Gulyabani - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar, ЛитПортал
bannerbanner
Gulyabani
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 3

Поделиться
Купить и скачать

Gulyabani

Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
2 из 3
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

Korkudan yüreğim hop hop atmaya başladı. Ayşe Hanım’a sordum:

“Ay, beni hizmetçiliğine götürdüğün hanımefendi deli mi?”

“Hay Rabb’im, sen sabırlar ver bana… Öyle ona buna saldıran azgın deli değil… Biraz meraklı, sersemce bir kadın. İşte bu…”

Arabacı hayvana birkaç kırbaç daha savurduktan sonra biraz başını bize çevirerek:

“Ya çiftliğin eski mezarlığından çıkan gulyabani? Minare kadar bir şeymiş. Geçenlerde ay ışığında üç atlıyı kovalamış. Zavallılar Bulgurlu’ya zor kaçabilmişler, baygın düşmüşler. İkisinin hayvanı çatlamış.”

Ayşe Hanım: “Artık sus herif… Yanımdaki saf kadını korkutuyorsun. Baksana, beti benzi kül kesildi.”

Arabacı: “O gulyabaninin yemeği, çiftliğin mutfağından verilirmiş. Bir gece vermezlerse oralarını allak bullak edermiş. Ne kümeste tavuk bırakırmış ne ahırda hayvan ne de ağılda koyun…”

Ayşe Hanım: “Çenen tutulsun! Yetişir dedim ya… Hiç minare kadar gulyabani mutfak yemeğiyle doyar mı? Böyle şeyleri duyup da inanmak için insan ne kadar ahmak olmalı.”

Arabacı: “Ben işittiğimi söylüyorum, hanım.”

Ayşe Hanım: “İşittiğin sende kalsın…”

Bu söylenenleri dinlerken her tarafıma soğuk bir ter yayıldı. Buz kesildim. Baygınlıklar geçiriyordum. Karşı koymaya, konuşmaya hâlim kalmadı.

Ayşe Hanım, şimdi bana döndü:

“Korkma kızım. Bu sözlerin hepsi masal. İşit de inanma. Bunlardan hiçbirinin aslı olsa ben seni oraya götürür müyüm? Ben senin düşmanın mıyım? Akıl var izan var. Artık buraya kadar geldik. Köşkün içindeki insanları bir kere gör. Hoşlandın, ne âlâ… Hoşlanmazsan seni getirdiğim gibi gene götürürüm.”

Artık çiftliğe epey yaklaşmıştık. Ağaçlar, yapılar daha belli görünmeye başladı. Biraz yokuş indik. Kurumuş dere gibi taşlık bir yerden geçtik. Bir tepe çıktık. Bir zaman da düzlükten gittikten sonra çiftliğin önüne geldik. Arabayla ağaçlığa girdik.

Arabacıdan işittiğim korkulu sözler yüzünden midir nedir, burası bana ağaçları sık bir mezarlık gibi pek loş, pek sıkıntılı göründü. Bu gölgelerin arasından geçtikten sonra harman yerine benzer bir meydanlığa geldik.

Yanımızda bileziği taşlarla örülmüş, çapı büyük bir kuyu, çevresinde birkaç ihtiyar selvi gördüm. Gene bir ağaçlığa girdik. Orada burada selamlık, hizmetçi daireleri, mutfak, ahır, kümes gibi yapılar göründü. Tavuklardan, kazlardan, birkaç keçiden başka tek canlıya rastlamadık. Karşımıza uzun, yüksek ve biraz yıkık bir duvar çıktı. Duvarın yüzünde birbirine hemen otuz arşın kadar uzaklıkta sımsıkı kapalı iki büyük kapı vardı. Kapılar eski, boyaları uçmuştu ama meşe ağacından yapılmıştı.

Ayşe Hanım, sağdaki kapıyı işaret etti. Araba orada durdu. O anda sarı aba poturlu, uzun boylu, dik bakışlı, birkaç haftalık kıranta sakalı uzamış, koca bıyıklı bağcı yahut bekçi gibi bir adam belirdi. Ayşe Hanım, hemen zoraki denecek bir gülümsemeyle bu adama “Bekir Ağa, beyefendinin ısmarladığı hizmetçiyi getirdim. Köşkün kapısını aç.” dedi.

