
Ölüler Yaşıyor mu?
“Sözün kısası üstadım, bu meselenin gerçek ve uydurma yanları var. Eserleri inceleyip okumaya karar verdim. İşte yine söylüyorum. Bu okumada göreceğim teorilerin yeğenlerimle birlikte, ispritizma masası başında uygulamasını yapacağım. Göze görünenlerle görünmeyenlerin toplantısında ben de bir üye yeri tutmaya çalışacağım.”
XV
“S. L. M.” MUNİS AİLE RUHU
Bir gece Talat Bey yeğenlerinin odasında gene bu konu üstüne konuşurken duvara üç kez vuruldu. Gene köpek, hırıldayarak yatağın altına kaçtı…
Talat Bey hayret etmiş bir davranışla sordu:
“Bu ne?”
Orhan: “Biz de bilmiyoruz.”
Dayı bey, elinde lambayla hemen sofaya fırladı. Sağa sola koştu, kimse yok…
İçeri döndü.
Orhan: “Dayı bey, ne gördünüz?”
Talat Bey: “Hiçbir şey…”
Orhan: “İşte bir vakitten beri bu vuruşlar böyle sürüp gidiyor.”
Talat Bey: “Ben birisinden şüpheleniyorum.”
Orhan: “Kimden?”
Talat Bey: “Dilaver’den. Oğlan şakacıdır. Duvarınızı yumruklayıp kaçmasın…”
Turhan: “Yapmaz sanırım…”
Orhan: “Vuruşlar duyulur duyulmaz biz de hemen sofaya koştuk. Sizin gibi bir şey göremedik. Eğer duvara vuran Dilaver olaydı bu kadar hızla kaçamazdı.”
Talat Bey: “Dilaver zekidir. Bu işi şeytanca bir düzenle yapabilir. Bende böyle bir kuşku doğdu. Durunuz, ufak bir soruşturma yapacağım. Bu kuşkum ya büsbütün kuvvetlenir ya da yok olur.”
Talat Bey bir hizmetçi çağırarak: “Kızım, haydi bana Dilaver’i gönder.”
Giden hizmetçi iki dakika sonra dönerek: “Efendim, Dilaver uyumuş.”
Talat Bey: “Annesine söyle, uyandırıp göndersin.”
Hizmetçi bu emri yerine bildirmek için çekildi.
Talat Bey: “Gördünüz mü, gelmiyor. Dilaver böyle erken uyur mu hiç?”
Nihayet Dilaver, gözlerini ovuşturarak uyku sersemliğiyle karışık garip bir gülümseme hâliyle geldi.
“Gelmemi emretmişsiniz. Annem, döşeğimde beni tartakladı. Gözlerimi açtım. ‘Ne oluyor?’ dedim. Annem, ‘Çağırıyorlar.’ dedi. ‘Kim çağırıyor? Beni böyle uykudan kaldıracak önemli bir şey mi var?’ Aklıma derhal ötekiler geldi. Malum ya ben karışığım. Şeyh Battal Hazretleri gene lütfen evimizi şereflendirmiş olmasınlar.”
Talat Bey: “Dilaver, oğlum, mesele önemli…”
Dilaver: “Ne var efendim? Anneme tayyare piyangosu mu vurdu?”
Talat Bey: “Bu evde vuran bir şey var ama piyango değil.”
Dilaver: “Ruhlar değil mi? Bu ruhlarla dost olmaktan başka çare yok. Bu ciltleri kitaplıktan alıp ben de okuyorum. Hani ya bir gazete bir başlık kullanıyor ‘ister inan, ister inanma’… Çünkü laflarda okuru inandıracak kuvvet olmadığından kimseyi hiddetlendirmemek için inanmamak kapısını açık bırakıyorlar. Bu, ben atar tutarım ama sen gene hep temkinli ol. Çünkü akıl almaz şeylere akılsızlar inanırlar demektir. Dayı beyefendi, öyle şeyler okudum ki inanayım mı, inanmayayım mı? Bir türlü kestiremiyorum.”
Talat Bey: “Neler okudun?”
