Zalimane Bir İdam Hükmü - читать онлайн бесплатно, автор Ebubekir Hâzim Tepeyran, ЛитПортал
bannerbanner
Zalimane Bir İdam Hükmü
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 5

Поделиться
Купить и скачать

Zalimane Bir İdam Hükmü

Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
3 из 4
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

Reis: “Bilakis Ethem’in ev yakmasını mazur göstermek istiyorsun. ‘Taşkınlık’ tabiri ise bir şey ifade etmez. İnsan kendi evladına da küçük bir münasebetsizlik üzerine ‘Taşkınlık ediyor.’ der.”

Ben: “Lügat kitaplarına bakarsanız taşkınlık kelimesinin manasında lüzumu kadar şiddet bulunduğunu görürsünüz.”

Son söz: “Hafızamda kaldığına göre yazdığım şu suallerin sayısında ve mefhumlarında yanlış ve noksan varsa tashih ve ikmal ettirilmesi Heyet-i Âliyelerinin rey ve takdirine aittir.

Bu sorguların hiçbirisi, sabık Dâhiliye Nazırı’nın, sabık valinin değil bir kaymakam, bir müdür mazulunun da divanıharbe celbini; tevkifini değil, yazılı olarak sual sorulmasını bile gerektirecek mahiyette değildirler.”

Özellikle Divanıharp Kararnamesi’nin yedinci maddesinde: “Divanı-harpler bulundukları mahallerdeki askerî hükûmet tarafından kendilerine sabit evrakıyla birlikte teslim olunan maznunları muhakeme eder.” diye belirtilmiş olup beyanatınızdan çıkarılan sonuca göre hakkımda cereyan eden muamelenin bu maddeye aykırılığı da aşikârdır. Sağlık bilgisi kaidelerine uygun olmayan ve tiksinecek derecede kokuşmuş ve bulaşıcı hastalıklar hüküm süren bir yerde devam eden hapisliğimden dolayı sıhhatim bozuk olarak tedavi edilmekte bulunduğumdan vahim bir neticeye mahal kalmamak üzere, muhakemenin bir an evvel tamamlanmasıyla kanuna aykırı muamelelere nihayet verilmesini istida ederim.11

15 Haziran 1336

Müdafaanamenin sonunda dediğim gibi muhtelif rahatsızlıklarım ve umumi zaafım günden güne artmakta olduğundan muayene ettirilerek bir hastaneye naklimi, Harbiye Nezaretinden rica ettim.

Üç gün sonra iki hekim tarafından muayene edilerek hakikaten muhtelif hastalıklardan muzdarip ve bir an evvel tedaviye muhtaç olduğumu tasdik ettiler. Gümüşsüyü Hastanesi’ne gönderilmeme karar verildiğini gazetelerde yazdıkları hâlde, Divanıharp Reisi bir türlü uygun görmediğinden, Merkez Kumandanı Emin Bey’e bir tezkere yazarak, adı geçen hastaneye naklim tensip olunmuyorsa diğer birine hatta herhâlde bu murdar tevkifhaneye tercih edilir olmasını umduğum umumi hapishane dâhilindeki hastaneye naklimin bir an evvel yapılmasını, feci akıbetin vicdani mesuliyet azabından çekinmelerini rica ettim.

Bu talep Divanıharp Reisi’nin arzusuna uygun düştüğünden iki gün sonra mahkûm olmadan nakledildiğim umumi hapishane kapısından girerken kalbimi, o ana kadar hissetmediğim başka türlü bir hüzün istila etti. Ziyadece terli iken birdenbire soğuk bir havaya maruz kalmış gibi tüylerim ürperdi. Merdiveni terleyerek güçlükle çıkabildim. Bu kadar aksi ve uğursuz tesadüflerin müstesna bir lütfu olmak üzere hastanede boş yatak bulunmadığından veya hastane doktoru, memurları bana acıyarak hapishane memurlarına mahsus dairelerinin geniş, temiz ve Sultanahmet Cami ile baştan başa parka nazır bir odaya yerleştirildim.