Bekir Ağa, gelenleri bir süre süzdükten sonra poturunun yan cebinden ucuna ip bağlı kocaman bir anahtar çıkararak kalın, sert bir sesle “Biliyorum!” cevabını verdi. Anahtarı deliğe soktu. Yüzünü buruşturan bir zorlukla, iki eliyle çevirdi. Kapının tek kanadı gacır gacır açıldı.

Arabadan indik. Ayşe Hanım arabacıya:

“Hayvanını çöz, biraz dinlensin, otlasın. İşimiz uymazsa gene geri döneceğiz…”

Arabacı eliyle hayvanın boynundan akan terleri silerek:

“Aman hanım, sakın geç kalmayınız.”

“Merak etme.”

Arabacı beygirin iki kulağına yapıştı. Şiddetle bir çekti. Hayvan koşumlarının altında silkindi. Biz içeriye girdik. Bekir Ağa, dışarıdan, aynı gıcırtıyla kapıyı kapadı. Burası, duvar kenarlarında yaseminler, hanımelleri, asma çardakları, meyveli meyvesiz ağaçlarla bir ormancık hâline gelmiş, bakımsız, bozuk bir bahçeydi. Ben, perilerin, geceleri evin sahibi hanımla etrafında toplandıkları havuzu arıyordum. Öyle şey görmedim. Arabacının yalanına hükmettim.

4

AYŞE HANIM’IN DUBARASI

Karşımıza iri, yıkılmaya yüz tutmuş, üç katlı bir köşk çıktı. Köşkün önündeki bu bahçe harem ve selamlığı ayıran yüksek bir duvarla ikiye bölünmüştü. Bahçenin bu kısmında büyük büyük ağaçlar görünüyordu. İçeriye girmezden önce gördüğümüz iki kapıdan birinin, bahçenin öteki kısmına açıldığını anladım. Yürüdük. Evin asıl kapısını çaldık. Bir hayli bekledikten sonra kapı açıldı. Bizi karşılamaya zayıf, uzun boylu, soluk benizli, avurdu avurduna çökmüş, hemen ellilik bir halayık çıktı.

Ayşe Hanım beni göstererek:

“Çeşmifelek Kalfa, işte size bir arkadaş getirdim. Huyuna, yaradılışına, ırzına, namusuna, her şeyine kefilim. Ağzı bir mühürlü sandık gibi kapalıdır. Gördüğü, işittiği şey gene orada kalır.”

Sıkıntıdan döktüğüm terlerle yaşmağım yüzüme gözüme yapışmıştı. Çeşmifelek Kalfa beni dikkatle gözden geçirdikten sonra:

“Teşekkür ederim Ayşe Hanım, senin bulduğun kadın elbette fena olmaz. Biz de burada insanoğlunun yüzüne hasret kaldık. Kuş uçmaz, kervan geçmez. Bu koca evin içinde bir Ruşen Abla bir ben. Birbirimizin yüzüne baka baka bıktık usandık.”

Ben kendimi tutamayarak “A, buranın hanımı yok mu?” deyiverdim.

Benim bu düşüncesiz soruşumun ardından Ayşe Hanım kuvvetle eteğimi çekti. Büyük bir pot kırdığımı anladım. Çeşmifelek Kalfa beni bir daha süzerek “O seninle ilgili bir iş değil efendim…” dedi.

Hanımefendi benimle ilgili bir konu değilmiş. Ben acaba kimin işini göreceğim?

İyice silinip süpürülmemiş büyük bir mermer taşlığın sonunda çifte merdiven, bunların arasında aynı taştan yapılma tavus kuyruğu gibi yaprak yaprak açılmış büyük kurnalı bir musluk görünüyordu.

Kalfanın işareti üzerine alt kattaki yan odalardan birine girdik. Eski damasko makatlı, boydan boya bir kerevet. Yan tarafta ufak bir erkân minderi. Duvarlarda salkım salkım kabak, mısır, başak kuruları asılı.

Kalfa, odanın bir köşesinde duran ufak sarı mangalı erkân şiltesinin yanına çekti. Kahve cezvesini sürdü. Dereden tepeden lakırtıya girişti. Bu ihtiyar Çeşmifelek, fena bir kadına benzemiyordu. Eski bir kibar konağında büyümüş, iyi bir eğitim görmüş olduğu her hâlinden belliydi. Âdeta konuşmasını bilen bir hanım gibi ağır ağır söylüyor, her söz ağzından hesaplı, tartılı, düşünceli çıkıyordu. Ben gene bir pot kırmamak için söze karışmıyor, yalnız dinliyordum.

