitabet dairesi bambaşka bir âlemdi. Bana gösterdikleri masaya oturur oturmaz sabahleyin bizi Başkâtip Paşa’nın yanına götürmek için gelen ablak yüzlü adamın “O kadar acelesi yok. Yemeğinizi bitiriniz, sonra gideriz.” demesindeki hikmeti şimdi anlamıştım. Çünkü kâtip beylerin odasında ramazandan, oruçtan eser yoktu. Odanın içi sigara dumanıyla doluydu. Odacılar aralıksız kahve ve su taşıyorlardı.
Kitabet dairesinin bundan daha bariz bir ikinci hususiyeti de bu odanın içinde hüküm süren serbestlikti. Beş buçuk senelik müşahede ve tecrübelerime güvenerek iddia edebilirim ki o devirde Osmanlı ülkesinin en serbest konuşulan en pervasız tenkitlere sahne olan yeri kitabet dairesiydi. Bunun ilk misalini vazifeme ilk başladığım gün gördüm.
Anlatayım: Bana gösterilen masanın başına oturmuştum. Bir aralık bir odacı gelip kâtiplerden Rıfat Bey’i başkâtipin yanına çağırdı.
Rıfat Bey üç beş dakika sonra tekrar geldi. Elinde bir kâğıt vardı. En sonunda zavallıyı mezara götüren zalim bir hastalığın daha o zamandan sararttığı çehresi berbat bir hâldeydi. Cevat Bey sordu:
“Ne var Rıfat?”
“Ne olacak? Tatar Şakir Paşa’nın ihbar yazısı verdiği zabiti sürüyorlar. Biçare adam; hem yedinci orduya…”
Öteden Yahya Sezai Bey haykırdı:
“Şu melun Tatar gebermedi gitti.”
Cevat Bey:
“Allah şerrinden saklasın.”
Ben hayretler içinde dinliyordum. Padişahın sürgüne gönderdiği adamlara biçare demek… Bir ihbarcı paşaya ölüm bedduası etmek… Biz böyle şeyleri söylemeye evlerimizde bile cesaret edemezdik. O anda hatırıma Recai Efendi’nin “boynuzsuz koyun” prensibi geldi. İşte bir kalem heyeti ki hemen hepsi Mülkiye Mektebi fabrikasının mahsulüdür ve hepsi “atebeyi şahaneye sadıkane ifayı hizmet edecekleri” kanaatiyle buraya alınmışlardı. Hepsi bol bol maaş alırdı, hepsinin göğsü sırma ve nişanlarla doluydu. Recai Efendi boynuzsuz zannederek buraya tavsiye ettiği koyunların birer azılı koçtan farklı olmadığını görse hayretten düşer bayılırdı.
Biraz sonra Reşit Bey masasından kalkarak yanıma geldi, bana yeni vazifemin mahiyetini ve takip edeceğim hattıhareketi anlattı. Yeni yolumda tesadüf edebileceğim arızalara, başıma gelebilecek kaza ve felaketlere dair uzunca bir hitabette bulundu. Kısaca vazifemin ufuklarını, enginlerini, çukur ve uçurumlarını anlattı. Reşit Bey zengin tecrübelerinin ve kuvvetli muhakemesinin verdiği hayırhah bir salahiyetle bana bunları söylerken ben çok sevdiğim hocalarımın birinin takriri karşısındaymışım gibi onu zevk ve dikkatle dinliyordum. İtirafa mecburum ki eğer beş buçuk senelik saray hayatımda bu devrin çirkinliklerine kendimi karıştırmadan, eğer beş buçuk sene sonra Sultan Hamit’in sarayından meşrutiyetin Ayan Meclisine geçerken arkamda kirli bir iz bırakmadımsa bunun büyük bir kısmını Reşit Bey’e borçluyum.