Dilaver: “Ruhların çağrıldığı bir toplantıda hayatında zulüm görmüş bir ruhla zalim birleşmişler… Mazlum ruh tekme tokat içirmeye başlamış… Ne oluyoruz diye masa başındakiler hep ayağa kalkmışlar. Şimdi intikamcı rolüne geçen mazlum ruh: ‘Durunuz efendiler, olayı size anlatayım. Falan tarihte ben hayatta iken bu gaddar herif bana şu, şu, şu zulümlerde bulundu.’ diye hancının hikâyesini ayrıntılarıyla anlattıktan sonra gene bütün şiddetiyle dayak muhabbetini sürdürmüş. Odadaki masalar, sandalyeler, etajerler devrilmiş; aynalar, camlar kırılmış, lambalar sönmüş, suçları olanlar ve olmayanlar görünmez eller tarafından bir güzel pataklanmışlar…”
Orhan: “Roma’da yayımlanan 1921 tarihli Spiritite dergisinde Bozzano imzasıyla anlatılan Oporto olayı mı?”
Dilaver: “Hayır, o da başka.”
Talat Bey: “Siz bu ispritizma olaylarının hafızı olmuşsunuz. Hepsini sayfası sayfasına, bölümü bölümüne biliyorsunuz. Ben size yetişebilmek için daha çok zaman çıraklık edeceğim galiba?”
Orhan: “Hayır dayı bey, ispritizmada her şeyden önce istidat gerektir. Eğer ruhsal alışkanlığınız çoksa çabuk ilerlersiniz.”
Talat Bey: “Ne o, beni ispritizma okuluna mı başlatıyorsunuz? Ben bu meseleyi objectivement26 incelemek isterim, subjectivement27 değil.”
Orhan: “Ruhlar söylemek istediklerini anlatmak için bazen insanın düşlerine girerler. Rüya da objectivement görülemez ya!”
Talat Bey: “Yavaş yavaş beni sağlığımda ruhlara karıştıracaksınız. Rüya bir réflexe etkisiyle bile görülür.”
Orhan: “Herhangi bir image’ın beynimize yansımasında ruhlar bir etken olamazlar mı? Bu sözümün sonra çok örneklerini göreceksiniz.”
Talat Bey: “Uzun mesele yavrum, dur şimdi öteki şeyi anlayalım. (Dilaver’e dönerek) Çocuğum, deminden sen bize bir oyun edip kaçtın.”
Dilaver birden bire afallayarak: “Nasıl oyun beyefendi?”
“Yavaş yavaş buraya geldin… Dışarıdan şu duvara üç defa tık tık vurduktan sonra kaçtın.”
“Kapı eşiğine oturmadım ama bu iftiraya nasıl uğradığımı anlayamadım.”
“Ben hemen dışarı koştum. Seni sol tarafa doğru kaçarken gördüm.”
Talat Bey böyle bir şeyi görmemişti. Eğer gerçekten duvara Dilaver vuruyorduysa şaşırtmaya getirip ona yaptığını itiraf ettirmek için böyle söylüyordu.
Dilaver biraz kızarıp bozararak: “Karşınızda yalan söyleyemeyeceğim gibi durup dururken ben gibi bir âcize böyle bir iftiraya haşa tenezzül etmeyeceğinizi de bilirim. Beyefendi, bana büyük bir korku verdiniz!”
“Nasıl korku?”
“Demek ki şu duvara dışarıdan vuruldu. Hemen koşup baktınız, bana benzer bir şeklin kaçmakta olduğunu gördünüz.”
“Evet.”
“Nasıl isterseniz size temin edeyim efendim, vuran ben değilim. Sizi de yalancılıkla itham etmek haddim değildir. Bana benzer bir hayalet görmüş olacağınızı muhakkak sayıyorum. O hâlde durumun vahametinden yüreğimi büyük bir korku sarıyor.”
“Ne gibi?”
Dilaver etrafında bir şeyler seçmeye uğraşır bakınmalarla:
“Bu evde bana benzer bir hayalet peyda olduğu görülüyor.”
Çocuk daha lakırtısını bitirmeden bir rakkas düzeniyle duvara üç kez daha vuruldu.
Yüzlerde büyük bir hayret durgunluğu peyda olduğu sırada Dilaver lambayı kaparak sofaya atıldı.
Talat Bey arkasından bağırıyordu:
“Çocuk nereye?”
“Hayaletimi görmeye gidiyorum!” dedi. Ama hiçbir şey göremeyerek iki dakika sonra kaçık bir yüzle geri döndü. Dilaver, kendinden edilen şüpheden artık tamamıyla temize çıkmıştı. Ama Talat Beyce bu muammanın çözümlenmesi gerekiyordu.
