
Erken Uyanan Adam
Mehsut Muhiti’nin methiyesini duyan Abdülhaluk Uygur’un yüzünü bir kızıllık aldı.
–Bizim evlatlarımız işte böyle okuyup yetişse, o zaman halimiz ne kadar güzel olurdu! –dedi sabahtan beri sessiz sedasız konuşulanları dinleyen Hüsamidin Zuper.
–Eğer bizim açtığımız mektepler kapatılmasa, bu günlere kadar devam etmiş olsa, bir sürü aydın yetişmiş olacaktı!… –dedi Mehsut Muhiti iç geçirip.
–“Civcivin şomluğundan tavuğun memesi yok!” denildiği gibi, bütün işler yine kendimizden oldu, dedi Latif Efendi hiddetle, onun dudakları gazaptan titriyordu. Onun bu sözünün etkisiyle misafirhanede oturanların gözlerinin önüne; şu yıllarda mutaassıp mollaların yaygara çıkararak, büyük ümitlerle açılan yenilikçi okullara karşı çıkması, bu konuda Urumçi valisi Yan Zenşin’e şikâyette bulunması, müstebit hükümetin onların yaygaralarına itibar ederek, bunu da bahane edip okulları kapattırıp, hocalarını cezalandırıp dağıtması gibi acı hatıralar dizildi.
–Öyle, bütün her şey kendi uğursuzluğumuzdan oldu, dedi Mehsut Muhiti geçmişi anımsayıp, -mutaassıp mollalar açtığımız mekteplerin üstünden gürültü kopararak şikâyette bulundu. Bu iş yurdumuzu cehalette bırakıp müstebit bir yönetim sergileyen Yan Cyancün’ün çok hoşuna gitti. Bununla birlikte o bir buyrukla okullarımızı kapattırdı. Yıllar geçip gitti, halk gittikçe daha derin cehalet bataklarına saplanıp kaldı. Bilen adama bu, söylemekle tükenmez, dayanılmaz ağır bir dert. Bu dertler insanı öldürür, yok eder!.. Söz buraya geldiğinde, Mehsut Muhiti’nin sesi titremeye başladı. O çok heyecanlanmış ve öfkelenmişti.
–Tahirbeg13’in Sun Cunşen Efendi ile görüşme işleri de bir tarafta kaldı, dedi Mümin Efendi derin bir nefes alıp, -Sun Cunşen Efendi Doğu Türkistan’da milli eğitimi düzenleyin diye güzel sözler söylemiş.
–Sun Cunşen Efendi Şinhey ihtilalini başlatıp iki bin yıllık feodal hanlık düzenini devirerek, onun yerine cumhuriyet kuran büyük adam. Bunun için, ona devletin babası deniliyor. Ama bu cumhuriyetin bizim Doğu Türkistan’a uğradığı yok, dedi Mehsut Muhiti gazapla.
Sözün buraya gelmesiyle, ev içi durgun su gibi sükûta gömüldü. Yüzlerinden, herkesin hayal denizinin derinliklerine dalıp gittiği anlaşılıyordu. Biraz sonra Abduhaluk Uygur konuşup, hüküm süren sessizliğe son verdi:
–Sun Cunşen Efendi tarihi doğru özetleyip, Çin; Henzu, Mançu, Moğol, Uygur, Zanzu’dan ibaret beş milletin ortak devleti, Çin medeniyeti de bu milletlerin yarattığı ortak bir medeniyettir, bunun için bütün halkın hukuk karşısında eşit olması gerekmektedir, diyerek son derece doğru konuştu. Eşit olmayan milletlerin dost olması, ittifak yapması mümkün değildir. Maalesef, bu söz söylendiği yerde kaldı. Burada hâkimiyet başındakilerse kendi bildikleri yola devam ediyorlar. Yan Cyancün’ün halkı cahil bırakarak yönetmek istemesi, kendi bildiği yolu uygulamaktır. Çünkü o, halk uykudan uyanırsa, eşitsizlik temelinde yürütülen siyasete, zorbalığa karşı çıkıp, eşitlik, cumhuriyet talep eder, diye korkup, milli eğitimimizi baltaladı. Sözü toparlarsak, onun maksadı işte bu!..