Bir mesele: Benim ismim ne olacaktı? Gerçi nüfus tezkeremde İsmail Hakkı yazılı idi ve beni Hakkı diye çağırırlardı. Fakat kitabet dairesinde benden başka iki İsmail Hakkı daha vardı. Birine Hakkı Bey, ötekine İsmail Hakkı Bey derlerdi. Bana kala kala İsmail ismi kalmıştı. O günden itibaren ben de İsmail olmuştum. (Müştak ismini Meşrutiyet’in ilk günlerinde Tevfik Fikret merhum hediye etmişti.)
Kitabet dairesi geceli gündüzlü çalışan bir büro idi. Yirmi kadar kâtip, onar onar, iki nöbete ayrılmışlardı. Her nöbetin kâtipleri bir ikindi vaktinden ertesi ikindi vaktine kadar vazife başında bulunur, nöbetten çıkan nöbete girene -tıpkı kışlalarda olduğu gibi- vazife teslim ederdik, Başkâtip Paşa evine gitmedikçe kitabet dairesinin faaliyeti durmazdı. Başkâtip Paşa genellikle gece yarısı gider, kâtipler de o zaman yatarlardı. Her kâtipin bir portatif karyolası vardı. Gece yarısından sonra kalem odası yatak odası hâlini alırdı. Her nöbetin bir sernöbeti vardı. Bunların biri, Cevat Bey, ötekisi Faik Bey’di. Benim sernöbetim Faik Bey’di. Yıldız Sarayı’ndan sonra Ayan Meclisinde tekrar birleştiğimiz Faik Bey, çok centilmen bir insandı. Beş buçuk senelik saray arkadaşlığı benim kalbimde ona karşı derin bir hürmet ve muhabbet bırakmıştı.
Vazifeme ertesi gün başlayacaktım. Arkadaşlara veda ettim. Sarayın büyük kapısına yaklaşırken karşıdan bütün kapıcılar ayağa kalktılar, selam vaziyeti aldılar. Ne de çabuk duymuşlardı! Önlerinden geçerken kandilli temennilerle tebrik ettiler. Ben gözlerimle hep dün akşamki pos bıyıklı Arnavut’u arıyordum. Onun önünden şöyle elimi kolumu sallayarak geçmeyi o kadar istiyordum ki…
Ta kapı önüne kadar getirilen arabaya bineceğim sırada kafamın içinde bir şimşek çaktı: Esat! O ne olmuştu? Şifre dairesi buraya uzak mıydı? Onu bir daha göremeyecek miydim? Yüreğime arkadaşını kaybetmiş bir yolcu garipliği çöktü…
Beşiktaş’ı geçtikten sonra cebimdeki atlas keseyi çıkarıp saydım: Elli altın! Dâhiliyedeki maaşımın elli misli bir para, bir günde elime geçmiş bulunuyordu. Bu kadar parayı nereye harcayacağımı bilemiyordum.
Araba Horhor’daki evimizin önünde durdu. Kapıyı annem açmıştı. Zavallının ağlamaktan yüzü gözü şişmişti. Dört beş cümle ile olup biteni anlattım. Büyük bir kederin bir anda büyük bir sevince nasıl inkılâp ettiğini o gün annemin yüzünde görmüştüm.
Ertesi gün kendime bir parça çekidüzen verdim. Sarayda başkâtipin yanına mutlaka redingotla ve koyu pantolonla gidilirdi. Hazır elbise satanlardan bir redingot bir de ceket takımı tedarik ettim. Çarşıdan eve dönerken Direklerarası’ndan geçtim. O zaman Direklerarası’ndaki kıraathane ve çayhanelere çoğunlukla memur ve talebe giderdi. Bunların caddeye bakan pencereleri önünde bir hayli aşinaya rast geldim. Bu aşinaların önünden rütbeli, nişanlı, yirmi lira maaşlı, cebi altın dolu bir saray kâtipi sıfatıyla yapacağım tesiri görmek istiyordum. Esasen o gün gazetelerin (tevcihatı resmiye) sütununda “mabeyni hümayunu cenabı mülûkâne kitabetine tayin buyurulduğum” yazılmıştı. Tanıdıklarımla her göz göze gelişimde bakışta, oturdukları yerden kımıldanışta, selam verişte eskiye nispetle, büyük bir fark olduğunu hissettim.