Orhan’la Turhan, anlamı yalnız kendilerince bilinen bir yüz buruşturmasıyla bakıştılar. Bu hareketleriyle birbirine ne anlattılar? Talat Bey’e bu da merak oldu. Sordu:
“Birbirinize ne işareti verdiniz?”
“Kimin vurduğunu tanıdık?”
“Kim?”
“S. L. M.”
“Bu üç harf bana hiçbir kimlik söylemiyor. Bu, ruhsal bir kişi midir?”
“Evet.”
Dilaver uğradığı iftiradan dolayı biraz yitirmiş olduğu neşesine dönerek: “Birinci muammayı beyefendiler, bir ikinci muamma ile izah ettiler. Bu ‘S. L. M.’ azılı bir ruh olmasın? İş şaka olmaktan çoktan çıktı. Bu tıkırtılara razı olalım. Ve ciddi düşünelim. Ölülerle bir gelmiş geçmişimiz var mı? Bu evin altını üstüne getirdikten sonra hepimize sopa çekerlerse…”
Orhan: “Korkma Dilaver. ‘S. L. M.’ munis bir aile ruhudur.”
Dilaver: “Ne kadar munis olsa o ölü, ben diriyim. Mümkün değil kaynaşamam.”
Turhan: “Onlar bize üstün bir hayata geçmişler. Onlar bizi görüyorlar, biz onları göremiyoruz. Biz beş on kilometrelik bir yola gitmek için vapura, tramvaya, otomobile biniyoruz. Onlar için uzaklık yok. Milyonlarca fersahlık uzaklıklara bir anda geçiyorlar. Uzay hayatına oranla dünya hayatı karanlık bir hapishane hücresinde prangaya vurulmuş olmaya benzer. Onlar kuş, biz yerlerde sürünen solucan…”
Dilaver: “Ölümü bana ne kadar methetseniz beğendiremezsiniz. Prangaya vurulayım. Solucan olayım. Bu toprağın altında değil, üstünde yaşamak isterim. Uçmaya heveslenirsem uçağa binerim. Ruh olup da uzayın boşluklarında umacı gibi dolaşmak hoşuma gitmiyor.”
Turhan: “Bizim mide ve sindirim dolayısıyla organizma sistemimiz fena, ağır, pis kokulu ve estetik dışı… Dünyamıza hiç benzemeyen öyle gezegenler var ki hiçbir şey yemeden yaşıyorlar.”
Dilaver: “Yemezler, içmezler ve erkeklik dişilik onlarda olmaz. Bizim ilmihâlciler bu melekçe yaşayışı Avrupa ukalasından çok önce keşfetmişler.”
Turhan: “O cennet benzeri dünyalar halkı, balıkların suyu çözümledikleri gibi havadaki azotu, oksijeni vb. soluyarak doyuyorlar.”
Dilaver: “İstemem. Hava yutarak doyup da uzaylarda serseri dolaşarak yaşamayı hiç beğenmedim. Alanglez28 bir fileto, mayonezli levrek yemek, çerkez tavuğu, yoğurtlu kebap… Yalancı dolmalar… Av etleri, ince şekere bulanmış birkaç okka çilek, üzüm, kavun, karpuz… Ve daha türlü meyveler, bunları yemedikten sonra yaşadığımı nereden anlayacağım? Mideyi doldurmak estetik dışıymış… Bu lafa da gülerim. Bir güzel kadın vücudu gördüğümüz zaman onun bağırsaklarının içindekini düşünmek aklımıza gelir mi?”
Orhan: “Hep adamlar dibi delik bu mide torbasını doldurmak için çalışıyorlar. Bu nedenle bazı filozoflar dünyamızın insanlarını, bütün ömürlerince süren bu çabalayışlarından dolayı ağır cezaya çarptırılmış kürek mahkûmlarına benzetiyorlar.”
Dilaver: “Canım, hiç çalışmadan büsbütün avare yaşayışta da bir tat olur mu? Ölülerin gelip dirilere dayak atışlarına bakılırsa pek de aç durduklarına inanılamaz. Kendisini doyurmak için çalıştığımız mide de bize bu çabamızın zevkini vermiyor değil ki. Acıkmak, doymak, sevişmek, bunlardan başka hayatın ne sefası var?”
