

Haliç’te Türk Kahvesi

GALATA
Arkadaşım da ben de ancak vardıktan dört gün sonra kendimize gelebildik. Sabahın erken saatlerinde köprüye gelmiştik ve günü nasıl geçireceğimize henüz karar vermemiştik. Yunk sakin sakin, etrafı gözlemleyerek şehirde bir tur atmayı önerdi. “Yürüyelim.” dedi. “Gece yarısına kadar sürse de Haliç’in kuzey kıyılarının tamamını gezelim. Bir Türk lokantasında kahvaltımızı yapar, bir çınar ağacının gölgesinde azıcık kestirir ve sonra kayıkla da geri döneriz.” Teklifini kabul ettim, yanımıza sigara ve bozuk para aldık, şehir haritasına şöyle bir göz gezdirip Galata’ya doğru yola koyulduk.
İstanbul’u yakından tanımak isteyen okur bize eşlik etme fedakârlığında bulunsun. Galata’ya vardık, gezimiz tam bu noktadan başlayacak. Galata, Antik Bizans mezarlarının bulunduğu, Boğaziçi ve Haliç’in arasında denize doğru uzanan bir tepenin üstüne kurulmuştur. Burası İstanbul’un merkezidir. Neredeyse tüm sokaklar dar ve dolambaçlıdır, sokakların her yerinde tavernalar, pastaneler, berberler, kasaplar, Rum ve Ermeni kahvehaneleri, tüccar yazıhaneleri, atölyeler, barakalar vardır, hepsi Londra’nın varoş mahallelerinde olduğu gibi karanlık, ıslak, çamurlu ve kaygandır. Yoğun bir kalabalık tramvaya, eşeklere, at arabalarına, hamallara yol vermek için devamlı kenara çekilmek zorunda kalarak koşturur durur. İstanbul’un neredeyse tüm ticareti bu semt üzerinden yapılır. Burada Menkul Kıymetler Borsası, Gümrükçüler, Avusturya Lloyd ve Fransız Mesajeri yazıhaneleri, kiliseler, konvansiyonlar, hastaneler ve depolar vardır. Bir yer altı demir yolu Galata ve Pera’yı birbirine bağlar. Eğer yol üzerinde sarıklıları ve feslileri görmezseniz, burası hiç de Doğu ülkesi gibi gelmez size. Dört bir yandan Fransızca, İtalyanca ve Cenevizce konuşulduğu işitilir. Burada Cenevizliler, neredeyse kendi evindelermiş gibi davranırlar, limanları kendi gönüllerine göre kapattıkları ve imparatorluğun tehditlerine top atışıyla karşılık verdikleri günler geride kalsa bile hâlâ patron havasında takılırlar. Oysa onların gücünden geriye ağır kemerlerle desteklenen birkaç eski ev ve Voyvoda’nın ikamet ettiği eski antik binadan başka bir şey kalmamıştır. Eskilerin Galata’sı artık neredeyse tamamen yok olmuştur. İki uzun yolun inşası binlerce evin yok olmasına sebep olmuştu, bu yollardan biri Pera’ya doğru çıkar ve diğeri ise kıyıya paralel olarak Galata’yı bir ucundan diğer ucuna bağlar. Arkadaşımla birlikte atlı tramvayların geçişine yol açmak için dükkânlara sığınarak bu yoldan yürümeye başladık. Tramvayların önünde, yolu boşaltmak için ellerinde bir kamışla önlüklü Türkler yürüyordu. Her adımda kulaklarımızda bir ses yankılanıyordu. Türk hamal, “Çekilin!” Ermeni saka, “Su var!” Rum saka, “Crio nero!” Türk eşek sürücüsü, “Burada!” şerbetçi, “Şerbet!” gazete satıcısı, “Neologos” Frenk arabacı, “Varda, varda!” diye bağırıyordu. On dakika süren yürüyüşümüz sonunda neredeyse sağır olmuştuk. Bir yerde bir yolun hiç asfaltlanmadığını fark edince şaşırdık, taşlar yerlerinden daha yeni sökülmüş gibi duruyordu. Durup iyice baktık, sebebini anlamaya çalışıyorduk. Bir İtalyan esnaf merakımızı giderdi. Bu sokağın sultanın saraylarına çıktığını söyledi. Birkaç ay önce, emperyal alayı buradan geçerken, Abdulaziz majestelerinin atı kaymış ve düşmüş, bunun üzerine iyi kalpli sultan oldukça üzülmüş ve sinirlenerek atın düştüğü yerden sarayına kadar olan bölgeden taşların derhâl sökülmesini emretmiş.


GALATA KULESİ
Mutlaka hatırlanması gereken bu noktada gezimizin doğu sınırını belirledik ve sırtımızı Boğaziçi’ne verip, bir dizi kasvetli ve kirli caddeden geçerek Galata Kulesi’ne doğru yöneldik. Galata semti açık bir yelpazeye benzer ve tepenin doruğuna yerleştirilmiş kule bu yelpazenin sapı gibidir. Kule konik çatılı, koyu renkli, oldukça yüksek ve yuvarlaktır, çatısının altında geniş pencereler bir tur atarlar ve bu hâliyle burası şeffaf bir teras gibi görünür. Burada şehirde çıkan yangınları haber verebilmek için gece ve gündüz bir bekçi bekler. Ceneviz Galata’sı, Galata’yı Pera’dan ayıran surların bitişiğinde yükselir, bu surlardan geriye artık tek bir iz bile kalmamıştır. Kule de zaten savaşırken hayatını kaybeden Cenevizlilerin anısına dikilen o eski İsa Kule’si değildir, Sultan II. Mahmud onu yeniden inşa ettirmiş, III. Selim ise ilk defa restore ettirmiştir lakin yine de burası Cenevizlilerin şanıyla taçlandırdığı bir anıt olarak hatırlanacaktır ve burada bir İtalyan, Şark imparatorluğuna karşı direnen ve ana vatan bayrağını bu kulede yüzyıllar boyunca dalgalandıran o yürekli ve kahraman bir avuç tüccarı, denizciyi ve askerî gururla düşünmeden edemez. Kuleyi geçince kendimizi bir Müslüman mezarlığında bulduk.

GALATA MEZARLIĞI
Galata Mezarlığı denilen yer, Pera’nın yamaçlarından Haliç’e kadar dik bir şekilde inen, eğri büğrü ve her yana düzensizce dağılmış taş ve mermer sütununu gölgelendiren büyük bir servi ormanıdır. Bu sütunlardan bazıları sarık şeklindedir ve üzerlerinde renkler ve yazılar görülür, bazıları ise sivridir, birçoğu devrilmiştir, kimilerinin tepesindeki sırık öyle koparılıp atılmıştır ki, insan bunların Sultan Mahmud’un öldükten sonra bile kafalarını uçurmak istediği yeniçerilere ait mezarlar olduğunu düşünür. Büyük çoğunluğu baş tarafa ve ayak ucuna yerleştirilen bir taş ile belli olur ve bunların ortasında bir toprak tümsek vardır; Müslümanların inancına göre Nekir ile Münkir isimli iki melek merhumun ruhunu yargılamak için bu iki taşın üzerinde oturur. Yer yer alçak bir duvar ya da korkulukla çevrili toprak setler vardır ve bunların tam ortasında kavuklu bir sütun ile onun etrafına dizili küçük sütunlar bulunur: Burada eşleri ve çocukları arasına gömülmüş bir beyzade ya da paşa yatmaktadır. Ormanın içindeki yollar birbirinin içinden geçerek kıvrıla kıvrıla bir sürü küçük yolla kesişe kesişe gider; gölgede oturan bazı Türkler çubuklarını tüttürürler, mezarların arasında birkaç çocuk hoplayıp zıplar, birkaç inek otlanır, yüzlerce kumru servilerin dalları arasında öter durur, örtülü kadınlarlar grup hâlinde geçerler ve servilerin arasından İstanbul’un ışıltılı minarelerinin beyazına karışan Haliç’in mavisi parlar.

PERA
Mezarlıktan çıktık, Galata Kulesi’nin dibinden geçtik ve Pera’nın ana sokaklarından birine daldık. Pera, denizden yüz metre kadar yüksekliktedir, havadar ve eğlenceli bir yerdir, Haliç’i de Boğaz’ı da görür. Avrupa kolonisinin West End’idir, zarafetin ve zevklerin şehridir. Yürüdüğümüz yolun her iki tarafında İngiliz ve Fransız otelleri, şık kahveler, ışıltılı dükkânlar, tiyatrolar, konsolosluklar, kulüpler, büyükelçilik sarayları bulunur ve bunların arasında Pera’ya, Galata’ya ve Boğaz’ın kıyılarındaki Fındıklı Mahallesi’ne bir kale gibi hükmeden Rus elçiliğinin taş sarayı yükselir. Buradaki kalabalık Galata’dakinden epey farklıdır. Erkekler silindirik, kadınlar ise çiçekli ve tüylü şapkalar takarlar. Narin mi narin Rumlar, İtalyanlar ve Fransızlar, varlıklı esnaflar, sefaret memurları, yabancı gemi memurları, büyükelçi arabacıları ve her milletten ne iş yaptığı belirsiz bir yığın insan vardır burada. Türk erkekleri, berber dükkânlarındaki bal mumundan yapılmış kafaları hayran hayran seyrederken, Türk kadınları şapkacıların vitrinlerinin önünde ağızları bir karış açık şekilde dikilir dururlar; Avrupalı yolun ortasında yüksek sesle konuşur, kahkahalar atar, Müslüman ise sanki başka birinin evindeymiş gibi hissederek İstanbul’daki hâline göre burada başı öne eğik yürür. Birdenbire arkadaşım beni geri döndürdü ve İstanbul’a şöyle bir baktık: bulunduğumuz yerden bakınca uzakta da olsa Sarayburnu tepeleri, Ayasofya ve Sultan Ahmed’in minareleri mavi renkten bir tülün arkasında parlıyordu o anda içinde bulunduğumuzdan başka bir dünyadaydık sanki. Arkadaşım “Şimdi şuraya bak.” diyince gözlerimi indirdim ve bir vitrindeki “La Dame Aux Camelias, Madame Bovary, Mademoiselle Girauf ma Femme” İsimli romanları gördüm. Bu ani geçiş beni de heyecanlandırdı ve düşünebilmek için orada bir süre kaldım. Sonra ben arkadaşımı gördüğüm muazzam güzellikteki kahvehaneyi göstermek için durdurdum: Kahvehane uzun ve geniş bir koridora sahipti, bu koridorun sonunda genişçe bir pencere vardı ve bu pencereden çok uzaklardaymış gibi görünen Üsküdar, güneşin ışığıyla parlıyordu.
Ana caddede ilerlemeye devam ediyoruz ve neredeyse sonuna gelmişiz. Bu esnada güçlü bir ses duyuyoruz: “Seni seviyorum Adele, seni yaşamaktan daha çok seviyorum! Şu dünyada kimsenin kimseyi sevemeyeceği kadar çok seviyorum.” Arkadaşımla şaşkın şaşkın birbirimize bakıyoruz, nereden geliyor bu ses? Etrafa şöyle bir bakınca, ahşap bir korkuluğun aralıklarından iskemleler ile dolu bir bahçe, bir sahne ve prova yapan komedyenleri görüyoruz. Bizim hemen yanımızdaki Türk bir hanımefendi de aralıklardan sahneyi izliyor ve kahkahalarla gülüyor. Derken yanımızdan geçen yaşlı bir Türk başını sallayarak geçip gidiyor. Kahkahalarla gülen Türk hanım birden bir çığlık atarak kaçmaya başlıyor; oradaki diğer kadınlar da çığlık atıp uzaklaşıyorlar. Neler oluyordu böyle? Ellili yaşların üzerinde bir adam oradan geçiyordu, bu Türk’ü tüm İstanbul bilirmiş, çünkü IV. Mehmet hükümdarlığı zamanında ünlü türk keşişinin tüm Müslümanlara yapmak istediği gibi dolaşıyordu: tepeden tırnağa çırılçıplak. Zavallı haykırıp gülerek çakıl taşlarının üzerinde zıplıyor, bir sürü küçük haylaz çocuk korkunç bir gürültüyle peşinden gidiyordu. Tiyatronun kapıcısına: “İnşallah yakalarlar.” derken kapıcı: “Ancak rüyalarında yakalarlar onu.” diye yanıt veriyor. “Aylar oldu şehirde elini kolunu sallayarak bu hâlde geziyor.” Bu esnada caddedeki dükkânlardan fırlayanlar, kaçışan kadınlar, yüzleri peçeli genç kızlar, örtülen kapılar, pencerelerden içeri kaçan kafalar görüyorum. Bu olay her gün oluyor ancak belli ki kimsenin düzelteceği yok.
Pera’nın sokaklarından çıkınca kendimizi servi ağaçlarından oluşan bir korunun gölgelendirdiği ve dört bir tarafı duvarlarla çevrili bir Müslüman mezarlığının önünde buluyoruz. Daha yeni örülen bu duvarların yapılma nedenini birileri bize söylememiş olsa hayatta aklımıza gelmezdi: Ölülerin istirahat alanı olan bu kutsal orman, askerlerin gizli aşk yuvasına dönüşüvermişti. Gerçekten de daha ileri gidince Halil Paşa tarafından yaptırılan muazzam topçu kışlaları ile karşılaşıyoruz: Türk rönesansının Mağribi tarzına örnek iştigal eden yapı dikdörtgen şeklindedir, ince sütunlarla çevrelenmiş ve üzerinde Mahmut’un altından yıldızı ile ayının yerleştirildiği bir kapısı, çıkıntılı galerileri ve armalar, girişik bezemeler ile süslenmiş pencereleri vardır. Kışlanın önünden gezi yolu geçer, bu yol Pera’nın bir uzantısıdır ve bu sokağın ardından genişçe bir talimhane ve bu talimhaneden de diğer köyler uzanır. Burada iş günlerinde derin bir sessizlik hüküm sürer, pazar akşamları ise Pera’nın tüm elit ahalisi müthiş bir kalabalık ve bir alay araba eşliğinde kışlanın diğer tarafındaki bahçelere, birahanelere ve kahvelerine doluşur. Bu kahvelerden birinde ilk molamızı verdik; Pera sosyetesinin en seçkin simalarının buluştuğu Cafe Bella Vista gerçekten isminin hakkını veriyor, çünkü yamaçta bir teras gibi yükselen geniş bahçesinden büyük bir Müslüman mahallesi olan Fındıklı, gemilerle kaplı Boğaziçi, bahçelerin ve köylerin her yerine dağıldığı Anadolu yakası, beyaz camileriyle Üsküdar, insana sanki rüyadaymış hissi veren eşsiz güzellikteki yeşillik, mavi ve ışık görünüyor. Oradan istemeye istemeye kalktık, bize cennetten bir manzara sunan bu yere, iki fincan kahve için sekiz sefil para bırakınca kendimizi cimri hissettik.

Pera Mezarlığı
BÜYÜK MEZARLIK
Bella Vista kahvesinden çıkınca kendimizi Yahudiler hariç herkesin inançlarına göre ayrı ayrı gömüldüğü Büyük Mezarlık’ta bulduk. Mezarlık, uzaktan devasa bir yapının kalıntılarıymış gibi görünen binlerce mezar taşının beyazlığının arasında yükselen servi, akasya ve çınar ağaçlarından oluşmuş bir koru içindedir. Ağaçların ve dalların arasından Boğaziçi ve Anadolu yakası gözükür. Mezarların arasında Rum ve Ermenilerin gezdiği geniş yollar kıvrılır. Burada, birkaç mezar taşının üzerinde bağdaş kurup oturmuş Türkler boğazı seyrediyor ve burası öyle gölgelik, serin ve huzur dolu bir yer ki sanki yaz ortasında yarı karanlık bir katedrale girmişsiniz gibi içinizde tatlı, keyifli bir his oluşuyor. Ermeni mezarlığında duruyoruz. Mezar taşlarının tümü geniş ve dümdüz, üzerleri Ermeni alfabesinin estetik ve düzgün karakterleri ile işlenmiş kitabelerle kaplı ve neredeyse tümünde ölen kişinin mesleğini ya da zanaatını temsil eden bir resim bulunuyor. Çekiçler, testereler, kalemler, sandıklar, kolyeler var, bankacılar teraziyle, rahipler gönye ile berberler leğenle, cerrahlar neşter ile temsil edilmiş. Bir taşın üzerinde, kesilmiş bir kafa ve kan damlayan bir göğüs gördük; burada muhtemelen bir katil ya da maktül gömülüydü. Mezarın yanında sırtüstü çimenlere uzanmış hâlde bir Ermeni uyuyordu. Bu sırada Müslüman mezarlığına geçtik. Burada da düzensizce yerleştirilmiş sayılamayacak kadar çok mezar taşı var, bazılarının başı boyalı ve yaldızlı, kadınların mezarı çiçekleri simgeleyen kabartmalı süslerle dolu ve pek çoğunun etrafını çalılar ve çiçekli bitkiler sarmış. Biz bu mezar taşlarını incelerken, bir çocuğun elinden tutan iki Türk, elli adım ötemizdeki bir höyüğün önünde durup oturarak kollarının altında taşıdıkları bir çıkını açıp yemeye koyuldular. Gözlerimi onlardan alamıyordum. İşleri bitince içlerinden büyük olanı bir kâğıt tomarı içine bana balık ekmekmiş gibi gelen bir şeyler sardı ve oldukça saygılı bir tavırla bu kâğıt tomarını mezardaki küçücük delikten içeri soktu. Ardından her ikisi de piposunu yakıp sessiz sakin tüttürmeye koyuldular: çocuk da ayağa kalktı ve mezarların arasında koşturarak oynamaya koyuldu. Bu balık ekmek, sonradan bize söylendiğine göre, Türklerin yakın zamanda kaybettikleri akrabalarına karşı olan sevgilerini göstermek için bıraktıkları rızkın bir parçasıymış ve defnedilen her Müslüman mezarının başındaki bu delik, merhumlar başlarında ağlayan sevdiklerini duyabilsin, birkaç damla gül suyu alabilsin ve bırakılan bir çiçeğin kokusunu çekebilsin diye açılırmış. İki acılı Türk, sigaralarını tüttürdükten sonra kalktılar ve çocuklarını da alarak servilerin arasında kayboldular.
PANGALTI
Mezarlıktan çıkıyoruz ve kendimizi geniş caddelerle sarılı, yeni binalarla çevrili, köşkler, bahçeler, hastaneler ve büyük kışlalarla örtülü bir başka Hristiyan mahallesi Pangaltı’da buluyoruz. Burası İstanbul’un denize en uzak mahallesidir. Burayı dolaştıktan sonra Haliç’e inmek üzere geri dönüyoruz. Ancak mahallenin son sokağında değişik ve görkemli bir merasime tanık oluyoruz: bir Rum cenaze konvoyuna. Sessiz bir kalabalık yolun her iki tarafından ilerliyor, en önde işlemeli cübbeleriyle bir grup Rum papazı var, başında tacı ve uzun yaldızlı giysisi ile başpapaz, daha canlı renklerde giyinen genç papazlar, en pahalı kıyafetleri giymeyi tercih etmiş akrabalar ve onların arasında çiçeklerle süslenmiş bir tabut bulunuyor, tabutun içinde satenden bir elbise giydirilmiş, her tarafına ışıldayan mücevherler takılmış, kar gibi beyaz yüzlü, spazm geçirmiş gibi büzülen küçük ağızlı, güzelce örülmüş simsiyah saçları göğüslerine uzanan on beş yaşlarında gencecik bir kız yatıyor. Tabut geçiyor, kalabalık dağılıyor, konvoy uzaklaşıyor ve biz bu ıssız sokakta düşünceli ve yalnız kalıveriyoruz.

AYA DİMİTRİ
Pangaltı’nın tepelerinden aşağı iniyoruz, küçük kurumuş yatağı ile bir derenin üstünden geçiyoruz ve bir tepe daha inince karşımıza başka bir mahalle çıkıveriyor: Aya Dimitri. Buradaki tüm nüfus neredeyse Rum. Ne yana dönseniz simsiyah gözlü, kartal burunlu insanlar çıkar karşınıza, patriarkal yaşlılar, hızlı ve cesur delikanlılar, saçları omuzlarına dökülen kadınlar, sokağın ortasında, tavuklar ve domuzlar arasında dolanıp sokağı ahenkli çığlıklarla inleten cin gibi haylaz çocuklar burada yaşarlar. Çakıl taşlarıyla oynayıp hepsi bir ağızdan konuşan bir gruba yaklaşıyoruz. Aralarında en haylaz görünen, her dakika fesini fırlatıp “Zito! Zito! (Yaşasın!)” diye bağıran sekiz yaşlarındaki bir oğlan kapının önünde oturan başka bir çocuğa dönerek İtalyanca bağırdı: “Checchino! Topu atsana bana!” Çocuk kaçıran çingeneler gibi ani bir atakla çocuğu kolundan yakaladım ve “İtalyan mısın sen?” diye sordum. “Hayır efendim, İstanbulluyum.” diye cevap verdi. “Peki, kim öğretti sana İtalyanca konuşmayı?” diye sordum. “Annem tabii ki.” diye cevap verdi. “Annen nerede peki?” Tam bu sırada kucağında bir bebekle güler yüzlü bir kadın yanımıza yaklaştı, aslen Pisalı olduğunu söyledi, kocası Livornolu bir taş ustasıymış ve sekiz yıldır İstanbul’da yaşıyormuş, kolundan tuttuğum bu çocuk da onun oğluymuş. Eğer bu kadıncağız kafasında tırtıklı bir taç ile omuzlarında bir mantoya sahip olsaydı İtalya’yı gözümde ve gönlümde bu kadar iyi canlandıramazdı. “Nasıl geldiniz buralara?” diye sordum. “İstanbul hakkında ne söyleyebilirsiniz?” “Ne mi söylerim?” diye safça gülümsedi. “Bu şehir sanki karnavalın son günündeymişim gibi gelir bana hep.” Ve sözün burasında Toskana lehçesinde konuşmaya başlayarak, bize Müslümanların İsa’sının Muhammed olduğunu, bir Türk’ün dört kadınla evlenebileceğini, eğer öğrenilmeye kalkılırsa Türkçenin aslında kolay bir dil olduğunu ve bunun gibi ıvır zıvır bir şeyler söylediyse de bu Rum mahallesinin ortasında kendi dilimizden bir şeyler konuşulması herhangi bir bilgiden daha kıymetliydi bizim için ve o kadar ki ayrılmadan önce yumurcağın avucuna bir gümüşlük bıraktık ve vedalaşırken ikimiz de aynı anda “Az da olsa İtalyan havası ne de iyi geliyor insana!” demeden edemedik.

TATAVLA (KURTULUŞ)
İkinci kez küçük vadiden geçerek kendimizi bir başka Rum mahallesinde buluyoruz: Tatavla. Karnımız guruldadığı için İstanbul’un görünüş olarak kendine özgü ama aslında hepsi birbirine benzeyen sayısız meyhanelerinden birinin içini ziyaret etme fırsatı buluyoruz. Burası, bir tiyatro oyunu sergilenebilecek kadar geniş, yalnızca sokak kapısından ışık alabilen ve her yerinden ahşaptan korkuluklar yükselen genişçe bir odadan oluşuyor. Bir tarafta sobanın önüne geçmiş, kollarını sıyırmış haydut görünümlü bir adam balık kızartıyor, kebap çeviriyor, sosları karıştırıyor yani insan ömrünü kısaltacak yemekleri hazırlamakla meşgul, diğer tarafta ürkütücü bir eleman bar masasının üzerindeki kadehlere siyah ve beyaz şarapları dolduruyor, meyhanenin ortasında ve önünde sırtı açık cüce sandalyeler ve ayakkabıcı kundurasını hatırlatacak yükseklikte masalar bulunuyor. Meyhaneye biraz utangaç bir havayla giriyoruz çünkü içeride ayak takımından bir grup Rum ve Ermeni oturuyordu, bizi alaya almalarından çekiniyorduk ancak bir tanesi bile tek bir bakış atmaya tenezzül etmedi. Bana öyle geliyor ki İstanbul sakinleri bu dünyanın en az meraklı insanları; birinin senin dünyada olduğunu fark etmesi için ya bir sultan olacaksın ya da Pera’daki deli adam gibi anadan doğma sokaklarda dolaşacaksın. Bir köşeye oturduk ve beklemeye başladık. Ancak kimse gelmiyordu. O zaman anladık ki İstanbul meyhanelerinde yemeğini kendin alman gerekiyor. Sobanın başına gittik ve hangi dört ayaklının etinden yapıldığını yalnızca Allah’ın bildiği kebaplardan istedik, sonra bar masasına geçerek Tenedos reçineli bir kadeh şarap aldık ve ancak dizimize kadar gelen masanın üzerine aldıklarımızı bırakıp gözlerimizin beyazları çıkıncaya dek kurbanımızı yedik. Hesabı sessiz sedasız hallettik ve ağzımızdan bir havlama ya da anırma çıkar diye korkumuzdan tek kelime etmeden meyhaneden çıkıp Haliç’e doğru uzanan yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik.

Rum Kadını

Süleymaniye Cami
KASIMPAŞA
On dakikalık yürüyüşten sonra, kendimizi yine Türkiye’nin ortasında, büyük Müslüman mahallesi Kasımpaşa’da bulduk; burası bir vadi ile tepe arasına kurulmuş, Galata Mezarlığı’ndan karşı kıyıdaki Balat Mahallesi’ne bakan buruna kadar bütün eski Mandracchio Körfezi’ni kucaklayan, camilerin ve derviş tekkelerinin ikamet ettiği, dört bir yanı otlaklık ve bahçelerle dolu bir semttir. Kasımpaşa’nın tepesinde gözlerinizi alamayacağınız bir manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Aşağıda, kıyıların üzerinde dev bir tersane görünür, savaş sırasında liman görevi gören bu tersane Haliç boyunca bir millik bir alanda kurulmuştur ve içindeki havuzlar, imalathaneler, meydanlar, depolar ve kışlaları ile bir labirenti andırır. Aynı zamanda burada, suyun üzerinde yüzermiş gibi duran ve beyazı Galata Mezarlığı’nın yeşilliği ile daha da belirginleşen zarif Bahariye Nezareti sarayı, demir atmış hareketsizce bekleyen savaş gemileri ile Kırım Savaşı’ndan kalma eski fırkateynlerin ortasında içi insan dolu tekneler ve vapurlar, içi kayık kaynayan liman, karşı kıyıda İstanbul; sütunları gökyüzünün mavisine ulaşan Valens su kemeri, büyük Fatih ve Süleymaniye Camileri, bir yığın ev ve minare bulunur. Bu manzaranın tadını çıkarabilmek için bir Türk kahvesinde oturarak istesen de istemesen de İstanbul’da kaldığın süre boyunca her gün içmek zorunda olduğun on iki bardağın dördüncüsü ve beşincisini içmeye koyulduk. Küçük bir yerdi ama diğer tüm Türk kahveleri gibi oldukça değişikti. Belki de burası Muhteşem Süleyman’ın zamanında kurulan ya da IV. Murat’ın geceleri devriye gezerken yasak likör içerken yakaladığı vatandaşların pataklandığı kahvehanelerden biriydi. Tutucu ulemaların dediği gibi uyku ve zürriyet düşmanı bu kahveler kim bilir ne kanlı savaşlara, ne ilahiyatçı tartışmalarına ne padişah fermanlarına sebep olmuştur, daha açık fikirli ulemalara göre ise “hayaller ve rüyalar ciniydi” bu mekânlar, şehvet ve tütünden sonra en fakir Osmanlı’nın bile tadabileceği bir tattı kahve ve artık gönül rahatlığı ile Galata Kulesi’nin ya da Serasker Kulesi’nin tepesinde, tüm vapurlarda, mezarlıklarda, berber dükkânlarında, hamamlarda, pazarlarda her yerde içebilirsiniz. İstanbul’un hangi yerinde olursanız olun, hiç arayıp sormaya gerek kalmadan “Kahveci!” diye bağırın, üç dakika içinde dumanı tüten bir fincan kahveyi önünüzde bulursunuz.
KAHVEHANE
Bulunduğumuz kahvehane bembeyaz bir odadaydı, ancak bir insan boyu yüksekliğinde tahtalarla desteklenmişti ve dört duvara dayalı alçak bir divanı vardı. Odanın köşesinde kanca burunlu bir Türk küçük bakır cezvelerde kahve pişiriyor, içine az da şeker eklediği cezvedeki kahveyi usul usul fincanlara boşaltıyordu. İstanbul’da her müşteriye özel kahve yapılır ve yanında bir bardak su ile servis edilir çünkü Türkler kahve fincanından bir yudum almadan önce mutlaka su içerler. Bir duvarda küçük bir ayna asılıydı, aynanın yanında içine usturaların, tıraş takımlarının yerleştirildiği raf gibi bir şey vardı; zira Türk kahvelerinin çoğunluğu aynı zamanda berber dükkânı olarak kullanıldığı ve kahveciler aynı zamanda kesip biçmek gibi işleri de yaptığı için müşteriler kahvelerini içerken dükkân çalışanlarının kurbanlarını doğradığı görülmemiş değildir. Karşı duvarda, yılanlar gibi kıvrılan uzun marpuçlu kristal nargileler ve kiraz ağacından yapılmış toprak çubuklarla dolu başka bir raf asılıydı. Divanın üzerine oturmuş, düşünceli görünen beş Türk nargilesini içerken, diğer üçü aralıksız dizilmiş alçak hasır taburelerin olduğu kapının önünde sırtlarını duvara vermiş ağızlarında bir çubukla bekleşiyorlardı, bu sırada dükkândan genç bir çocuk devetüyünden cüppe giymiş dev bir dervişi saç tıraşı ediyordu. Kimse oturduğumuz yöne bakmıyor, kimse konuşmuyordu. Kahveci ve çırağı dışında hiç kimseden ses çıkmıyor, hiç kimse en ufak bir hareket yapmıyordu. Nargile suyunun kedilerin mırıldandıklarında çıkardığı sese benzer fokurdamasından başka kahvede çıt çıkmıyordu. Hepsi gözlerini kırpmadan önüne bakıyordu ve hiçbirinin yüzünde tek bir anlamlı ifade yoktu. Bal mumu heykellerle dolu küçük bir müzedeydik sanki. Bunun gibi kaç sahneyle dolu hafızam. Ahşap bir ev, içinde oturan bir Türk, çok uzaklarda görünen bir manzara, dev bir ışık, derin bir sessizlik: İşte Türkiye! Hollanda denilince insanın aklına bir su kanalının ya da bir yel değirmeninin gelmesi gibi Türkiye denilince benim de zihnimde hemen bu görüntüler canlanıyor.