Ev sahibi yemek getirdi. Misafirler yemeğin üstüne yine büyük meseleler hakkında konuştular. Sun Cunşen Efendi önderliğindeki Şinhey İhtilalı, o yıllarda Çin’in içindeki militaristlerin savaşı, Sovyet Ekim İhtilalı, Dış Moğolistan’daki ihtilal hakkındaki söz ve düşünceler onların en çok ilgisini çeken konulardı.
Yemekten sonra misafirler dışarıya çıkıp, ellerini ayaklarını hareket ettirip, temiz gece havasıyla serinlediler. Törehan’ın kendi eliyle yetiştirdiği, meyvesinin çokluğundan dalları eğilen elma, armut, şeftali gibi meyve ağaçlarını seyre daldılar, inci gibi parlayan üzümlere bakıp hayran kaldılar. Gezinti esnasında herkes kendi istediği meyveden koparıp zevkle yedi. Gün batıp hava karardığında, birer ikişer toplanan misafirler rahat rahat oturup, tatlı sohbetlerle neşelendiler.
Onların sohbet konusu hayli çoktu. Söz Beycin – Tiyenşan’la başlasa, Moskova, Leningrad’la sona eriyordu. Dünyadaki her tür ilerlemeden söz ediliyordu. Tarihten söz açılsa, İdikut, Beşbalık’tan başlanıp, Karahanlılardan, Saidiye Hanlarından çıkılıyordu. Bazen Kunteyci, Apak Hoca hakkında konuşulsa, bazen Timur Halife, Moydin Halifelerin isyanı dile getiriliyordu. Bazen yurttaki cehalet, nadanlık, hurafecilikten şikâyet ediliyor, bazen vatanlarının gelecekteki ilerlemeleri tasavvur ediliyor, çeşitli tahminler öne sürüyorlardı…
Ev sahibi ikinci defa sofra serip, akşam yemeği getirmek için hazırlık yaparken, kalabalık şairden birkaç parça şiir okumasını istedi. Gelen istek doğrultusunda şair yeni yazdığı biri şiirini okudu:
Turfan GecesiNe kadar da sıcak, ne kadar boğuk,Nasıl bunaltıcı Turfan gecesi!Nefesim sıkıştı, göğsüm daraldı,Terletiyor cip cip Turfan gecesi.Çaylardan soğusa sıcak rüzgârlar,Terleyip beşikte ağlar çocuklar.Sussun diye ninni söyler analar,Nasıl bunaltıcı Turfan gecesi!Parıldayıp durur gökte yıldızlar,Bağlarda solgun güller kunduzlar14,Elde yelpaze, şikâyetli laflar,Nasıl bunaltıcı Turfan gecesi!Üzümler ki güya birer damla yaş,Ağlıyormuş gibi yurtta keri -yaş15.Ne zaman çıkar ki güneş atıp kaş?Acayip karanlık Turfan gecesi!Ne zaman nur saçıp atar altın tan,Doğmaz mı bu güneş deyip şaşırmaGün ağardı aydınlandı attı tanEr ya da geç biter Turfan gecesi.Üçüncü Bölüm
On beş günlük dolunayın çatıdaki pencereden tıpkı değirmenin ardından akan su gibi görünen şulesi evin tam ortasına düşüyordu. Bu gece yarısına kadar belge düzenledi.
Abdülhaluk Uygur hala yazmakla meşguldü. Pencere altına konulan büyük masanın ortasındaki elektrik lambası sarı ışık saçıp, aydınlatarak şairin çalışmasına imkân sağlıyordu. Pencereden süzülüp duran serin dağ rüzgârı şairin lamba ışığında parlayıp duran geniş alnını ve yüz, gözünü okşayıp, ona eşsiz bir huzur veriyordu. Böyle sakin, böyle serin bir yerde şairin ilhamı tıpkı taştan taşa çarpıp coşarak akan büyük nehir suyu gibi kabarıyordu.