Orhan: “Dilaver, bu seninkisi kabaca materyalist düşünüş. Bunlardan başka hayatın çok ince zevkleri vardır. Ama duyguların bu yüksekliğine ulaşabilmek her insana nasip olan bir mutluluk değildir. Kütük gibi bir hamal ile rafine olmuş bir sanatçıyı düşün…”
Dilaver: “Ben ne bir hamal kadar kaba olmayı ne de göze görünmezlerle görüşecek kadar incelmeyi isterim, ikisi ortası…”
Bu tartışmayı süzgün bir gülümsemeyle dinleyen Talat Bey:
“Siz konuyu çığırından çıkardınız. ‘S. L. M.’ kimdir? Munis aile ruhu ne demektir? Niçin gelip de duvarınıza vuruyor? Şimdi mesele bu soruların çözümlenmesindedir.”
Orhan: “S. L. M. kendisini bize bu üç harfle tanıttırmış olan bir ruhtur. Munis bir dostumuzdur, iyi dilekli biridir. Sıkıldığımız zamanlarda gelir, bize doğru yolu gösterir, bize erişebilecek kederlere karşı alınabilecek tedbirleri bildirir.”
Talat Bey: “Haydi, bu söylediklerinize inanayım…”
Orhan: “İnansanız da inanmasanız da gerçek budur.”
Talat Bey: “Bu tık tıklardan maksadı nedir?”
Orhan: “İki haftadır kendisiyle görüşmedik, mutlak bize haber vereceği önemli şeyler var.”
Talat Bey: “Bu haberini nerede, ne vakit, nasıl verecek?”
Orhan: “Burada, isterseniz şimdi, masa başında…”
Talat Bey: “Beni bu hayırlı ruha takdim ediniz, insanlardan dostum yoktur. Bakalım ruhlarla sevişmekten bir fayda görebilir miyim?”
XVI
RUH BİR FELAKET HABERİ VERİYOR
Anneleri hanımefendi, mürebbiye Madam Sermin, Matmazel Leman masa başına çağırıldılar.
Hanımefendi: “Bu davet için biraz geç kalmış değil miyim?”
Orhan: “Ruhlar için geç, erken, gece, gündüz olmaz… Onlar bizim kullandığımız zaman ölçülerinin dışındadırlar.”
Madam Sermin, ulusuna özgü şen bir yüz ve kendi diliyle: “C’est le ‘S.L.M.’ qui nous appelle autour de la table. Je connais son habitude. Il s’annonce toujours par trois coups sect et bien rythmés, il est pressé. Il a quelque chose à nous dire d’une certaine importance.”29
Mürebbiye yıllardan beri ispritizma ile uğraşa uğraşa ruhları çağırmak için kendinde psychique30 bir kuvvet buluyor, bundan ötürü de medyumluğa özeniyordu. Başarı gösterdiği seanslar da yok değildi. Mürebbiye, anne hanımefendi, Talat Bey, Orhan, Turhan, Leman, Dilaver, yedi kişi altı kiloluk kadar bir masanın çevresinde sıralandılar. Lamba kısıldı. Baş ve serçe parmaklarla birbirine zincirleme eller masaya hafifçe değmekte… Bir çeşit alçak gönüllülükle bekliyorlar… Beş dakika… On dakika hiçbir gelen giden yok. Talat Bey böyle bir çağırmada ilk kez bulunuyordu, kayıpların ortaya çıkmasını bekleyerek yalvaran bir çeşit ibadet sessizliğiyle bu duruş tuhafına gitti. Hokkabaz Yahudi’nin elini havaya kaldırarak arkadaşını işaretle: “Aman Katakulli fukaradır, merhamet et” ten tutturduğu tekerlemeyi hatırladı. Öyle ya, gaibe söylenen o seslenişle ve gene gaipten beklenilen bu hareket arasında ne ayrıntı vardı? Talat Bey boğazını kikiştiren bir gülmeyi, bir öksürük gıcığı biçiminde yok etmeye uğraştı. Yutulan bu ufak fıkırtı bir sinir hâli gibi Dilaver’e sıçradı. Çocuğun ağzından gülme ile tıksırma arasında bir ses fırladı.