Ama ya Rabbi… Dağbaşında, hemen kırk odalıya benzeyen bu koca köşkün içinde yapayalnız bu iki kadın nasıl oturuyorlardı? Evin hanımefendisinin deli olduğunu işittim. O zavallı kadın bu koca yapının acaba hangi odasında kapalıydı?

Hanımefendiyle ilgili soru sormanın yasak olduğunu anladım. Arabacının söylediği lakırtıların doğru olup olmadığını anlamak için meraktan çıldırıyordum. Bu koca evin içinde hangi hizmete verileceğimi anlamadan orada kalmak hiç işime gelmiyordu.

Kalfa, kahveleri pişirdi. Nazik bir tutumla fincanları elimize verdi. Ayşe Hanım, beni Çeşmifelek’e o kadar övdü, o kadar övdü ki ben âdeta sıkıldım. Saydığı üstünlüklerin bende olduğuna en çok kendim şaştım. Bu kadının beni oraya kapılandırmakta büyük bir çıkarı vardı ya, ne olduğunu anlamıyordum. Onun çaçaronluklarına ara verip bütün cesaretimi toplayarak Çeşmifelek’e dedim ki:

“Kalfacığım, eksik olmayınız. Sizden pek hoşlandım. Ama izin verirseniz bir iki sorum var.”

Kalfa, beni gene ağır ağır gözden geçirerek “Buyurunuz.” dedi.

“Ben buraya kapılanacağım. Ama işimin ne olduğunu önceden bilmek isterim. Altından kalkamayacağım bir işse boşuna burada kalmayayım.”

“Göreceğin iş için merak etme. Ağır bir işimiz yoktur kızım. Bana el ulağı olacaksın. Tahta, çamaşır, ortalık süpürmek gibi ev işleri. Bu koca evin her tarafı silinip süpürülmez. Birçok yerleri kapalı durur. Derleyip toplayacağımız, kullandığımız bu iki odadan ibaret. Dışarıda kâhya, bekçi, bahçıvan gibi birkaç erkek var. Onlar kendi işlerini kendileri görürler. Biz, sabah akşam, yalnız iki tabla yemek veririz. Yemeği de Ruşen abla pişirir. İhtiyarladım. Hâlsiz kaldım. Ne kadar güç olmasa da artık hepsine yetişemiyorum. Sen bize can yoldaşı olacaksın. Merak etme, bütün işi sana bırakmam. Gene yarıdan fazlasını kendim yaparım…”

“Benden önce buraya hizmetçi aldınız mı?”

“Evet. Bir iki tane geldi, gitti. Pek terbiyesiz kadınlardı. Biz insandan pek o kadar iş istemeyiz. Bu evin bir âdeti vardır. Her gördüğünü bilmeye uğraşmamalı, her işittiğini merak etmemeli.”

Birkaç kere yutkunduktan sonra dedim ki:

“Peki kalfacığım ama bizi buraya getiren arabacı yolda birtakım korkunç şeyler söyledi. Periler, cinler, gulyabaniler…”

“Evet, bu köşkün öyle adı çıkmıştır, ben yalan sevmem. Doğrusu bu.”

“Köşkün perili olduğu hakkındaki bu sözlerin aslı var mıdır?”

“Sana şimdi bu köşke gelen adam pek o kadar meraklı olmamalı, her şeyi anlamaya uğraşmamalı demedim mi?”

“A, ben cinden, periden pek korkarım. Doğrusu bunda meraklıyım, yapamam. Mademki siz sözü doğru söylüyormuşsunuz, ne olduğunu bir parça anlatınız.”

“Bazı geceler ufak tefek patırtılar, çıtırtılar olur ama kimseye bir ziyanları yoktur. Biz kırk senedir buradayız. Çok şükür, hiçbirimize bir şey olmadı. İşte bak, ben seni aldatmıyorum. Ama bu evde kaldıktan sonra bu yolda uzun sorulara kalkışırsan ne benden ne başkasından bir cevap alamazsın. İşin gerçeği bu.”

Beni bir düşünme aldı. Kalfa o kadar tatlı ve doğru söylüyordu ki, sözlerinde bir yalan kokusu alamadım.

O aralık içeriye Ruşen Kadın girdi. Şişman bir Arap… Bir tarafında bir fino köpeği. Öte yanında kuzguni siyah, iri bir kedi vardı. Bu iki arkadaşıyla yürüdü, kerevetin kenarına oturdu. O sırada Ayşe Hanım “Gidip bir aptes tazeleyeyim.” diyerek dışarıya çıktı. Fino beni görünce kuyruğunu kıvırıp düşmanca havlaya havlaya beyaz dişlerini gösterdi.

Ruşen Kadın: “Sus, Şeytan. O yabancı değil.”

Bu azardan sonra, köpek kerevete yaklaşıp iki ayağı üstüne oturdu. Bana dikkatle bakmaya başladı. Kedi, yalana yalana gitti. Küçük bir yer minderinin üzerine çöreklendi yattı.

Ruşen Kadın, Çeşmifelek Kalfa’ya bir baş işareti verdi. Kalfa, kendine önemli bir iş verilmiş gibi hemen odadan çıktı. Aşçı kadınla yalnız kaldık. Arap, iltifatlı bir yüzle:

“Sefalar, uğurlar getirdiniz. İstanbul’da ne var ne yok bakalım?”

“İyilik, ablacığım.”

“Ah, cümlemiz iyi olalım… Nasıl, köşkümüzü beğendin mi, bizden hoşlandın mı?”

“Beğendim. Hepsi pek âlâ.”

“Ee, neye öyle durgun duruyorsun?”

“Bu köşk için cinli, perili dediler de korkuyorum.”

“Aman, düşündüğün şeye bak. Bu dünyada hiç perisiz yer olur mu? İki gözüm, onlar iyi saatte olsunlar. Nerede yoklar ki burada olmasınlar? Onlara zarar etmeyene hiç fenalık yapmazlar.”

“Arabacı söyledi. Burada bir iki hizmetçi boğmuşlar…”

“Elbette boğarlar. Destur demeden pencereden aşağı, onların başına tükürülür mü? Hiç gece bahçeye faraşla süprüntü dökülür mü? Hizmetçiler onları saymadı. Ötekiler de onları boğdular.”

Ruşen’in bu safça açıklaması üzerine “Ben burada durmam! Gideceğim, Ayşe Hanım nerede?” diye bağırarak hemen taşlığa fırladım.

Arap arkamdan yetişerek:

“Ayşe Hanım nerede? O çoktan arabaya bindi gitti. Şimdiye kadar Yalnızselvi’yi buldu.”

“Yok, bir dakika durmam! Ben de gideceğim!”

“Buraya gelen ayağıyla gelir ama kendi isteğiyle gidemez. Biz insanı salıvermeyiz. Seni buraya kim teslim ettiyse gene gelir, o alır. Başka türlü gidemezsin.”

5

KORKULU BİR AKŞAM YEMEĞİ

Taşlığın kapısına doğru koştum. Sımsıkı kilitli buldum. Alt katta her tarafın pencereleri kalın, sık demir parmaklıklarla örtülüydü. Kaçmanın imkânı olmadığını gördüm.

Aman ya Rabbi… Ben bir tuzağa tutulmuştum ama bu nasıl bir tuzaktı? O gece başıma neler gelecekti? Bir zaman ağladım, sızladım, dövündüm. Ruşen Kadın “Yemek kotaracağım.” diye savuştu gitti.

O tatlı dilli kalfa da meydanda yoktu. Orada bir başıma kaldım. Çaresiz bir belaya uğramıştım. Çırpınmanın para etmeyeceğini anladım. Ecelime boyun eğmekten başka bir kurtuluş yolu göremiyordum. Gözyaşlarımı sildim. Kerevetin bir kenarına oturdum.

Artık akşam oluyordu. Dört duvarla çevrili bahçeye baktım. Rüzgârla oynayan ağaçların gölgeleri bile esrarlı birer hayalet gibi bana korku veriyordu. Oda loşlaştıkça çevremi kuşatan bütün eşyalardan, her şeyden, minder üzerinde yatan kara kediden bile korkuyordum.

Acaba o zayıf kalfa, bu şişman Arap, insan biçimine girmiş birer peri miydiler? Böyle esrar dolu bir evde her şey olabilirdi. Yaradan’ıma sığındım ve bildiğim duaları okumaya başladım.

Artık sular kararıyordu. Hâlâ gelen giden yoktu.

Bir köşeye büzüldüm. Titriyordum. Nihayet merdivende bir patırtı oldu. Aman ya Rabbi, kim geliyordu? Çeşmifelek Kalfa elinde bir fiske şamdanıyla göründü. Tepeden tırnağa beyazlar giyinmişti. Saçlarının örgülerini çözmüş, omuzlarından aşağıya salıvermişti. Gözleri gündüzki hâliyle ölçülemeyecek bir biçimde parlıyordu.

Kapının eşiğinde durdu. Okur gibi bir şeyler mırıldandıktan sonra ağır bir söyleyişle “Haydi kızım, gidelim. Ruşen’e yardım edelim. Yemek zamanı geldi. Arkamdan yürü. Kapı eşiği atladıkça ‘destur’ de!” diye hatırlattı. Kalktık. Ben kapı eşiği atladıkça değil, onlardan birine basarım korkusuyla her adımda “destur” diyordum. Periler civciv gibi bu evin her tarafına, ayakaltlarına dağılmışlar mıydı?

Taşlığı geçtik. Karşı tarafta büsbütün karanlık uzun bir yola girdik. Bu destur kelimesini birbiri ardınca tespih gibi çekiyor, taşları incitmeyeyim tasasıyla parmaklarımın ucuna basıyordum. İki tarafımızda eşya gibi yığın yığın karaltılar vardı. Bunların ne olduğuna ben dikkatle bakamıyordum.

Biraz daha yürüdük. Bacaklarıma doğru yumuşak yumuşak bir şey dokunmaya başladı. Korkudan dizlerimin bağı çözüldü. Bir iki “destur” daha dedim, durdum. Çarpıntıdan bayılacaktım.

Kalfa: “Kızım neye yürümüyorsun?”

“Ben uğradım galiba.”

“Ne var?”

“Ayaklarımı okşuyorlar.

Kalfa, özel bir makamla:

“Göklerin mahı

Diyarların padişahı

çekil!” dedi.

İki çenem birbirine vurmaya başladı.

Sonra kalfa:

Ey kerem

Destur-u mükerrem

kafiyesiyle mumu ayaklarıma doğru tuttu:

“A… kediymiş. Korkma kızım!” dedi.

Eğildim, baktım. Gerçekten de o gündüzki iri kara kedinin ayaklarımın arasında dolaştığını gördüm.

Gene yürüdük. Hayalden doğma bir müziğin ağır temposuna ayak uydurur gibi acayip bir çeşit kadansla gidiyorduk. Kedinin bacaklarıma her sürünüşünde tüylerim ürperiyordu. Nihayet geniş bir kapıya geldik… İçeriye baktım. Pek büyük bir mutfak. Köprü temeli gibi büyük bir ocağın önünde Ruşen Kalfa finoyla karşı karşıya oturmuş. Ocakta bir tencere kaynıyor. Arap da saçlarını çözmüş, siyah, yün gibi dağıtmış. Beyazlar giymiş. Bu acayip tuvaletin akşamdan sonra perilere karşı gözetilen bir çeşit etiket olduğunu anladım. Sahanlığın üstünde bir kör kandil yanıyordu. Ablanın arkası bize dönüktü. Geldiğimizi görmedi. Ama hâlâ bana alışamayan köpek hırlamaya başladı. Arap, başını bize döndürdü:

“Destur, tü tü tü… Ay, siz misiniz? Ötekileri sandım da korktum. Çünkü Şeytan onların geldiklerini sezince hırlar.” dedi.

Nalınları giyip içeriye girdik. Çeşmifelek Kalfa ocağın başına yaklaşıp:

“Dadıcığım, bu akşam yemek geç kalmış…”

Arap üzüntüyle başını sallayarak:

“İyi saatte olsunlar… Bugün onları gücendirdim mi ne yaptım? Bir türlü pilav kaynamıyor…”

“Şerbetlerini, şekerlerini vermedin mi?”

“İncirin köküne bol bol döktüm… Şah nerede? Onun kaybolması iyi mana değildir, bilirsin ya? Şah onlardandır. Onların küçüğüdür.”

“Bizimle beraber geldi. İşte burada…”

Bu büyük adın kediye verilmiş olduğunu anladım. Biraz bekledik. Ruşen Kadın Şah’la Şeytan’ın ayrı ayrı kaplara yiyeceklerini verdi. Nihayet pilav pişti. Önceden kotardığı yemek sahanlarını dizerek iki tabla düzenledi. Mutfağın bahçeye açılan kapısı önüne gitti. Oradan kordon gibi sarkan, ucuna tahta parçası bağlı bir ipi seksen besmele ve desturla birkaç defa çekti. Sonra bize dönerek “Ötekiler çıngırağı pek seviyorlar. Geçen akşam gene böyle çekerken hep buraya üşüştüler!” dedi.

Biz kendimize ayrılan tablayı aldık. Mutfağın yanındaki yemek odasına girdik. Sofrayı kurduk. Ekmekleri siniye dizdik. Bol etli silkme, patlıcan kızartması, pilav, bir de koca kâse kaymak gibi yoğurttan oluşan yemeğimizi yedik. Hepsi pek güzel pişirilmişti.

Yemekten sonra, gene o uzun yoldan desturla yürüyerek gündüz oturduğumuz odaya geldik. Cezveler sürüldü. Kahveler içildi. Bu iki beyaz esvaplı, çözük saçlının arasında ben kıyafetimle, her hâlimle pek yabancı kalıyordum. Dışarıdan gelen en ufak tıkırtıya ikisi de dikkatle kulak kabartıyorlardı. Dereden tepeden konuşuyorduk. O geçtiğimiz uzun yolda bir gürültü oldu. Şeytan başını kapıya uzattı, havlamaya başladı. Ruşen Kadın iki yanına sallana sallana:

Sözüm doğru,Özüm doğru,Korkutma bizi,Gözümün nuru.

kafiyelerini makamla sıraladıktan sonra bana dedi ki:

“Rabb’im hayırlar versin. Bu akşam gene bir kızgınlıkları var.”

Bu iki acayip kadının perilerle insanlar arasında gizlilik dolu birer yaratık olduğuna iyice karar verdim. Dışarıdaki cinlerden olduğu kadar bunlardan da korkmaya başladım.

Şamdan tepsisi üzerinde bir yağ mumu yanıyor, koca odaya bu ışıksızlık, bir türbe korkunçluğu veriyordu. Hanımefendi bu cinli evin acaba hangi hücresinde, hangi köşesinde oturuyordu? Yoksa perilerin elebaşısı o muydu?

Dadı ile kalfa arasında bazı işaretler, karşılıklı yüz buruşturmaları geçtiğini sezer gibi oldum. Ama ışığın azlığından bunlara açık bir mana veremedim. Biraz daha oturduk. Çeşmifelek kalktı. El şamdanını yaktı. Ruşen’e bakarak “Sen bu kadına gereken şeyleri öğret. Ben gidiyorum. Geç kalmaya gelmez.” dedi.

Odadan çıktı. Biz, şimdi, Ruşen, ben, Şeytan, Şah, dört can karşı karşıya kaldık. Bu hayvanlar bile perilere karışmıştılar. Hele Şah, onların çengisi, köçeğiymiş. Acaba bu hayvan bana bu gece ne oyunlar oynayacaktı?

Bu akşam Ruşen’den ders alacakmışım. Bana öğretecekleri şeyleri yapmak kolay mı? Beceremezsem çarpılacak mıyım?

Aşçı kadın, Şah’ı uzun uzadıya öpüp kokladıktan sonra bana döndü:

“Ben de gidip yatacağım, kızım. Çok uyanık durursan hoşlanmazlar. Gündüz bizim, gece onların. Rahat bırakalım. İstedikleri gibi gezsinler…”

Ağlayarak Arap’ın ayaklarına kapanıp:

“Aman ablacığım, kurban olayım. Her tarafım zangır zangır titriyor. Ben bu evde yalnız başıma bir odada yatamam. Nereye gideceksen beni de beraber götür.”

Kaşlarını çattı:

“Olmaz, olmaz. Benim virdim, evradım var. Geceleri tespih çeker gibi söylerim. Yanıma kimseyi alamam.”

“Allah aşkına…”

“Nafile yalvarma, olmaz. Hiç korkma. Onlar, gece insan olan odaya girmezler. Ben şerbetledim. Şimdi senin boynuna bir muska takacağım. Bir şeycik yapamazlar. Hem evde en güvenli oda burasıdır.”

Eliyle duvarı göstererek “Bak, orada bir levha var, içinde ‘El-cinnül-ecinn’ yazılı. Onun semtine uğrayamazlar!” dedi.

Korka korka duvara baktım. Bir çerçeve asılıydı. Okuma bilmem ki ne olduğunu anlayayım?

“Aman kadıncığım. Perilerin başı için beni beraber götür. Öleceksem senin yanında öleyim. Belki ağzıma bir yudum su verirsin.”

Bir patırtı duyarak Şeytan gene havladı. Ruşen, kapıya doğru görünmeyen birine söyleyerek:

“Biraz müsaade edin efendim. İşte artık yatıyoruz. Konak sizin.”

Bana dönerek sert bir davranışla:

“Yok… İki gözüm, onlar inattan hoşlanmazlar. Periler seni boğacak olduktan sonra benim yanıma gelmeye korkarlar mı? Niçin bu kadar titriyorsun? Onları kızdıracak bir kötülük mü yaptın? Bir suçun mu var?”

“Hiçbir suçum, günahım yok. Tanrı biliyor. Ama onların hoşuna giden, gitmeyen şeyleri ben nereden bileceğim?”

“Dur, hepsini anlatacağım. Dinle. Mavili esvap giyme. Uçkurunu kıbleye karşı bağlama. Kuşağını kördüğüm etme. Yatağını duvar kenarına yapma. Akşamları saç örgülerini çöz. Gözlerini birbiri üstüne yedi defadan fazla kırpma. Seni korkuttukları vakit ayak başparmaklarının tırnaklarını birbirinin üstüne sürt. İki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas. ‘Emret ey Cin! Hazırım!’ diye bağır. Gönlünü ferah tut, inancın tam olsun. Bir şey olmazsın.”

Ben ürpertiler içinde, korkudan, şaşkınlıktan ağzım açık, Arap’ı dinliyordum. Sonunda, koynundan kaytanlı bir muska çıkardı. Boğazıma taktı. Bir iki defa okudu. Son öğüt olarak:

“Kasıkların çatlasa gece dışarıya çıkma. Onları rahatsız edersin. Gündüzleri bizim. Gece onların. Yüklükte döşek var. Ser, yat.”

Son yürek paralayıcı yalvarmama aldırış etmedi. Ruşen Kalfa, bir yanında Şah, öbür yanında Şeytan, çıktı gitti.

6

PERİLER

Bir başıma tiril tiril kalakaldım. Şimdi ne yapacaktım? İlk iş olarak hemen koştum, oda kapısını sürmeledim. Üzüntüden, korkudan, yorgunluktan bitkin düşmüştüm. Her yanım kesiliyordu. Yüklüğü açıp döşeği yapmak istiyor ama içinden ne çıkacak diye korkuyordum. İkinci işim de perdeleri indirmek oldu. Odanın bir köşesine büzüldüm. Bekliyor, nereden ne çıkacak diye gözlerimi her tarafta dolaştırıyordum. Bu gece hiçbir yerden peri çıkmasa bile içinde bulunduğum büyük korku beni öldürmeye yeterdi. Eşyanın yerlere, duvarlara vuran gölgeleri bana hep korkulu hayaletler gibi acayip görünüyordu.

Bir patırtı olunca kalbime kuvvet vermesi için elimle muskaya sarılıyor, “El-cinn-ül-ecinn” levhasının koruyuculuğuna sığınıyordum.

Artık yorgunluğa dayanamayarak döşeğimi yapmaya karar verdim. Bütün cesaretimi topladım. Yüklüğü açtım. Kaba bir yün döşekle temiz bir şilte, yastık, yorgan, her şey buldum. Döşeğimi levhaya yakın bir yere serdim, içine uzandım. Hiçbir yandan “çıt” işitilmiyordu. Her yana kulak kabarta kabarta âdeta baygınlığa benzer bir hâle düşmüştüm. Bu dalgınlığım ne kadar sürmüş bilemiyorum. Kulağımın dibinde denecek bir yakınlıkta acı acı bir horoz öttü. Döşeğin içinden birdenbire dapduru6 fırladım. Sağıma soluma baktım. Odada bir şey yok. Yanan mum yarıdan aşağı erimiş. Hep gölgeler korku dolu bakışlarımın önünde oynuyordu. Dışarıdan rüzgâr eser gibi bir gürültü oldu. Pencere önündeki hanımeli yaprakları birbirine geçercesine hışırdadı. Bu ilk sağanağı derin bir sessizlik izledi. Acaba gerçekte bir şey yoktu da korkudan bana mı öyle geliyordu? O horoz sesi rüyada işitilmiş, aslı yok bir ses miydi?

Ben bu bocalamalar içinde rahatsız olurken çevremde bir sürü ördek vaklaması koptu: Vak… vak… vaaak… Hemen doğaüstü denecek bir uyanıklık kazanmış olan işitme gücüm bana bunları ta yanımda, hatta döşeğimin içinde, yorganımın arasında gibi işittiriyordu. Hemen yastıklarımı ittim. Yorganımı silktim. Bir şey görünmedi.

Yüreğim öyle hızlı çarpıyordu ki bir daha ayılmamak üzere az daha bayılacaktım. Artık kuşkuya yer yoktu. Ördeklerin ötüştükleri bir gerçekti. Bunu uykuda değil, uyanık kulağımın açıklığıyla duymuştum. Bu uğursuz köşkün perileri, gece gösterilerinin ilk perdesine başlamışlardı.

O anda Ruşen Kadın’ın bana olan tembihleri aklıma geldi. Hemen döşeğimi duvardan uzağa çektim. Acaba ben o gün uçkurumu kıbleye karşı mı bağlamıştım? Farkında değildim. Hemen şalvarımı çözdüm. Kıblenin tersi yana dönerek yeniden bağladım. Bundan bir yarar görülmedi. Şimdi “Gaak, gaaak, gaaak…” kazlar başladı. Ama kaz sesleri bu sefer dışarıdan, taşlıktan geldi. Şimdi bunu iyice fark ettim. Galiba bana bu gece çiftlik perilerinin kümes halkı hoş gel-dine geldiler, dedim. O anda gevrek gevrek bir at kişnemesi işitildi. Ondan sonra merdivende paldır küldür bir koşuşma oldu.

Benden önce bu köşkte boğulmuş olan iki hizmetçinin acıklı ölümlerini hatırlayarak aklımı kaçıracak bir hâle geldim. İşte o zaman oda kapımın üzerinde gürültülü, korkunç bir davuldur başladı:

“Dan dan da dan dan…”

Artık nefesim nefesime yetişmiyor, ecel terleri döküyordum. O sırada aklıma Ruşen Kadın’ın öğütleri geldi. “Mavili esvap giyme.” demişti. Ay, benim arkamdaki entarinin ufak ufak mavi çizgileri vardı. Hemen entariyi arkamdan çıkarıp attım. Şalvarım da o renkti. Onu da sıyırıp fırlattım. Bir bez gömlekle kaldım. Davul gene devam ediyor. Şimdi o tembihleri birer birer hatırlamaya uğraşıyordum. Daha ne demişti? “Akşamları saç örgülerini çöz.” Saçlarımı koparırcasına bir aceleyle çözdüm, dağıttım. Gene faydasız. Davul hâlâ çalınıyordu. Gitgide kapıyı rezeleri üzerinde iyiden iyiye sarsmaya başladılar. Artık anlıyordum. Öteki hizmetçiler gibi, ben bunların üzerlerine süprüntü dökmeden, başlarına tükürmeden, bu gece beni kabahat işlemeden boğacaklardı. Ah, can pek tatlı şey… Kurtulmak için aklımın olanca gücüyle dadının dediklerini hatırlamaya çalışıyordum. O, daha demişti ki: “Seni korkuttukları vakit ayaklarının başparmaklarının tırnaklarını birbirine sürt, iki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas. ‘Emret ey cin, hazırım!..’ diye bağır.”

Üzerine basmak için demiri nereden bulayım? Etrafıma bakındım. Dolabın üzerinde bir anahtar gördüm. Onu yere attım. Üzerine çıktım. İki elimle kulaklarımın memelerine yapıştıktan sonra ayaklarımın başparmaklarını birbirine sürtmeye başladım. Aman Allah’ım ne güç hareket, ne zor iş… Ne yorgunluklu didinme… Benimse zavallı, ayakta durmaya gücüm kalmamıştı. Ayak tırnakları kolaylıkla birbirine sürtülmüyor. Ellerim kulaklarımda olduğundan ikide birde patadak odanın ortasına yuvarlanıyorum. Bu çalışmam bir etki yapmadı. Gürültü olanca hızıyla sürüyordu. Son öğüt olan “Emret, hazırım ey cin!” boyun eğiş çığlığını bir türlü çıkaramıyordum. Çünkü ben hemen büsbütün çıplak bir kadın… Erkek midir dişi midir ne türlü zebella olduğunu bilmediğim bir periye, “Emret, her şeye hazırım!” diye nasıl bağırayım?

На страницу:
2 из 3