İkindiye doğru yine bir arabaya atladım. Aynı yollardan geçerek Yıldız’a gittim. Şimdi bu yollar, bu meydan bu kapı bana yabancı değildi. Araba Beşiktaş’ı Yıldız’a bağlayan yokuşu çıkarken iki sıra ağaçlar sarayın kapıcıları gibi divan durmuş, rüzgârdan sallanan dallar bana selam veriyor sanıyordum.
Biraz sonra vazifemin başında bulunuyordum.
BAYRAM ALAYINDA
Yazılarıma bayram alayıyla başlayışımın iki sebebi var: Birincisi Yıldız Sarayı’na girdikten üç gün sonra ilk gördüğüm ehemmiyetli manzara, bayram alayı idi. Bundan dolayı sıra itibarıyla kalemimin ucuna önce bu geldi. İkinci sebep de şudur: Bir devrin tarihinde yalnız siyasi vakaların değil, bazen alay ve merasim gibi teferruat kabilinden hadiselerin de ehemmiyeti vardır. Çok defa bir teşrifat usulü, bir ananenin tafsilatı tarihi aydınlatmaya yeterli gelir. Bunlar ait oldukları devrin zevk ve temayüllerine işaret etmek itibariyle bilinmesi faydalı şeylerdendir.
Bayram sabahı giyindik kuşandık. Arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine ben kiralık bir üniforma ve bir kılıç tedarik etmiştim. Sarayın kapısı önünde hünkârı bekliyorduk. Biraz sonra mızıka selam havası çalmaya başladı ve çok geçmeden dört atlı saltanat arabası göründü. Sultan Hamit kül renkli bir müşir kaputu giymişti. Karşısında Şehzade Burhaneddin Efendi ve Serasker Hiza Paşa oturuyordu. Arabanın iki tarafında miralaydan müşire kadar çeşitli rütbede yaverler yaya yürüyorlardı. Tophane müşiri Zeki Paşa yaveri ekrem sıfatıyla arabanın arka tekerleği hizasında gidiyordu. Mabeyin kâtiplerinin yeri arabanın arkasıymış. Tahsin Paşa dingile bitişik, biz onun arkasından, arabayı takibe koyulduk.
Sultan Hamit bayram namazlarını Beşiktaş Cami’sinde kılardı. Sebep? Evvela burası Beşiktaş Sarayı’na en yakın camiydi. Sonra muhafaza tertibatı daha kolay alınabilirdi, çünkü bütün Beşiktaş havalisi saray adamlarıyla doluydu. Ondan sonra Abdülhamit usul ve âdet değiştirmekten hoşlanmazdı. Camide binek taşında sadrazam, şeyhülislam, evkaf nazırı padişahı karşıladılar. Makamı teşkil eden bizler namazın sonuna kadar o civarın kahvelerinde, sütçü dükkânlarında bekledik. Bu bayağı dükkânların tahta peykelerinde sırmalı, nişanlı kordonlu paşaların manzarası ibret alınacak bir şeydi. Fakat bu bayağılıktan herkes memnundu. Namazdan sonra padişah tekrar arabasına bindi. Vükela3 en önde at üstünde gidiyorlardı. Güzergâh iki taraflı askerle dolu idi. Bütün dükkânlar kapalı, bütün pencerelerin perdeleri inikti. Yolda sağlı sollu birtakım kapalı arabalar gördüm. Her arabanın önünde, el pençe divan durmuş, bir harem ağası vardı. Arabalardan yaşmaklı kadınlar bakıyordu. Sonra öğrendim: Bunlar bayram alayını seyre gelmiş sultanlar ve saraylı kadınlardı.
Dolmabahçe Sarayı’na girdik. Burada her sınıfın ayrı bir odası vardı. Vükelanın yanına askerler, sivillerin odasına sarıklılar gidemezdi. Biz birkaç koridoru geçtikten sonra muayede salonuna geldik. Kubbesinin yüksekliği, ölçülerinin genişliği, avizesinin billurdan bir şelaleyi andıran mehabetiyle bu salon beni ilk bakışta şaşırtmıştı. Yüzü denize yönelik olarak sol cephede Osmanlı padişahlarının tahtı duruyordu. Biz kâtipler, dizi hâlinde tahtın arkasına geçtik. Derken yukarıki galeriden fanfar takımı selam havasını çalmaya başladı ve sağda bir kapı açılarak Sultan Hamit göründü. Arkasından Tahsin Paşa ve musahip Nadir Ağa geliyordu. Gözümü hünkâra diktim. Sol eliyle kılıcını tutuyor sağ eliyle selam veriyordu. Kısa boylu, kır sakallı, kafası omuzlarının içine çökmüş, fakat adımları sağlamdı. Ben en yeni kâtip olmak itibarıyla sıranın sonunda bulunuyordum. En başta bir Arap duruyordu. Boğazından göbeğine kadar som sırma içindeydi. Göğsü nişanlarla doluydu. Başkâtip paşa, başmabeyinci, mabeyin kâtipleri ondan sonra geliyorlardı. Bu Arap, darüsseade ağası idi. Osmanlı tarihinde darüsseade ağası denilen sınıfın mevkisini biliyordum. Hatta bunlardan bazılarının devlet siyasetinde mühim roller oynadıklarını da okumuştum. Fakat ne de olsa yirmi yirmi beş münevver insanın başında bu Afrika zencisini görmek sinirlerime dokunmuştu. Fellah durduğu yerde âdeta uyukluyordu.
Padişah tahtın önüne gelince Teşrifat Nazırı salonun tam ortasına kadar ilerleyerek yerden bir temenna etti. Bunun manası: Müsaade buyurursanız muayede başlayacak demekti. Hakikaten o esnada sağ taraftan beyaz kürkü, sırmalı sarığı ve sarı çedik pabuçlarıyla şeyhülislam, onun iki adım gerisinde de arkasında siyah cübbesi ve başında şerafet takkesiyle peygamber torunlarından biri göründü. O devrin teşrifatında buna “şerif hazretleri” denilirdi. Mızıka birden durdu: Sanki bununla beraber teneffüsler de durmuştu. O kadar ki şeyhülislamın sarı pabuçlarından çıkan yumuşak gürültü bile işitiliyordu. Tahta beş on adım kala şeyhülislam ellerini kaldırdı. Duaya başladı, bütün eller dua vaziyetinde kalkmıştı. Şeyhülislam dua ederken göz ucuyla padişaha bakıyordu. Duanın ölçüsünü de padişah tayin edecekti. Filhakika Sultan Hamit’in ellerinde hafif bir kımıldama hasıl olunca şeyhülislam duayı bitirdi. İki din ulusu padişahın eteğini öpmek üzere ilerleyip eğildiler. Padişah tahtın bir basamaklı merdiveninden inerek onları eğilmeye bırakmadı. İkisine bir şeyler söyledi. Herhâlde tebriklerine mukabele etmişti.
İki sarıklı çekilince mızıkanın taşkın ahengi salonun ortasına boşandı, muayede başlamıştı. O aralık tahtın yanı başında sağlam yapılı, iri boylu, dimdik duruşlu bir asker paşası peyda oldu. Bu, müşir Fuat Paşa idi. Fuat Paşa, tahtın kenarına gelerek Sultan Hamit’in bir işaretiyle saçağı eline aldı. Başta sadrazam olduğu hâlde vükela, erkânı devlet, teşrifata dâhil bütün memurlar, askerler, renk renk cübbeleriyle ulema birer birer gelip bu saçağı öptüler. Bir aralık salonun ortasında dimdik duran teşrifat nazırı yerden selam vermeye başladı. Bir, bir daha, bir daha… Kendi kendime: “Herif delirdi mi?” diyordum. Meğer bunun manası: “Artık tahta oturabilirsiniz.” demekmiş. Yani hünkâr muayyen bir rütbeye kadar tebrikâtı ayakta, ondan sonrakileri oturduğu yerde kabul edermiş. Büyük rütbeliler tebriklerini yapmışlar, sıra küçük rütbelilere gelmiş, teşrifat nazırı o temennalarla hünkâra oturmak zamanı geldiğini hatırlatıyordu.
Muayedenin bu birinci kısmı hayli uzun sürdü. Nihayet padişah ayağa kalktı, salonun dört cephesini dolduran insanları umumi bir temenna ile selamladı ve mızıkanın marş havası içinde odasına çekildi.
Yarım saat sonra muayedenin ikinci kısmı başlamıştı. Salon boşalmıştı. Şimdi tebrikât sırası saray memurlarının ve bendegân takımının idi. Başta bizler geliyorduk. Ben tahta yürürken gözlerim hep Sultan Hamit’in üstündeydi. İsmi korkunç akislerle muttasıl kulaklarımızda çınlayan Sultan Hamit, zulüm ve istibdadından dolayı adına Kızıl Sultan denilen padişah, memleketin dört köşesini tiril tiril titreten hükümdar nasıl adamdı? Tahta yaklaşmıştım. Hünkâr beni görünce gülümsedi. Tabii yüzümü bilmezdi, fakat göğsümdeki altın maarif madalyasından yeni hizmete aldığı kâtip olduğumu anlamıştı. Saçağı öpeceğim sırada Fuat Paşa’ya beni göstererek:
“Bu sene Mülkiye Mektebinden birinci çıkan… Mabeyin kâtipliğine aldım.” dedi. Gür bir sesi vardı. Ben hâlâ onun yüzüne bakıyordum. O kadar çok bakmışım ki etrafımdakilerin dikkatini celbetmiş. O gün başkâtip paşa, bana padişahın yüzüne bakmanın saray adabına aykırı olduğunu söylemişti.
Bizden sonra mabeyinciler, yaverler, hazine-i hassa, hazine-i hümayun erkânı saçak öptüler. Nihayet sıra köle takımına geldi. Allah’ım o ne çorba, o ne eciş bücüş şeydi! Bir dudağı yerde bir dudağı gökte harem ağalarından tutun da cepkenli poturlu koyun çobanlarına varıncaya kadar, genç ihtiyar, sakat sağlam bir sürü mahlukat, padişahın kümesine bakan kuşçular, hayvanlarını tımar eden seyisler, yemeğini taşıyan tablakârlar, at uşakları, arabacılar, saltanat kayığı hamlacıları, mızıkasında çalgıcılar, tiyatrosunda aktörler, bekçiler, kapıcılar, kısaca yüzlerce insan gelip geçtiler.
Ben hayretle bakıyordum. Nişan denilen şeyin Abdülhamit devrinde ne kadar ayağa düştüğünü o gün anlamıştım. Nişansız madalyasız adam hemen yok gibiydi. Koşum dizgini kullanmaktan eli nasır tutan arabacıbaşı ile üstü başı o dakika gübre kokan at uşağının da göğüslerinde Osmanlı Devleti’nin iki nişanı sallanıyordu.
Bayram alayı bitti. Bundan sonra sarayda haremi hümayun tebrikâtı vardı. Padişah, bu sefer gayriresmî olarak Yıldız’a döndü. Biz de vazifelerimizin başına geldik. Çünkü kitabet dairesinin tatili yoktu.
HAYAT VE SALTANAT
Abdülhamit’in hayatı ve saltanatı hakkında birçok kitap ve risale, bir hayli tefrika ve makale yayımlandı. Bunların hemen hepsini okudum. Yazarlarının hüsnüniyetinden şüpheye hakkım olmamakla beraber, iddia edeceğim ki bu yazıların çoğu hayal mahsulüdür. Bunlar ne Abdülhamit’in tarihidir ne de Abdülhamit tarihini aydınlatabilecek mahiyette vesikalardır. Abdülhamit’in nasıl bir adam, Abdülhamit devrinin ne mahiyette bir idare olduğunu anlamak için bu eserlere müracaat edilmesini tavsiye etmek fikirleri yanlış yola saptırmak demektir. Bunlar hakikat kırpıntılarından vücuda getirilmiş birer roman derecesini geçmez. Bir romanda ne kadar tarih bulunabilirse bu eserlerde de o kadar vesika kıymeti vardır.
Yazılarımın başlangıcında şöyle demiştim: Osmanlı hükûmeti demek Yıldız Sarayı demektir. Bu iddiayı şu suretle ifade etmek mümkündür: Abdülhamit devri demek münhasıran Abdülhamit’in şahsı demektir. Ufak büyük her işe kendi şahsının damgasını vurmuştur. Bütün imparatorlukta Abdülhamit’in iradesi değilse bile malumatı haricinde geçmiş belli başlı bir hadise yoktur. İdari, siyasi, iktisadi, ilmî, dinî ve içtimai bütün işlerin ipucu saraya bağlıydı. Sultan Hamit ve saray, ağının ortasında çalışan bir örümcek manzarası arz ederdi. Binaenaleyh Abdülhamit’in şahsını yakından tanımayanlar yahut Yıldız muhitinde az çok bulunmamış olanlar, Abdülhamit’i yazamazlar. Aksi takdirde ortaya tarihî bir eser değil, sadece bir roman çıkar.
Abdülhamit hakkında tarihi aydınlatabilecek insanlar iki sınıftır:
1 Abdülhamit’in çeşitli uşak ve ağa köleleri.
2. Yıldız’ın düşünür ve aydın erkânı.
Tarih; birincilerinden çok istifade edebilirdi. Bir musahibi, bir bekçiyi, seccadecibaşı, ibrikdarbaşı, kahvecibaşı, tütüncübaşı gibi hünkârın yakınlarını söyletmek tarihçi için kıymetli bir vesika hazinesine malik olmakla eşittir. Saray entrikalarını ve bu entrikalarda Sultan Hamit’in rolünü en ziyade bu kabil insanlar aydınlatabilirdi. Fakat ömürlerini Abdülhamit’e cezbe hâlinde bir itaatle geçirmiş olan bu insanlar, efendilerine dinî bir alaka ile bağlı olduklarından Sultan Hamit’in hayatını tarih sayfalarına vermek onların nazarında camiye abdestsiz girmek kabilinden bir günahtır. Bu itibarla tarih bu kabil insanlardan yardım görememiş ve bunların birçoğu dünyadan el çekmiştir.
Yıldız Sarayı’nın aydın ve düşünür erkânına gelince: Bu zümreye mensup olanlar içinde yaşadıkları devrin tarihini yazabilecek kudretli kalem sahibi insanlar vardı. Bunlar hiç değilse not kabilinden birkaç malumat bıraksalardı bugün Abdülhamit devrini yazmak pek kolaylaşırdı. Teessüf olunur ki bunlar da tarihe karşı vazifelerini yapmadılar. Gerçi son zamanlarda Tahsin Paşa, Hatırat adıyla bir eser neşretti. Ölümüne kadar sık sık gördüğüm Tahsin Paşa’yı bu yolda bir hatırat yazmaya ben sevk ve teşvik etmiştim. Bu hatıratın nasıl yazıldığını, Tahsin Paşa’nın kafasındaki malumatı ne kadar güçlükle ve tereddütle kâğıt üstüne döktüğünü bilirim. Tahsin Paşa, Sultan Hamit devrinin son on beş senelik hadisatında en mühim rolü oynayanlardan biri olması itibarıyla bu devrin tarihini en yetkin bir şekilde aydınlatabilirdi; fakat her nedense o da bildiklerinin onda birini bile söylememiştir. Bu itibarla Tahsin Paşa’nın hatıratı çok eksik ve çok cesaretsiz bir eserdir.