Medyum hiddetlenerek: “Ruhlar kendilerini hor görenlerden hoşlanmazlar. Bu masanın başına ya tam inanarak oturmalı ya da çekilmeli…”
Talat Bey: “Affedersiniz madam, ruhlara karşı bir saygısızlığımız yoktur. Ama böyle bir çağırılışta ilk kez bulunduğum için kendi durumuma gülüyorum.”
Mürebbiye Dilaver’e dönerek: “Mon enfant soyons sage, pas de bêtise!”31
Ve sonra ekledi:
“Bir iki gündür nezlem var. Medyumdaki küçük bir hastalık, psychique gücünü azaltır.”
Artık sesler kesildi. Derin bir sessizlik içinde bekliyorlardı. Mutlak marifetini göstermek isteyen medyum, bu kez kimseye bir suç bulamayarak ruha yalvarmaya başladı:
“Esprit… Allons… Levez la table. Du courage! Voyons! Un effort…” 32
Bu gülünecek şeye gülmemek için Talat Bey nefesini hesapla alıyor, Dilaver alt dudağını yutacak gibi çiğniyordu.
Mürebbiyenin Türkçe alaca bir konuşması vardı:
“Bu gece ruh bize dağildi. Amma kendisi bize çağirmiş. Niçin gelmediğ? İçimizde bir kabahat yapan mı vağ?”
Tabii masa başındakilerden kabahati üstüne alan biri çıkmadığı için medyumun bu sorusu karşılıksız kaldı.
Biraz daha bekledikten sonra mürebbiye: “Cette nuit nous n’avons pas assez d’effort psychique; mais encore un peu de patience, nous réussirons…”33
Gerçekten biraz daha sabır, sessizlik, tevekkülle masa kıpırdamaya başladı. Şimdi Talat Bey gözlerini dört açtı. Masa kendi kendine mi oynuyordu? Yoksa onu çevresindekilerden biri mi itiştiriyordu? Dikkatlice bir göz gezdirdi. Parmakların masa yüzeyine değmelerini şöyle dokunur dokunmaz çok hafif buldu ama epeyi ağırca masa oynuyordu.
Yanında oturduğu mürebbiyenin dizlerini, ayaklarını yokladı. Kadının masaya dokunur bir yanı yoktu.
Derhal alfabe usulüyle konuşmaya başlandı. Madam Sermin’in ruhları hep Fransızca konuşuyorlardı. Ama Orhan’la Turhan, iki vahiy kâtibi gibi masa ayağının öbür dünyadan vurduğu telgrafı hemen alıyor ve Türkçeye çeviriyorlardı. Mürebbiye sordu:
“Ruh kimsin?”
“S.L.M.’yim.”
“Niçin bizi beklettin?”
“Başka yerde soruşturmadaydım.”
“Nerede?”
“Şimdi söyleyemem.”
“Bir iki akşamdır duvarlara üçer defa vuran sen değil misin?”
“Benim.”
“Niçin vuruyordun?”
“Beni çağırasınız diye.”
“Acelen ne idi?”
“Önemli söyleyeceğim vardı.”
“Nerede soruşturmada olduğunu söylemiyorsun.”
“Söyleyemem.”
“Söyleyeceğim var diye acele kendini çağırtıp da hiçbir şey söylememek, bu nasıl olur?”
Masa titizlenir gibi birden bire fazla sallandı. Ve sonra tıkırtı cevap verdi:
“Söyleyeceğim.”
“Eh, haydi bekliyoruz.”
“Söyleyeceğim, ama…”
“Ey?”
Tıkırtı biraz durdu. Ve sonra cevap verdi:
“Söyleyeceğim ama hepsini söyleyemem.”
“Peki, söyleyebileceğin kadarını söyle.”
“Şu anda buradan uzakta bir facia oluyor.”
“Nerede canım?”
“Bir aile içinde.”
“Biz o aileyi tanıyor muyuz?”
“Hayır ama bu facia ile aileniz yakından ilgili olacaktır.”
“Ne demek? Bu facianın ucu bize mi dokunacak?”
“Evet, sonuç olarak size dokunacak.”
“Tanımadığımız bir ailedeki felaketten bize ne sorumluluk payı düşebilir?”
Yeryüzünün diri insanları kendilerine gelecek felaketin oluşunu beş dakika öncesinden seçemezler. Uzayda zaman yoktur. Bunun içindir ki dün, bugün, yarın birleşmiştir.