Önceki akşamdan gece yarısına kadar şiir yazmakla meşgul olup, sayfa sayfa kâğıtları güzel şiirsel ibarelerle işleyen şair, başının, bedeninin yorulduğunu hissedip mola verdi. Aklına çok mühim bir iş gelip yine durdu. O anda aklına kadirşinas dostu lambaya minnettarlığını bildirmek geldi. Bu yüzden o derhal bir yaprak kâğıt alıp, dikdörtgen şeklinde katladı. Katladığı her bir köşeye gazel şeklinde bir teşekkür name yazmaya başladı:
Geceyi gündüz kılar tıpkı bir inci bu çırak16,Nurunu güneşten almış nur –ı cevher bu çırakKapkaranlık gecede nurun kaynağı bu çırak,Gece yolu şaşıranın meşalesi bu çırakGece kalem tutulmazdı olmasaydı bu çırakNice yazsam öyle coşar gece bu derd-i firak.Abdülhaluk gece gündüz ayrı kaldın uykudan,Tıpkı pervane gibi ol, kalma bu nurdan ırak.Abdülhaluk gazeli bir kez gözden geçirip, kâğıdı katlayarak, ortasından bir delik açıp, büyük bir özenle lambaya giydirdi. Ayimhan’ın “uhh…” deyip uzun nefes alışı duyuldu. O uyanmıştı. Bunu anlayan şair lambaya kâğıdı giydirdikten sonra, dönüp Ayımhan’ın yıldız gibi parlayan ahu gözleriyle karşılaştı.
–Ne oldu, uyandın mı dedi. Şair sevgiyle gülümseyip.
–Tan atıyor, sen ne zaman uyuyacaksın diye bakıyorum, dedi Ayimhan tatlı bir sesle.
–Henüz erken değil mi?
–Aya baksana, öğle oldu, Ayimhan böyle deyip nurlu gözlerini şairden kaçırıp sessizce yattı. O sırada onun keklik kaşlarının altındaki badem göz kapakları tamamen açılıp, bir güzelliğe on güzellik katıyordu. Kadirşinas sevgilisinin bu kadar güzel ve sevimli yüzünden etkilenen şair teselli etmek isteyip:
–Yazdıklarımı bir kez gözden geçirip yatayım demiştim, dedi.
–Ahh… Ayimhan derin bir nefes alıp aniden şaire baktı.
–Evet… Yine neden ah çekiyorsun?
–Ben de yazmayı biliyor olsam diye arzu ettim, -deyip gözünü kocaman açıp şairin gözlerine dikti Ayimhan.
–Bilsen ne yapacaktın? –Şair elini uzatıp onun tıpkı bir kuyu gibi, güzel çift çenesini okşadı.
–Ne yapardım, sana yardım ederdim işte, dedi Ayimhan salınarak gülüp. Onun bembeyaz dişleri lambanın ışığında sedef misali parlıyordu.
–Öyle olmasa da çok yardımcı oluyorsun.
–Nerde? –Ayimhan dertli bir ah çekip sözüne devam etti, babam beni kız çocuğu diye Kur’an okumayı biraz öğrendi deyip okuldan erken aldı. Eğer öyle yapmamış olsa ben okuma yazma biliyor olacaktım. Şimdi senin yazdığın yazılara ben tıpkı bir kör gibi bakıp kalıyorum. Ne kadar hayal etsem bizim böyle okuyanlarımızın hiçbir şeye yardımı olmuyor. Kur’an okumayı öğrenmek bizi teferruatın dışına çıkarmıyor. Bakıldığında, bununla hiçbir iş vücuda gelmiyor.
Ayimhan’ın yarı uykulu söylediği sözleri basit gibi algılansa da, aslında çok derin manaya sahipti. Onun sözlerinde halkın omzuna dağ gibi basıp duran bütün külfetler, milletin gözünü kör bırakan sebeplerin ana kaynağı olan eski eğitime karşı şiddetli bir isyan ateşi yanıyordu. Bunu düşünen şair Ayimhan’la meseleyi derinlemesine konuşup:
–Çok önemli bir şey söyledin, ben senin bu kadar derin fikirli olduğunu düşünmüyordum, dedi.
–Öyle, senin beni düşünmediğini biliyorum, dedi Ayimhan öfkelenip.