Tarih, Sultan Hamit’in tercümei hâlini:
“Filan tarihte dünyaya gelen, Sultan Murat’ın hâli üzerine filan sene tahta çıkan, şu kadar yıl saltanat sürdükten sonra filan tarihte Meclisi Millî kararıyla tahttan indirilerek Selanik’e gönderilen, nihayet Balkan Harbi üzerine İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayı’nda zatürreden vefat eden otuz altıncı Osmanlı padişahıdır.” cümlesiyle özetledikten sonra manevi hüviyetini şu fıkra ile tarif edecektir:
“Sultan Hamit her şeyden evvel hayatı seven ve hayata tapan bir padişahtı.”
Filhakika mübalağa etmiş olmaksızın denilebilir ki hiçbir kimse hiçbir şeyi Sultan Hamit’in hayatı sevdiği kadar sevmemiş, hiçbir insan eli hiçbir fani emele Sultan Hamit’in hayata sarıldığı kadar hırs ile sarılmamıştır.
Sultan Hamit’in nazarında Allah, peygamber, memleket, millet, soy sop, şan ve şöhret, keyif ve şehvet, her şey hayattan sonra gelirdi. Hayatta kalıp saltanatını idame etmek, saltanat kuvvetini kullanıp hayatı muhafaza etmek: İşte Sultan Hamit’in ilk tahta çıktığı günden hâli kararını aldığı son dakikaya kadar takip ettiği prensip bu idi. Sultan Hamit, dünya işlerine hayatı ve saltanatı zaviyesinden bakar, memleket hadiselerine hayat ve saltanata alakaları nispetinde ehemmiyet verirdi. Bir zelzele, bir afet, bir kuraklık, bir yangın ona göre Babıâli’nin işidir, fakat Avrupa’dan Türkiye’ye gizlice sokulan bir Jön Türk gazetesi, İstanbul kışlalarında erzağı geç kalmış bir tabur, Meşihat dairesinde kalabalık bir cemaatin ikame ettiği dava, gökten havai fişeklerle yahut yer altında gizli tünellerle Yıldız’a suikast edileceğini bildiren herhangi bir fantezist jurnal Sultan Hamit’in işidir. O vakit sarayın mekanizması bütün çarklarıyla faaliyete geçer. Sultan Hamit, hayat ve saltanata karşı nerede tehlike görür veya tevehhüm ederse oraya aynı şiddetle hücum ettiği içindir ki bazen en yakınını en büyük düşmanı gibi görürdü. Hayat ve saltanata dokunan meselelerde öz çocuğunun has düşmandan farkı yoktu. Saltanata göz koyduğundan şüphe etmediği Veliaht Reşat Efendi’nin, mesela İstanbul Boğazı’nda gözü olduğunu bildiği Rus Çarı’ndan yahut arabasının önüne bomba atan anarşist Jores’ten farkı yoktu.
Sultan Hamit’in önünde ölümden bahsedilemezdi, çünkü ölüm hayatın sonu demektir, hele ihtiyarlık lafı hiç edilemezdi, çünkü kendisi de ihtiyardı ve böyle bahisler ona ihtiyarlığını hatırlatmak manasına gelirdi.
Sultan Hamit’e suikast hakkında maruzatta bulunmak için çok ihtiyatlı hareket etmek lazımdı; çünkü suikast yalnız hükümdarları öldürmek için icat edilmiş bir silahtı.
Hiç unutmam: Sarayda nöbetçi bulunduğum bir gece Belgrad sefiri Fethi Paşa’dan acele işaretiyle bir telgraf gelmişti. Vakit gece yarısına yakındı. Tahsin Paşa evine gitmek üzere hazırlanmıştı. Beni yanına çağırdı. Telgrafın ilk satırlarını çarçabuk deşifre edip kendisine bildirmemi söyledi. Bu telgraf o gün Belgrad sarayında Sırp hükümdarıyla karısına yapılan suikastı anlatıyordu. Sefirimizin anlattığına göre bir ihtilal komitesi ikindiye doğru sarayı basmış, muhafızların silahlarını almış, kralın dairesine girmiş. Kral Aleksandr ile Kraliçe Dragay’ı parçalamıştı. Telgrafın ilk satırlarından çıkan manayı anlatmak üzere başkâtipin odasına gittim. Tahsin Paşa paltosu arkasında, evine gitmek üzere hazırlanmış vaziyette idi. Ben odaya girer girmez Tahsin Paşa sordu:
“Ehemmiyetli bir şey mi?”
“Anlaşılan kralla kraliçeyi öldürmüşler.” dedim. Tahsin Paşa gayrişuurlu bir hareketle arkasından paltosunu, başından fesini çıkardı. Ben deşifreyi tamamlamak üzere odama döndüm ve çok geçmeden telgrafı Tahsin Paşa’ya götürdüm. Tahsin Paşa telgrafı evvela bana okutup dinledi, sonra kendisi alıp uzun uzun okudu ve düşünceye daldı. Acaba ne düşünüyordu? Belgrad suikastını Balkan siyasetinde vukua getireceği tahavvülü mü? Belgrad sefirine verilecek talimatı mı yahut hariciye nazırına yapılacak tebligatı mı? Hayır, Tahsin Paşa bunların hiçbirini düşünmüyordu. Onun aklı fikri şu dakika istirahate çekilmiş olan Sultan Hamit’te idi. Binbir vehim ve hayaletin, dolaştığı böyle bir gece vakti iki hükümdarın kanlara bulanmış tasvirini Sultan Hamit’in yatak odasına nasıl göndereceğini düşünüyordu. Hakikaten buna cesaret isterdi. İhtilal komitesi, baskın, suikast: Sultan Hamit’in korktuğu zaten bunlar değil miydi? İşte bir telgraf ki bütün bunları hikâye ediyordu. Pek iyi ama telgrafı durdurmak da bir meseleydi. Sultan Hamit acele bir iş zuhurunda, kaldı ki gece yarısından sonra da olsa, kendisinin uyandırılmasına müsaade vermişti. Hatta mahut (Lorando-Tübini) alacağından dolayı Fransız donanmasının Midilli’yi işgal ettiğine dair olan telgraf saraya yine böyle bir gece yarısı gelmiş, padişah uykudan uyandırılıp arz edilmiş, Hariciye Nazırı hemen o saat saraya çağırılmıştı. Bundan dolayı Tahsin Paşa’nın vazifesi Belgrad telgrafını hemen padişaha göndermekti. Tahsin Paşa ilk önce vazifesinin sesini dinledi: Telgrafı bir zarfa koydu, üstüne “Takdim” işaretini yazdı, arkasını mühürledi, bir hademe çağırdı. Fakat bir an içinde korku hissi vazife hissine galebe çaldı; çünkü Tahsin Paşa kendi vazifesinin icabatını bildiği kadar efendisinin ruh hâlini de bilen bir saray adamıydı. Bu itibarla kararını değiştirdi, gelen hademeyi savdı ve Belgrad sefirinin telgrafı o geceyi Başkâtip Paşa’nın masasında geçirdi. Ertesi gün bu gecikmeden dolayı Tahsin Paşa’nın sorgulandığını gösterir hiçbir hadise vuku bulmadığına nazaran Başkâtip Paşa doğru hareket etmiş demekti.