“Bu kazadan korunabilmek çarelerini bize bildiremez misin?”
“Hayır. Olacağa çare yoktur. Nasibi değiştiremem.”
“Kuzum ruh, bizi merakta bırakma.”
Cevap yok… S.L.M. savuşmuştu.
Hanımefendi: “Uzakta, tanımadığımız bir ailede olan bir facianın, sonunda da bize zararı dokunacakmış. Hiç suçumuz yokken bu felaketten pay alacağımız bildiriliyor. Tuhaf şey…”
Leman: “Tuhaf değil anne, meraktan çatlanacak şey.”
Hanımefendi: “Nasıl facia bu?”
Leman: “Yangın mı?”
Orhan: “Hastalık mı? Ölüm mü?”
Turhan: “Cinayet mi?”
Leman: “Otomobil kazası mı?”
Orhan: “İntihar mı?”
Hanımefendi: “Böyle şeyler üzerimizden ırak olsun. Belki dostlarımızdan biri bir faciaya uğrayacaktır da biz ona acıyacağız. Facianın bize ilintisi bundan ibaret kalacaktır…”
Orhan: “Facianın bizim hiç tanımadığımız bir aile içinde olacağı ve olmakta olduğu haber veriliyor.”
Mürebbiye: “Fena panseleğe kapılmayınız. Fena fikigleğden fenalıklag doğağ.”
Dilaver: “Ah Madam, facia sözünden bir mutluluk anlamı çıkarılamaz ya!”
Hanımefendi: “Bu uğursuz sözcükten zihnime ne müthiş ihtimaller hücum ediyor.”
Talat Bey masanın hareketinde bir hile seçememiş gibiydi. İnsan hilesi olmayan bu şeyde görülmez bir kuvvetin etkisini kabul etmek zorunluğu ortaya çıkıyordu. Force psychique34 işte bu olacaktı.
Masanın hareketini, çevresinde bulunanların vücutlarından yayılan ruhsal, sinirsel akımların etkisine bağladıktan sonra ruhun gelip de dünden, bugünden, yarından birtakım esrarlı sözler karıştırmasının saçmalığı da incelenmesi gereken ikinci bir sorun hâlini alıyordu.
Talat Bey birincisine inanır gibi oldu. Ama bu ikincisinde durdu. İspritizma üzerine okuduğu bazı kitaplarda ruhlarla yapılan konuşmalar üstüne şüphe uyandıracak cümlelere rastlamıştı. O sözlerin gerçekten bir ruh tarafından söylenildiği şüpheli gösteriliyordu. O hâlde kim söylüyordu? Konuşma, masa ayağının vurduğu bir çeşit telgraf konuşması şeklinde yapılıyor. Bundan dolayı, masayı oynatan kuvvetin başlıcası kendinden yayılan medyumun bu konuşmaları istediği biçimlere sokabilmesi ihtimali de ileri sürülüyordu.
Ama ne için Madam Sermin, içinde yaşadığı aileyi böyle korkunç bir meraka düşürecek biçimde ortaya meşum bir mesele çıkarsın?
Talat Bey medyuma:
“Pardon Madam… Bir soruma izin verir misiniz?”
“Büygunuz.”
“Masayı oynatan akıcı kuvvet bizden mi geliyor? Ruhtan mı?”
“Her ikisi berabeg…”
“Biz onlara ağızdan söylüyoruz, onlar bize tıkırtıyla cevap veriyorlar.”
“Evet, böyle oluyog.”
Talat Bey biraz düşündükten sonra:
“Ruhların haber verdikleri böyle konularda bazen yanılma ihtimalleri yok mudur?”
“Belki vagdıg… Çünki, onlagda akıllı vağ, budala vag.”
“S.L.M. için aile dostu diyorsunuz?”
“Evet…”
“Niçin bizi böyle kötü bir meraka düşürerek meseleyi etrafıyla anlatmadan savuştu? Mademki tanımadığımız bir ailenin felaketinden bize de bir şey bulaşacakmış, işin ne olduğunu anlatsaydı, ona göre tedbir alarak dokunulmazlığımızı sağlamaya çalışırdık.”
“Bu espigileg heg şey söyleyemezleg. İzin yok. Bu bizim dost ne kadağ söyleyebilecek, söyledi gitti.”