Soldan Ayasofya Cami; dâhili ihtişamına rağmen harici çirkinliklerine uyması için kasten öyle yapılmış gibi duran minareleriyle, Eski Saray’ın kuzey cihetindeki bazı teferruatı, beyaz kulesi, bilmem ne münasebetle pembeye boyanmış olan eski kilisesi ve sağ taraftan büyük bir ağaç arkasında kalan Dikilitaş’ın iki metre kadar üst kısmı manzaraya dâhil oluyorlardı. Adliye Dairesi elleriyle yüzünü örtüp parmakları arasından bakan suçlu bir çocuk gibi, Sultanahmet türbesiyle hamamın kubbeleri arasına çekilerek yalnız ve kısmen bir penceresiyle Sultanahmet Cami’ne bakıyor. Kadın hapishanesinin açık lağımlı avlusuna mukabil parkın çimenleri, çiçekleri muntazam nakışlarla dokunup caminin önüne serilmiş büyük bir seccade gibi duruyordu.

İkinci Wilhelm Çeşmesi, bir tarafı küçük bir çınarla kapalı olduğu hâlde bu muhteşem sanat abidelerinin önlerinde, yeşil kubbeciği ile görünüyor. Sultanahmet Cami mesafe farkları nispetinde birbirinden daha küçülerek, daha incelerek yükselen altı minaresi, büyük, küçük, yarım birçok kubbeleriyle tamamen gözlerimin önüne seriliyordu.

Her ne kadar ben daima okumak veya yazmakla meşgul veyahut okuyamayarak, yazamayarak dalgın olduğum için ne bunları ne de yer yer harelenen mavi denizi; ne sabahları açık pembe, akşamları altın renkli bulutlar altında mavileşen, moraran uzak dağları ve eflatuni ince bir buhar tülüne bürünerek, ağaçların titrek dalları, yaprakları arasında zaman zaman peyda ve kaybolan adaları layıkıyla seyredebiliyordum.

Fakat her güzelin, özellikle bizim memlekette, bir değil bin türlü bozarı olduğu gibi bu güzel muhit birçok sebeplerle beni kızdırıyordu:

1- Parkın İkinci Wilhelm Çeşmesi’nden Ziraat Nezaretine doğru iki dikdörtgen parçalarını ayıran bölük birkaç metre daha ileride caminin büyük kapısı önüne getirilmesi lazım gelirken, büyük abideyi ihmal ederek onun karşısında, oyuncaktan başka bir vasfa şayan olmayan Tapu Dairesi’ni tercih eden mühendisin gafleti;

2- Hiç olmazsa bir bahçenin, bir çiçeğin, bir ağacın günün hangi saatlerinde sulanması faydalı olacağını bilecek kadar olsun malumatı bulunması umulan Ziraat Nezareti dairesinin önünde bulunan çimenlerin, çiçeklerin mutlaka güneş tam tepeye dikildiği bir zamanda sulanması;

3- Karşı taraftaki bakkalın, bu çimenleri tavuklarına mera yaparak pislettirmesi;

4- Caminin avlusu, duvarındaki pencerelerden bazılarının taşla kapatılmış olması;

5- Caminin, kim bilir ne zaman kırılmış camlarının tamir ettirilmeyerek sayısız güvercinlerin oralardan girip çıkarak caminin içerisini kirletmeleri;

6- Kütüphane ile cami avlusu ve türbe arasına sokulan mahut köhne evin çürüyüp dökülmeye başlamış bir tırtıl ölüsü gibi morarmış tahtaları, kararmış kiremitleri ile uzanıp durması gibi çirkin ihmaller, memleketimizde tecavüze mani bir kuvvet; maddi, manevi taarruzdan masun bir şey bulunmadığını pek açık gösteriyordu.

Bilmem, nereden, ne zaman gelip caminin ötesine berisine doldurulan esir askerlerimizin, avluda muhtelif rüzgâr cereyanlarına maruz paçavra yığınları gibi dağılıp toplanmaları pek acıklı idi.

Tevkifimden yedi sene önce “Memur” başlığı ile Fransızca yazdığım uzun bir manzumede, “İş başında bulundukça dikkatle takip ve her hâl ve hareketi gözlenen bir memur, azledildikten veya emeklilikten sonra Türkiye’de basılmak bahtsızlığına uğramış bir kitap gibi ihmal olunur.” demiştim. “Harpten avdet eden bir asker gibi ihmal olunur.” demiş olsam daha muvafık olurmuş. Cümlemizin kayıtsızca ihmalimize göre mesela: Son bir iki seneye kadar adı bile işitilmeyen bir Damat Ferit Paşa çıkarak ve bütün hukuk ve insanlık kaidelerini altüst ederek, “Divanıharp” namıyla bir haydut çetesi teşkil etmesine ve kendisine, diğer bir kimseye güya suikast tasavvurunda bulundukları isnadıyla masum insanlar astırmasına12 bir kimsenin bir şey demediği gibi, günün birinde başka bir paşa türeyip te bu muhteşem mabedi yıktırmaya kalkışsa memleketten bir fert meydana çıkarak: “Ne yapıyorsunuz?” demeye cesaret edemeyecek demek olur. Yazık! Yazık!

***

Haziran’ın 29’uncu günü divanıharbe götürüleceğim tebliğ olundu. Bu haberi getiren hapishane memuruna: “Görmüyor musunuz? Hasta ve yataktayım. Gelemeyeceğimi icap edenlere söylesinler.” dedim ve kendi kendime: “Hastaneye nakledildiğimi hatırlamadılar, daima benimle meşgul değildirler ya.” diye mırıldandım. Ertesi gün bütün vücuduma ilaçlar sürülerek yatarken hizmetçilerden biri:

“Bir zabitle askerler geldi, sizi divanıharbe götürmek istiyorlar.” dedi. Gidebilecek hâlde bulunmadığımı söylettirdim. Zabit beni zorla da olsa götürmeye memur olduğunu söylediği hâlde: “Ben gidemem, isterse gelsin sürükleyerek götürsün.” dediğim için avdet etmişti. Bir saat kadar sonra, hastalığın acilen tedaviye muhtaç olduğunu evvelce raporla tasdik eden askerî doktorla birlikte gönderilen Şükrü Mehmet ismindeki bir doktor nazikâne bir tavır ve lisanla:

“Beyciğim!” dedi. “Ben Divanıharp Reisi tarafından zor denilebilecek bir surette gönderildim, bu türlü rahatsızlıklar benim ihtisasım dâhilinde bile değildirler. Hâlinize bakılırsa hastasınız.”

Askeri tabip ise hastalığımı zaten biliyordu. Gittiler, fakat az sonra zabit gelerek:

“Araba getirdik. Hastalığa, falana bakmayarak mutlaka divanıharbe götürmeye memurum. Hemen aşağıya insin. Aksi hâlde biz indireceğiz…” demiş olduğunu hapishane müdür muavini pek üzülerek söyledi.

Böyle fevkalade acele ile çağrılmamın sebebini anlamak için divanıharbe bir an evvel gitmek gayretine düştüm ve yataktan kalkarak güçlükle giyinip aşağıya indim.

Evvelki gidiş gelişlerde olduğu gibi bir zabit ve tüfeklerinin süngüleri takılmış neferlerle divanıharbe gittim.

Bu şiddetli aceleye göre ya Veliaht Mecit Efendi’yi Anadolu’ya kaçırmaya teşebbüsüm yahut akrabamdan muhacir müdürü Maruf Bey’i Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Ankara’ya gönderdiğim haber alındığını zannederek, hayli korkmuştum13.


İKİNCİ MUHAKEME

30 Haziran 1335

Divanıharpte gösterilen iskemleye oturur oturmaz: “Gelemeyecek bir hâlde bulunduğum hekim raporlarıyla da tasdik edildiği hâlde zorla getirildim. Rahatsızlığımın derecesi hâlimden ve simamdan da anlaşılır.” dedim.

Reis, bu sözlerimi hiç işitmemiş gibi bulunarak suallere başladı:

Soru: “Miralay Cevat Bey Yıldız Komisyonunda ne sıfatla bulunuyordu?”

Cevap: “Vaz-ı Yed Komisyonuna Harbiye Nezaretinden memur edilen zabitlerden biri idi.”

Soru: “Yıldız’daki kasalar kime açtırıldı? Yani kırdırıldı ve içlerinden ne çıktı?”

Cevap: “Askerî görevlilerden Yusuf Efendi namında bir yüzbaşı ile adını bilmediğim Hristiyan bir çilingire açtırıldı. Bunlar açılırken bütün heyetle ben de hazır bulundum. İçlerinden bazı defter ve evraktan başka bir şey çıkmadı.”

Soru: “Mücevherat ve nakit para kime teslim edildi.”

Cevap: “Evvelce tafsilatıyla söylediğim gibi Komisyon heyetçe askerî subaylar ve Mahmut Şevket Paşa’nın karşılarında ve bütün hazır bulunanlar tarafından imzalı makbuz zabıtnamesi mukabilinde ve konuldukları sandık ve çantalar mühürlü oldukları hâlde Harbiye Nezareti veznedarına teslim edildi.”

Soru: “Yıldız Komisyonunda bulunan Ali Cenani, Halep Mebusu Ali Cenani midir?”

Cevap: “Evet.”

Soru: “Sultan Abdülhamid Selanik’e gönderilirken Sirkeci Tren İstasyonu’nda bir çanta meselesi var. Bundan malumatınız var mı?”

Cevap: “Komisyon, Abdülhamid Selanik’e gönderildikten bir gün sonra teşkil edilmiştir. Daha evvel teşekkül etmiş olsa bile vazifesini, Yıldız Sarayı’nda ifa eden komisyonun, gece Sirkeci Garı’nda cereyan eden hadiseden tabii haberi olmaz.”

Soru: “Şehzade Abid Efendi hazretlerine ait bir çantayı niçin aldınız?”

Cevap: “Bu çantanın, Selanik’e gitmek üzere geç vakit saraydan çıkarılmakta olan bir cariyenin yatağı arasında gizlice görülmekte olduğu anlaşılmış ve evvelce haber verilmeyip de görülünce Abid Efendi’ye ait olduğunun söylenmesi, Komisyonca şüpheyi mucip olmuştur.

Diğer şehzadelerin dairelerinden Komisyonca hiçbir şey alınmamakla beraber, kendileri orada hazır bulunduklarından dolayı bir şey kaybolmak ihtimalini izale için bu dairelerin kapıları mühürlenmiş ve bu muamele Selim ve Burhaneddin Efendiler tarafından takdir olunarak Komisyona memnuniyetleri tebliğ olunmuştur. Abid Efendi’ye ait olduğu söylenen çanta, sonra iyice tetkik edilmek üzere komisyon heyeti tarafından imzalı bir makbuz mukabilinde alınmış ve diğer çanta ve sandıklarla beraber mühürlü olarak Harbiye mahzenine teslim olunmuştur. Bu keyfiyet makbuz zabıtnamesinde açıklanmıştır.”

Soru: “Bu çantada bulunan para ve şirket senetlerini niçin sayıp tespit etmediniz?”

Cevap: “Saymaya ve tespite vakit müsait değildi. Yalnız bu çanta değil diğer çanta, valiz ve sandıkların muhteviyatını da orada saymaya ve tespite imkân bulunmamıştır.

Bununla birlikte bunlar, sayılıp yazılmamakla beraber denize dökülmeyip, devletin en ziyade emin ve yalnız böyle, ne olsa kıymetleri belirli nakit para ve mücevherat değil hayati, mali, ırz ve namusu ile beraber bütün millet ve memleketi muhafaza etmek vazifesiyle mükellef bir nezaretin veznesine makbuz tutanakları mukabilinde ve mülki, askerî bir heyet karşısında mühürlü olarak teslim edilmiştir.”

Soru: “Her gün büyük bir çanta sizinle beraber Saray’a gider, gelirmiş diyorlar.”

Cevap: “Komisyon evrakına mahsus adi bir çantadan başka çanta yoktur. Bu da daima Saray’da kalıp harice çıkarılmamıştır.” .

Soru: “Yıldız’dan çıkan cariyelerin her tarafı aranarak her ne bulunmuşsa alınmış öyle mi?”

Cevap: “Babıali’ye verdiğim takrir üzerine Şeyhülislam’ın tasvibiyle, hepsi birden azat edilen ve kendi arzuları ve yanlarına gitmek istedikleri zatların reyleri sorularak verdikleri muvafakat cevabı üzerine, şehzade ve sultanlardan bazılarının saraylarına gönderilen cariyelerin üzerleri arattırılmamıştır. İstanbul’da gidecek yerleri olmayan; taşrada anası, babası veya akrabası bulunup da, onların yanlarına gitmek isteyenlerin bir heyet marifetiyle tetkik ettirilerek hasıl olacak neticelere göre muamele olunmak üzere Topkapı Sarayı’na nakilleri Babıali’ce tensip ve adı geçen sarayda ayrıca bir komisyon teşkil edilmişti.

Bu cariyelerin üzerinde mücevherat vesaire bulunduğu Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa’ya ihbar edilmiş olduğundan Yıldız’dan çıkarken aramaya lüzum görülmüş ve iki kadın vasıtasıyla kapı yanındaki bir odada muayene edilmişse de hiçbirinden bir şey alınmamıştır.

Hakikaten üzerlerinde öyle bir şey yok muydu? Yoksa mevcut olduğu hâlde muayene eden kadınlar birkaç kuruşla kandırılarak ‘Yok.’ mu dediler? Burası bizce o zaman da ve hâlen de meçhuldür. Çünkü muayenede komisyondan kimse bulunamamıştır.

Yalnız bir cariyeden muayene odasına girer veya çıkarken yere düşünce görülen, 500 liralık Osmanlı Bankası banknotları dikkati çekerek Komisyona haber verilmişti. Bu cariyenin yirmi beş seneden beri sarayda bulunduğu anlaşılarak, ‘Bu kadar uzun müddet sarayda hizmet eden bir cariye için bu para pek azdır.’ diyerek kendisine iade edilmişti.”

Soru: “Bu cariyenin ismi nedir?”

Cevap: “Üç yüz bu kadar cariyeden birinin ismi on iki sene sonra hatırlanamaz. Siz tahkik edebilirsiniz.”

Soru: “Dokuz sene evvel Halep vilayetinden istifanız ile ilgili Beyrut’tan Kâmil Paşa Kabinesine bir telgraf çektiniz miydi?”

Cevap: “Halep Valiliğinden istifa değil, usule, devlet ve memleketin menfaatine aykırı bir surette memuriyetimin Halep Valiliğine tahvil olunmasını protesto etmiştim. Fakat Kâmil Paşa Kabinesine değil, Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesinde Dâhiliye Nazırı olan Arnavut Daniş Bey’e çekmiştim.”

Soru: “Geçen sene Bursa’dan Dâhiliye Nazırı Cemal Bey’e yazdığınız telgrafı niçin yazdınız ve bunu gazetelere siz mi verdiniz?”

Cevap: “Bursa’dan o telgrafı hükûmeti ikaz maksadıyla çekmiştim, fakat gazetelere ben vermedim. Her ne suretle ise Hadisat gazetesi suretini elde ederek, sansürün müsaadesiyle derç ve Tasvir-i Efkâr gazetesi ondan nakletmişti.

Dokuz sene önce Beyrut’tan Daniş Bey’e ve geçen sene de Bursa’dan Cemal Bey’e çektiğim telgraflar14 aynı mecburiyetlerle yazılmışlardır.

Bursa’dan Dâhiliye Nazırı Cemal Bey’e Yazdığım Telgraf

‘Bedbaht memleketin son ümitlerini de kırıp geçirerek fikir ve hamiyet sahiplerini şaşkın ve meyus eden idare tarzınızın buralarca da yüz göstermeye başlayan esef edilecek hareketlerine içi kan ağlayan bir şahidi olmadan beni korumadaki aceleciliğinize teşekkür ederek vilayet makamını terk ettim. Şifre anahtarlarının kime verilecekse bildirilmesi…’

19 Mart 1335 (1919)

O telgrafı ne türlü elim hislerle yazmaya mecbur olmuşsam Bursa’da yine o hislerle yazmak mecburiyetinde kaldım.

Çünkü her ikisinin sebebi birdir.

Bu da ispat eder ki, memleketi bugünkü feci hâle getiren idare tarzı dokuz sene zarfında iyiliğe doğru zerre kadar ilerlememiştir.

Babıali’nin aynı muamelesine maruz kalan, bu vatana gerçekten bağlı ve ona hizmet etmekten zevk duyan her valinin aynı hâllerde, aynı feryattan dilini, kalemini men edemeyeceğinde şüphe yoktur.

Hadiseye vâkıf olmayanlar bunları Halep’e memuriyet naklimi veya Bursa’dan ayrılmamı tebliğ eden telgrafları alır almaz hiddet sebebiyle yazdığımı sanabilirler. Vaziyet öyle değildir. Bunları yazmaya beni mecbur, daha doğrusu memleketi asırlardan beri zarara sokmaya devam eden uğursuz amiller layıkıyla anlaşılsın diye biraz izahat vermek isterim.”

Soru: “Buyurun.”

Cevap: “İzahata Beyrut’tan başlamak lazım: Bu vilayetin, son senelerde tecrübesiz ellerle döndürülen idare çarkında hasıl olmuş bozuklukları kısa bir müddet içinde ıslah ettim. Malum olduğu üzere Beyrut’ta sakin Müslim, gayrimüslim cemaatler arasında müzmin nefretin mucip olageldiği hadiselerde her iki taraf mücrimlerinin aynı şiddetle takip ve uzaklaştırılmaları hadiselere nihayet verdiği gibi, oraya vardıktan birkaç gün sonra, Şam-Trablus kasabası içinde türeyen bir soyguncu çete; idare mesleğiyle münasebeti bulunmayan mutasarrıfın acemiliğinden, polis ve jandarma memurlarının aciz veya müsamahalarından istifade ederek bir buçuk seneden beri akşamdan sonra kimsenin sokağa çıkmamakta olduğunu gazetelerde gördüm. Derhâl mahalline giderek bir gecede bu on iki kişilik çeteyi yok ederek emniyet ve asayişi iade ettim. Bir müddet sonra Hısnılekrad kazasında Sünni Müslümanlarla Nusayriler arasında zuhur edip büyümeye pek müsait ve memleket için gayet zararlı olan çarpışmaları yine bizzat mahalline gidip men ve mütecavizleri yakalattırdım.”

“İtalyanların Beyrut’u bombardıman ettikleri esnada bir taraftan düşman gülleleri, şarapnelleri askerlerimizden ve ahaliden birçok masumları yaralayarak şehit ederken, bir yandan da şehir içinde zuhur eden kargaşalıklar binlerce nüfusun hayatını tehdit eden vahim bir şekil almış olduğu hâlde cidden canını feda edercesine tedbir ve teşebbüslerle bu tehlikeleri ortadan kaldırışım, hakkımda Beyrut ve mülhakatı ahalisinin büyük bir hürmet ve muhabbetini mucip oldu. Hatta limanın münasip bir yerinde heykelimi yaptırmak üzere Kahire, İskenderiye, Şam ve Beyrut’ta para toplamaya başladılar. ‘Bizde heykel yapmak âdet olmamıştır.’ diyerek razı olmadım. Bu paralarla limanda bir çeşme yaptırılarak asker ve ahaliden şehit olanların isimlerinin yazdırılmasını tavsiye etmiştim. Bu bombardıman esnasında çalıştırdığım memurlarla, eşraf ve ahaliden iyi hizmetlerini gördüğüm altmış kişiyi nişan ve madalyalarla taltif ettirdim.”

“Bana da murassa imtiyaz nişanı verilmesi kararlaştırılmış olduğu hâlde Dâhiliye Nazırı Talat Bey’in, ‘Hâzim Bey’in Osmani ve Mecidi murassa nişanları vardır.’ diyerek karşı çıkmasıyla verilmemiştir. Bu hâl yerli, yabancı bütün vilayet sakinlerini hayrete düşürmüş ve vilayetin merkez ve mülhakatında yayınlanan otuz kadar gazete Babıali’nin bu hareketini şiddetle kınadıkları gibi Fransa Hükûmeti’nin Beyrut’ta yayınlattırdığı Le Reveil adlı Fransızca gazete bile bu hâli pek çirkin bulmuştu.”15

“Beyrut’ta, Beyrut Kulüp namında bir mahfil vardır. Vali buranın fahri reisi olduğu gibi, idare meclisi reisliğine de İngiliz Konsolosu seçilmişti. Şehrin Müslim ve gayrimüslim bütün ileri gelenleri bu kulübün azası idiler. İttihat ve Terakki Hükûmeti’nin düşmesinden beş, on gün evvel bu kulübe gitmiştim. O güne kadar orada bugünkü gibi bir kalabalık görmemiştim. Mütalaa salonuna girdim. İngiliz Konsolosu Mösyö Kombarbaç orada idi. Kulüpte bulunan kişilerden Mehmet Beyüm ve Yusuf Sürsuk Efendilerle diğer birkaç zat yanıma geldiler. Türkçeyi nispeten biraz iyi bilen Mehmet Beyüm Efendi şu sözleri söyledi:

‘Bizim pek haklı ve kanuni bir teşebbüsümüz var. Tesadüfen buraya geldiniz. Bu teşebbüsün şeklinde zatıaliniz için zararlı olacak bir cihet varsa onu düzeltmek üzere bir kere fikrinizi sormaya karar verdiler.

Öteden beri Babıali buraya lazım olan vasıfları haiz vali göndermiyor. Nadiren iyi bir vali gelirse onu da burada bir iş görene kadar bırakmayıp başka bir yere kaldırıyor. Biz zatıalinizi, istediğimizden çok iyi bir vali bulduk; fakat İstanbul sizi acaba bugün mü, yarın mı başka bir vilayete kaldıracak diye her an içimiz titriyor. Bugün Beyrut’un bütün ileri gelenleri burada toplandık; uzun müzakerelerden sonra şuna karar verdik:

Şimdilik beş sene müddetle sizi buradan kaldıramayacaklarına dair bize resmen teminat vermeleri için telgrafla Babıali’ye müracaat edeceğiz işte telgrafımızı da yazdık ve cümlemiz imza ettik. Şimdi telgrafhaneye gidip acele olarak çektireceğiz.

Müslim, gayrimüslim ahaliye de haber verdiğimizden biz telgrafhanede iken onlar da hükûmet konağının önünde ve etrafında toplanarak bekleyecekler. Ricamızı Babıali yerine getirmezse o zaman ister istemez ve maalesef başka vasıtalara müracaat edeceğiz.’ ”

“Hakkımda şu suretle gösterdiğiniz iyi niyet ve teveccüh belirtilerine teşekkür ederim. Fakat bu teşebbüs memleket için zararlıdır. Memlekete ait zararlarda cümlenizin payı vardır.

Çünkü yanı başımızda mutasarrıfı beş sene müddetli bir Cebel-i Lübnan var, ben Beyrut’un Lübnan’a değil, Lübnan’ın Beyrut’a benzetilmesini arzu ederim. Zira orada askerlik mükellefiyetinden müstesna ve vergilerin biraz daha hafif olmalarından başka Beyrutlular için gıpta edilecek bir şey yoktur. Az çok ıslaha ihtiyaçlarıyla beraber idari, adli ve baskı altına alıcı teşkilatça Beyrut’un Lübnan’a tercih edilir olduğu inkâr edilemez. Mamafih mademki hakkımda bu derece teveccüh gösteriyorsunuz. Ben buradan kendi rızamla başka bir vilayete gitmem; hatta terfian İstanbul’a davet edilsem de icabet etmeyeceğime sizi namusumla temin ederim. Ben bilerek azli gerektirecek bir harekette bulunmayacağım için Babıali de kaldırmaz; bilmeyerek bir kusurum vaki olursa, bunu Babıali de siz de müsamahaya layık görürsünüz.”

Muhataplarım büyük salona girip arkadaşlarıyla konuştuktan sonra tekrar yanıma gelerek:

“Bu teşebbüsü şimdilik tehire karar verdik, lüzum görürsek çektirmesi kolaydır.” diyerek telgrafı oradaki kasaya koydular ve bu kararı da ahaliye haber vermek için her biri bir semte gitti.

Bundan on beş gün kadar sonra İttihat ve Terakki Kabinesi düştü. Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi geldi.

Adı geçenin ilk işlerinden biri bana şu telgrafı şifre olarak çekmek oldu:

“Zat-ı vâlâlarının Selanik vilayetine tayinleri Vekiller Meclisince uygun bulunduğundan yüksek rızalarının cevabı bugün beklenmektedir.”

Beyrut’tan kendi arzu ve muvafakatimle bir yere gitmeyeceğimi namusum üzerine temin ettiğim için aynı günde yazdığım cevapta: “Hakkımda gösterilen itimada şükranlarımı arz etmekle beraber şu sırada bazı sebeplerle ehemmiyeti artan Beyrut’ta, Selanik’ten ziyade hizmet edeceğim zannında bulunduğum için Selanik’ten affımı istirham ederim.” dedim.

Beyrutluları zararlı bir teşebbüsten menettiğimden bu telgrafta bahsedilebilirdi. Fakat ben övünmek manası çıkar diye yazmadım.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Ebubekir Hâzim Tepeyran’ın bahse konu kitabı 2020 yılında yeniden Elips Kitap tarafından yayınlanmıştır.

2

Bu kitap yirmi yıl önce (2. baskının yayımlandığı 1997’den 77 yıl önce) Umumi Hapishane’de geceleri küçük kâğıtlara yazılarak yatak altına saklamak, akraba ve dostlarımdan hapishaneye gelenlere parça parça verilerek dışarıya kaçırılmak suretiyle vücuda gelmişti. Bu uzun müddet zarfında hele Latin harflerini kabul ettiğimiz tarihten beri imla şekilleri hayli değişmişse de ben eski şekilleri yenileştirmek istemedim; çünkü ne kadar dikkat edilsede yine az çok gözden kaçarak aynı kitapta aynı kelimelerin muhtelif şekillerde bulunmaları gibi bir uyumsuzluk hasıl olacağından, vaktiyle yazıldıkları şekillerde basılmasını tercih ettim.

3

Kürekle ya da motorla yol alan güvertesiz hafif tekne.

4

O zaman daha “esbak” olmamıştım. Bu maksatlı hatadır. Beş, on gün önce Dâhiliye Nezaretinde bulunan bir adamın da Kuvayımilliye’ye nispetini söylemek, bu kuvvetin azamet ve ehemmiyetine bir şehadet olarak memleketçe istenilmeyen tesiri mucip olacağından “esbak” demeyi hâle muvafık gördükleri anlaşılıyordu.

5

Divan’da söylemeyi ve burada yazmayı unutmuşum. Rauf Bey’i, Mebusan Meclisi’nde, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nda görmüştüm. Hatta aramızda bir münakaşa da vaki olduğu gibi Balkan Harbi’nde Hamidiye Kruvazörüyle Akdeniz’e çıkarak Yunanistan’da bazı mahalleri topla tahrip ettikten sonra günün birinde ansızın geldiği Beyrut önünde Hamidiye’ye giderek kendisini ziyaret etmiştim.

Hamidiye’nin Beyrut’a gelişi ahaliye pek coşkun sevinç heyecanları vermiş ve Rauf Bey’le askerlerimiz haklarında umulan derecelerden çok ziyade takdir ve muhabbet asan gösterilmişti. Bunun cidden enteresan olan tafsilatı “Hatıralarım”da görülecektir.

На страницу:
3 из 4

Другие электронные книги автора Ebubekir Hâzim Tepeyran