–Yok, öyle değil, ben seni çok düşünüyorum. Ama şimdi böyle paha biçilemez sözler söyleyip beni hayran bıraktığın için öyle söyledim, üzülme sen, canım! Şair özür diledikten sonra sözüne devam etti, başımızdaki külfetlerin kaynağı senin söylediğin teferruatların dışına çıkamamamızda, bunun gibi hiçbir şeyin manasını düşünmememizde. Sen bunu iyi özetledin. Ben buna tamamen katılıyorum, -o Ayimhan’ı yavaşça kendisine çekip, elma gibi parlak ve hoş kokulu yanaklarını koklayıp öptükten sonra, ekledi, teferruatın dışına çıkamamamız yönüyle bizi nadanlık, hurafecilik kıskacına almıştır. Bu zamanda her yerde işan –sofilerin “zikir –sema”sı, falcı kadın, üfürükçü, büyücülerin hurafelerle dolu inançları zirveye çıktı. Onlar işlemeden dişliyorlar, onlar kendi geçimini sağlayabilmek adına yalancılık yapıp, türlü usullerle halkı şuursuzlaştırmaktalar. Bu bizim hayatımızdaki en acıklı, en korkunç afet. Bu afetten kurtulmanın yegâne yolu halkı uyandırmaktır. Bunun için okullar açıp, senin de istediğin ilim irfanla halkı hurafelerin esaretinden kurtarmak gerek. Bu çok mühim ve zor bir iş. Beni geceleri uyutmayan işte bu kaygı.
Bu sözleri dikkatle dinleyen Ayimhan önünde oturan şairin boyunu Tanrı Dağlarından da yüce, şan şerefte binlerce on binlerce adalet savaşçısının galip komutanlarından da saygın olduğunu düşündü. Sıçrayıp yerinden doğruldu:
–Okul açılsa, ben de okurum, dedi kararlı bir sesle.
–Okul açmak güzel iş, fakat ona yol yok!
–Neden?
–Onlar okuldan korkuyor. Halkın uyanmasından korkuyor, dedi şair sakince anlatıp, -halk uyansa akla karayı fark edip, onların cahil bırakma siyasetine karşı çıkacak. Halk ayaklansa, kendi mukaddes hukuklarını tanısa, onların müstebit hâkimiyetini yıkıp, tahtı -bahtını yerle bir edecekler. Bunun için korkuyorlar.
Ayimhan nefesini tutmuş sessizce oturup bu sözleri dinliyordu. Şair ciddiyetle sözüne devam etti:
–Bizim okul açmamıza dinî, hurafe temelli örf adetler de sert engeller çıkarıyor. En tehlikeli ve zehirli kara güç işte bu. Bunlara teşebbüs eden cehaletperestler, halkın uyanışından çok korkuyorlar. Çünkü halk cehalet, nadanlık uykusundan uyansa, onların menfaatleri zarar görecek. Bunun için, onlar her türlü içtimai uyanış hareketine karşı çıkıyor. Mesela, Mehsutbay Tataristan’dan iki kez öğretmen davet edip tüm masraflarını kendisi karşılayarak Astane’de okul açtı. Bu okullarda, eğitim işleri bir zaman yoluna konuldu. Daha önce bahsedilen mutaassıp kara güçler isyan başlatıp: “Mehsutbay yenilikçi mektep açtı, hesap, coğrafya diye Besmelesiz bir şeyler okutuyorlar, dünya yuvarlak diyorlar” diyerek fitne fesat yayıp, Yan Zenşin’e şikâyet ettiler. Yenilikçi mektepleri kapatmak için bahane bulamayan Yan Zenşin onların şikâyetini dikkate alıp bir buyrukla yenilikçi okulları kapattırdı. Öğretmenlerini kovdu, hatta sürgün etti. Bunlar 1918 yılında olan şeyler. Aradan birkaç yıl geçince Kaşgar’da yine bir eğitim hareketi başladı. Merhum Abdukadir Damollam öncülük yapıp, medreselerdeki eski tarz eğitim işlerinde ıslahat yapmaya teşebbüs etti. Medreselerin vakıflarından para ayırıp, öksüz –yetimlerin bakımını yoluna koydu. En önemlisi yabancı ülkelerden gelen misyonerlere karşı koydu. Ne yazık ki, Abdukadir Damollam’ın terakkiperverliğini desteklemek yerine bir takım zenginlerle mutaassıp kara güçler ağız birliğiyle ona karşı çıktılar. En sonunda bu kara güçler bir suikastla Abdukadir Damollam’ı katlettiler.
Ayimhan bu dehşet verici facia karşısında yüreği yarılmış gibi, derin bir nefes çekip şaire bakakaldı, vücudu tir tir titriyordu. Şair onu hemen kendine doğru çekip, sevgiyle bakarak sözünü devam ettirdi:
–Bununla birlikte yine ilim semasında bir yıldız sönüp, terakkiperverlik hareketi yerle bir oldu.
–Öyle mi kalacak?
–Elbette kalmayacak. Halkın eğitime olan talebi hiçbir zaman bitmeyecek, belki bu arzu gittikçe güçlenecek. İşte, o talep edenlerden biri de sensin. Bunun için yenilikçi okullar açmamız gerek. Eğer açmasak, halkın, senin isteklerin nasıl yerine gelir? Bu yolda türlü türlü engellerle karşılaşsak da, kesinlikle gevşemeden onları aşıp geçerek ileriye yürümemiz gerek. “Engelin çok olsa da korkma, daima ileri yürü” bu bizim şimdiki şiarımız…
Ayimhan Abdülhaluk Uygur’dan bunun gibi daha çok sözler duydu. Şairin gurur, vicdan suyuyla sulanan sözleri Ayimhan’ın gönül evinde yer bulup, vücuduna büyük bir güç, kuvvet bahşetti, bununla birlikte o yüce bir gaye, sağlam bir irade kazandı.
Abdülhaluk Uygur söylemekten yorulmadı. Ayimhan’sa şairin sözlerine doyamadı.
Bir günlük meşgulat, bir günlük hareket… Bunun verdiği yorgunluk sonunda galip geldi. Bundan dolayı onlar sarılıp tatlı bir uykuya daldılar.
Dördüncü Bölüm
1“Mektep açılırsa, ben de okuyacağım!”
Bu yalnızca Abdülhaluk Uygur’un candan aziz sevgilisi Ayimhan’ın talebi değil, binlerce, on binlerce insanın ve çocuklarının arzusu, emeli idi. Böyle umumi bir arzu nasıl göz ardı edilebilirdi? Buna itibar etmemek genç şairin arına dokundu. O yüzden o, bu konuda çok düşünüp birkaç gün boyunca doğru dürüst bir iş yapamadı. Bilhassa geceleri bu hayal âlemine girip, tan atana kadar uyumuyordu. Bir gün bu konu hakkında görüşmek için o, doğruca Hesamidin Zuper’in evine vardı. Misafirhaneye girer girmez:
–Hesamidin ağabey ben şöyle bir iş için geldim, dedi selam vermek yerine.
–Buyur şair, Hesamidin Zuper hesap defterinden başını kaldırıp şaire baktı. Onun bakışlarında “haydi söyle, dinliyorum” diyormuşçasına açık ve sıcak bir yaklaşım vardı.
–Okul açsak diyorum, dedi şair heyecanla.
–Bu güzel bir fikir! Ben desteklerim. Haydi, düşüncelerinizi söyleyin, duyalım.
–Şimdilik bir sınıflık açsak mı ki?
–Nerede?
–Bizim avluda olabilir.
–Mehsum ağabeyin haberi var mı?
–Henüz konuşmadım. Haklı işe babam da yok demez.
–Gayretiniz için Barekallah! –Dedi Hesamidin Zuper gönlünden geçen sözü söyleyen kişiye minnettarlıkla gülümseyerek, -size göre bu işin imkânı var öyle mi?
–Dünyada bir sürü iş cüretten doğar, dedi şair ümit var olarak. –Kolları sıvayıp işe başlasak, “Tevekkül deryasına saldım gemimi, ya Bay’dan çıkar, ya saydan çıkar17” diye bir söz yok mu?
–Bu sözleriniz doğru, ama -Hesamidin Zuper bir süre kapkara bıyıklarını sıvazlayıp biraz düşündükten sonra, devam etti, okul açmak şimdiki şartlarda çok zor bir iş. On yıldan beri hükümran olan yaşlı Cyancün18’ün karakterini hepimiz biliyoruz. O çok hunhar bir kişi. Milli eğitimi de her zamanki bakış açısıyla yasaklamıyor. Onun asıl maksadı halkı cehalette, nadanlıkta bırakıp hükümranlığını sürdürmek. Bundan başka, onun böyle bir siyaset izlemesine bizim akılsız, mutaassıp mollalarımız yardım ediyor. Bu durumları siz genç olsanız da etraflıca düşünürsünüz. Tamam, biz tevekkül edip okul açtık diyelim, bu mollaların kulağına ulaşır, onların karşı çıkması, bire iki katıp yönetime yetiştirmesi, hatta yaşlı Cyancün’e şikâyet etmesi mümkün. Durum o dereceye geldiğinde, kısmen gönül kırgınlıkları doğmayacak denemez. Hal böyle olduğunda ne yapmak gerek? Bu yönleri de düşünmeden olmaz.
Sözleriniz çok doğru. Böyle olacağı açık ama biz ne zamana kadar başımızı içimize çekip kirpi gibi büzülüp yatacağız! Armut piş, ağzıma düş demekle olmaz, bunun için…
–Bunun için biz yapacağımız işleri önceden dikkatlice düşünmeliyiz, dedi Hesamidin Zuper şairin sözünü keserek. “-Bilerek iş yapanın beli bükülmez” denildiği gibi, nasıl, okul açmanın zaruri olduğunu düşünüyorsak, buna karşı yapılacak itirazları da tamamen düşünmemiz gerek. Biliyorsunuz, Mehsutbay şimdi yok, Semey’e gitti. Zaten burada olsa da öne düşmezdi. Çünkü ona bu tür hareketleri kesinlikle yasakladım. Eğer o öne düşse, zarar görebilir. Yan Zenşin boş bir adam değil, eli kana boyanmış, dikkat etmezsen olmaz. Ben de böyle ihtiyatlı davranıyorum. Lakin size kesinlikle yardımcı olurum. Bunun için bu işi çok gürültü çıkarmadan, kendi içimizde bilip sekiz –on çocuk toplayıp okutalım. Eğer bir itiraz olmazsa yavaş yavaş genişletiriz. Kazara fitne fesat çıkarsa icabına bakalım. Sonra da hiç bir şey olmamış gidi davranalım. Ne dersiniz?
2Şehir içindeki koruda19 birkaç yıldan beri pamuk deposu olarak kullanılan büyük evin duvarlarını, tavanını kalın toz toprak bastığından onu temizlemek öyle kolay olmayacaktı. Böyle olduğu halde Abdülhaluk Uygur’la Ayimhan’ın bugünlerdeki heyecanı karşısında bu iş hiç de zor değildi. Onlar evi göz açıp kapayıncaya kadar temizleyip, güzel bir hale koydular.
–Temizlik yapmak ne kadar güzel değil mi? İşte bak, saçını yıkayıp tarayan bir kıza benzeyen dershanemiz ne kadar güzel oldu, dedi şair hoşnutluğunu belirterek.
–Şöyle saç sakalını kestiren yiğitlere benzetsek de olur, dedi Ayimhan gülümseyip.
İkisi bir vakit gülüştükten sonra, eve sıra dizdi. Bu ev peyderpey dershaneye benzemeye başladı. Şimdi tahta boyama ve tebeşir yapma bekliyordu onları. İkisi konuşup kilerdeki soba borularını çıkartıp, onlardan bir leğen kurum döktü. Bu esnada şairin yüzüne is sürülmüştü, Ayimhan buna istihza ile güldü. Ama şair bundan habersiz kaynatılan tutkalla kurumu karıştırdıktan sonra, donup kalmasın diye aceleyle tahtayı boyamaya girişti.
Ayimhan tebeşir hazırlamak için yakılan kireçtaşını elekten geçirdiği sırada yüzüne bulaştırdı, bunu gören şair alay edip gülmeye başladı:
–Bundan sonra sana pudra almasak da olur!
–Benim için olmasa da sana biraz almadan olmaz, dedi Ayimhan şakayla karışık gülerek.
–Bana lazım değil.
–O olmasa yüzündeki kara kuruları nasıl temizleyebiliriz? –Ayimhan katıla katıla güldü.
Bunlar olduktan sonra şair yüzüne is sürüldüğünü anlayıp utanır gibi oldu. Ayimhan onun yüzündeki karaları silmek için yanına geldiğinde, şair de onun yüzündekileri silip temizledi.
İkisi birlikte tahtayı kaldırıp deponun duvarına astığında, bu depo kusursuz bir okul görünümü kazandı. Ayimhan dışarıya çıkıp kuruyan tebeşirden birkaç tane getirdi. Şair tebeşirle tahtaya:
“Mektep cennet,Gel, okumaya devam et”diye güzelce yazdı.
Ertesi günden itibaren belirlenen çocuklar gelmeye başladı. Hesamidin Zuper en küçük kardeşi Siraceddin’i ilk olarak okula verdi. Sekiz –on çocuk toplandı. Bunların içinde kızlar da vardı. Kızlar Ayimhan’la birlikte okuyordu. Okul giderleri ve öğrencilerin defter kalem gibi giderlerini Hesamidin Zuper kendi üstüne almıştı.
Okulun ilk temellerini atan şairin gönlü, ileriye bakınca çok huzur buluyordu. O öğrencilere heyecan ve istekle ders anlatırken günlerin nasıl geçtiğini bile anlamıyordu. Çocuklara ana dil ve hesap derslerini canı gönülden öğretiyordu. Öğretmenlik işi mihnetli ve az talep edilen en cefalı hizmettir. Bunun için şair gündüzleri öğretmenlik yapıp epey yoruluyordu, bundan başka geceleri usandım yoruldum demeden, gece yarısına kadar lamba altında pencereden esen serin havadan nefeslenip oturarak, kabaran ilham denizlerinden değerli inci –cevherleri topluyor, marifet gülistanına nakışlar işliyordu.. Onun kalemi altında yazılıp çıkan güzel sözler, ilmi hikmetler, açık fikirler, halkın anlayacağı sade, anlaşılır şiirler binlerce, on binlerce çalışan insan topluluğunun gönlündeki maksat -dileği, ümit –isteklerinin sembolü sıfatıyla sanki kutup yıldızı gibi parlıyordu. Bu sebepten dolayı bu şiirler çok kısa bir süre içinde şehirde, köylerde, medrese odalarında, şölenlerde, toplantılarda kesinlikle okunulan, elden ele dolaşan, sanki değerli bir inci gibi kıymet kazanıyordu.
Şiirden az çok haberi olan herkes Abdülhaluk Uygur’un şiirlerinde parlayıp duran fikirlerden son derece memnun kalıyor, o şiirlerdeki lezzeti, şiir bağlarında henüz olgunlaşmış her çeşit tatlı meyveden de şirin ve leziz görüyordu. Onun şiirlerinde gerçek istekler vurgulanıyor, parlak ümitler dalgalanıyordu. Savaş nişanları çolpan gibi parıldıyordu. Bu şiirler yine halk gaflet uykusundan uyanıp, ruhu sarsılıp cesaret ve gayretle savaşa atılmış olsa, arzu –emele ve parlak istikbale ulaşabileceğinin hakikatini nur saçan canlı hitaplarla ifade ediyordu. Şairin “Kesilmez Umut”, “Vicdan Azabı”, “Gönül Arzusu”, “Görünen Dağ Uzak Olmaz” ve buna benzeyen birçok şiirleri raviler vasıtasıyla halk arasında geniş bir şekilde yayılıyordu. Bu şiirlerin şifalı didarından binlerce on binlerce dertli yürek derman alıyordu. Zamanın dert ve belasından çak çak olan hasta gönüller özüne dönüyordu
Abdülhaluk Uygur’un bu tür cesur şiirleri yalnız Turfan’da değil, Urumçi, Guçun, Manas, Kumul gibi yerlerde de büyük dalgalar hâsıl ediyordu. Onun şiirlerinden kopyalar şehirden şehre yayılıyor, hatta eş dost kendi arasında sözlerine selam kılarak gönderiyorlardı.
3Öğleye yakın bir zamanda avluya iki adam gelip girdi. Onların zayıfça, sivri sakallı olanı Rozi Molla isimli yerli bir kişi olup, Abdülhaluk Uygur’un Çince mektepte birlikte okuduğu sınıf arkadaşı idi. Beyaz tenli, kuş burunlu, öğrenciye benzeyen bir diğeri ise tanıdık değildi. O yabancı gibi görünüyordu. Abdülhaluk Uygur dershaneden çıkıp misafirlerin yanına geldi.
–Esselamü Aleyküm…
–Ve Aleyküm Selam… Rozi Molla nasılsın? İyi misin?…
Rozi Molla Abdülhaluk Uygur’la tokalaşıp görüştükten sonra, gözlerini sakına sakına, çocukların cıvıldadığı dershane tarafına dikkat kesildi. Tanımadığı adamsa çok saygın bir adamın önünde duruyormuşçasına çekinerek duruyordu.
–Bu misafir Kumul’dan gelmiş, dedi Rozi Molla yanında duran misafiri gözüyle işaret edip. –Abdülhaluk ile görüşmek istiyorum, evini bulamadım diye arayarak yürüyordu. Ben de kılavuzluk yaptım.
–İyi yapmışsın, eve girelim, dedi şair misafirleri eve davet ederek.
–Ben gideyim, işim acele, dedi Rozi Molla, dönüp dershane tarafına bakarak. –Burada okuyan çocuklar mı var, -Nasıl?!
–Kardeşlerimin çocuklarının birkaçı gelmişti…
–Ha… Öyle mi? Güzel… Rozi Molla gidip dershaneye başını uzatarak baktı. –Bu bildiği bir mektepmiş, tahta, sıra –masa hepsi tamam. Ne kadar güzel…
O çocuklara, dershanenin içine dikkatlice göz gezdirdikten sonra arkasına döndü. Şair onun biraz oturmasını istese de, o özür beyan edip çıkıp gitti. Onu uğurlayıp dönen şair avluda bekleyen yabancı misafiri kendi çalışma odasına aldı.
Ev basit fakat tertemizdi. Pencerenin altına konulan masanın üstünde divit –kalem, defter –kâğıt düzenli bir şekilde duruyordu. Yine nişte birçok kitap vardı. Misafir Fatiha okuduktan sonra, utanarak kendini tanıttı:
–Kumul’dan geldim, adım Aziz Niyazi, vakitsiz gelip işlerinizi bozduğum için mahcubum.
–Yok, asla öyle düşünme, dostlar için her zaman hazırız, hiçbir zaman zahmet olarak görmeyiz, dedi şair gülümseyerek. –Hoş geldiniz, Kumul’dan ne zaman geldiniz?
–Şimdi, dedi o heyecanla şaire bakıp. Cenaplarına selam vermek, yüzünüzü görüp sohbetinize dâhil olmak arzusu ağır bastığı için, eşyalarımı hana bırakıp aceleyle geldim.
–Pek güzel… Gönül visal aradığında, dost ahbaplar bazen insanı işte böyle aceleye mecbur ediyor. Acele etmek gerek, yaşamanın anlamı da istek –arzulara ulaşma yolundaki acele hareketlerden ibaret demektir. İşte bugün siz de bu çizgiden çıkmayıp geldiniz. Gelmeniz ne kadar güzel oldu. Konuşuruz, dost oluruz.
Şair mümkün olduğu kadar yumuşak konuşup, misafirin utancından yüzüne akseden rengi gidermeye çalışıyordu.
–Teşekkürler, dedi Niyazi minnettarlığını bildirerek. –Geçen yıl dostlardan biri sizin şiirlerinizden nüsha kop-ya edip, hediye niyetiyle fakire göndermişti. O nüshalar Kumul’da elden ele geçip sanki bir yüzük gibi kıymetlendi. Kumul’un Rahatbağlarında, medrese odalarında, ticaret merkezlerinde, şölen –şenliklerde coşkuyla okundu. O şiirlerden lezzet almayan, bedii kuvvetinden etkilenmeyen bir tek kişi kalmadı. Herkes bir ağızdan, çok anlamlı ve tesirli yazılmış deyip size methiye okudu. –Niyazi biraz durup dudaklarını ıslattıktan sonra devam etti. –Hepsinden çok bana tesir etti, sizi gıyabi üstat kabul edip, taklit ettim. Gece gündüz alıştırma yaptım. Faydalı bir parça şiir yazmak kolay iş değilmiş. Öyle olsa da yılmadım. Gayret edip birkaç parça şiir yazdım geldim. Gerçi ham olsa da size göstereyim dedim, zahmet olmazsa…