Hanımefendi: “Ne fena şey bu. Başımıza ne felaket gelecek diye düşüne düşüne uykularımız kaçacak, iştahımız kalmayacak… Hep hastalanacağız. Birdenbire gelen bir uğursuzlukta insan neye uğradığını bilir. Ama böyle cinsi bilinmeyen bir felaketin korkular içinde meydana çıkmasını beklemek ne müthiş gönül işkencesidir.”
Mürebbiye: “Kolay vag, başka bir ıspigi çağıyuyogum. Soguyogum.”
Talat Bey: “Evet, mesele muğlak bir can sıkıcılık aldı. Ama ben önem vermiyorum. İnsanların bakıcıları gibi ruhların geleceğe ait keşiflerinin de harfi harfine çıkacağına inanamıyorum. Tanımadığımız bir ailede olan vukuattan bize ne?”
Orhan: “Madam hangi esprit’i35 çağıracaksınız?”
Mürebbiye: “Père Maury’yi çagıyoğum. Bu çok iyi bir papasdiğ, dogu söyleg…”
Gene halka olundu. Eller hafifçe masa ile temasa geldi. Sessizlik. Bekleyiş. Araya münasebetli münasebetsiz birkaç ruh girdi. Gereksiz konuşmalar oldu. Sonunda mürebbiye en son gelene sorduğu “Kimsiniz?” sorusuna “Père Maury’yim…” cevabını aldı. Türkçeye çevrilen şu konuşma başladı:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Tun: Köşe bucak, gizli yer. (e.n.)
2
İspritizmacı: Ölülerin ruhlarıyla ilişki kurulabileceğini savunan inanış. (e.n.)
3
Fantom: Hayalet. (e.n.)
4
Mahbes: Cezaevi. (e.n.)
5
Uğrama: Cin, peri çarpması. (e.n.)
6
Huddam: Cin taifesinden olan hizmetçi. (e.n.)
7
Objectivement: Objektif olarak, nesnel, tarafsız. (e.n.)
8
Olayın doğruluğunu incelemek için başvurulan: Proceeding of the s.p.r. vol. VI. P. 17 et Annales psychiques 1909, p. 325. (y.n.)
9
Birsam: Sanrı. (e.n.)
10
Apparition: Hayalet. (e.n.)
11
Truc: Oyun. (e.n.)
12
Image: İmge, görüntü, suret. (e.n.)
13
Spiritist: Ruhlara inanan kimse. (e.n.)
14
Incarnation: Vücut bulma, cisimleşme, canlanma. (e.n.)
15
Tek durmak: Uslu durmak, yaramazlık etmemek, sessiz kalmak. (e.n.)
16
Cihar-ı Yar-ı Güzin: Dört Halife. (e.n.)
17
Pürgatif: Müshil ilacı. (e.n.)
18
Métamorphose: Başkalaşma, biçim değiştirme. (e.n.)
19
Bakıcı: Falcı. (e.n.)
20
Globe: Yuvarlak, küre. (e.n.)
21
“Şato sahibinin kimliği daima X harfiyle gösterilmektedir.” (y.n.)
22
Intelligent: Zeki. (e.n.)
23
İskandil etmek: Bir işin içyüzünü araştırmak, bilgi toplamak. (e.n.)
24
Anthropocentrique géocentrique: İnsanmerkezcilik, yermerkezcilik. (e.n.)
25
Populariser: Halkın anlayacağı biçime sokmak. (e.n.)
26
Objectivement: Nesnel olarak, tarafsız. (e.n.)
27
Subjectivement: Öznel olarak; nesnel karşıtı. (e.n.)
28
Alanglez: Bir pişirme biçimi. (e.n.)
29
“S.L.M. bizi masa çevresine çağırıyor. Âdetini tanırım. Kendini daima kuru ve ölçülü üç vuruşla bildirir. Acele ediyor. Bize bazı önemli söyleyecekleri var.” (y.n.)
30
Psychique: Ruhsal. (e.n.)
31
“Çocuğum uslu olalım. Budalalığa lüzum yok.” (y.n.)
32
“Ruh, haydi masayı kaldır, görelim… Biraz cesaret… Gayret.” (y.n.)
33
“Bu gece yeterince ruhsal gayretiniz yok ama yine de biraz sabır, başaracağız…” (y.n.)
34
Force psychique: Ruhsal güç. (e.n.)
35
Esprit: Ruh. (y.n.)
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера: