
Gece ve Gündüz
– Biz arabayı koşturup gitsek olurdu.
Şehirli kızlardan ikisi bu düşünceye katıldılar. Fakat Zebi Saltanat’ın omuzuna dürtüp, kulağına yavaşça fısıldadı:
– Niye bu kadar acele ediyorsunuz? Neyiniz kaldı şehirde? Kaç yılda bir gelip de iyice bir rahatlamayalım mı?
O sırada, selâm vererek Binbaşı’nın kızı Fazilethan gelip içeri girdi. Gençler onu yerlerinden kalkarak karşıladılar ve sofraya davet ettiler. Kız kabul etmedi, eyvanın yanına gelip durdu ve ayakta olduğu hâlde konuşmaya başladı:
– Ben misafirleri çağırmak için çıktım. Sultanhan anam anneleri hasta olunca gittiler. Annem ile Paşşahan anam misafirleri kendileri davet ettiler. Bugün akşam üzeri, elbette gelirsiniz!
Sonra vedalaşıp, çıkmak üzere davrandı.
Onu tâ sokak kapısına kadar geçiren Anahan’ın huzursuz gönlü yine sakinleşmiş, kederli yüzüne sevinç kızıllıkları yürümüştü.
V
Binbaşı Ekberali’nin belinde gümüş kemeri, yan tarafında gümüş kabzalı kılıcı, üstünde sırmalı çapanı23 olmasa, hiç kimse ona makam sahibi demezdi. Basit giyimde görenler, ya basit bir köy beyi veya Yedisu ile alâkası olan koyuncu veya değilse yayla tarafı ile iş gören bir deveci diye düşünürdü. Şakak kemikleri dışarı fırlamış, alnı boyuna göre dar, enine geniş ve uzun uzun üç derin çizgiye sahip.. Burun ortaca, fakat üstü basık… gözleri kısık, bir gözünde biraz beyaz perde eseri de var… Çene geniş, yüzü tombul. Çok seyrek olan sakalı çenenin ortasında toplanıp keçininki gibi aşağı doğru salkım saçak inmiş. Bıyık da sakal gibi seyrek. Usta Tohtaş “asırlık” bıyığı iki günde bir tıraş ettiği için dudak üstünde kısa ve düzgün olsa da genel olarak yarıdan çoğu devrilen bir ağaçlık gibi çirkin görünüyordu. İki ucunda altışardan on iki uzun kıl, farenin kuyruğu gibi ince bir şerit hâlinde aşağıya sarkmış… Ustura ile iki tarafa iki defa el değecek olsa, o fare kuyruklarından eser kalmaz, böylece bıyık maskara görünümünden çıkıp, adam şekline girer. Sanatına itina gösteren usta Tohtaş teessüf denilen şeyi toplayıp, “sanat, sanat için” anlayışıyla bakıp… Ekberali Binbaşı’ya bıyık hakkında az önceki teklifi yapmış olsa da böyle büyük bir makam sahibi de halkın ayıplamasından korkup, usta Tohtaş’ın teklifini reddetti. Böylece o gülünç bıyıklar acıklı bir vaziyette sallandığı gibi kaldılar…
Binbaşı’yı bu yüksek derecelere yükseltip, onun vasıtası ile kendi vaziyetlerini de kuvvetlendiren şehirdeki efendiler, onun iki şakağında sallanan o ince “kâkül”leri “iki asılanlar”, deyip alay ediyorlardı… Bu safderun “Sart” efendisi kendisiyle böyle alay edildiğini fark etmese de alay eden efendilerin kendileri meşhur Rus edibinin24 “Yedi Asılanları”ndan hem sözde, hem de işte çok iyi haberdardılar…
Ekberali Binbaşı kendisi yalnız kalıp “vicdanı” ile karşı karşıya geldiği zamanlarda, Miryakub’un büyük hizmetlerini insaf ile hatırlıyor, ona her hususta minnettar olduğunu kendi “vicdanı” karşısında itiraf ediyordu. Gerçekten önceki Binbaşı’ya iyi bir ulak oyununda kullanılan atı boşuna alıp verdiği için ellibaşılığa hak kazandıktan sonra, tam altı yıllık ömrü kendi köyü ile binbaşının idaresi arasında defter taşıyıp at sürmekle, köyden adam sürmek ve büyük yola su serptirmekle geçti. Bu altı yıl içinde bir ulakçı atın değil, birkaç ulakçı atın payı çıkarılmış, önceki dört-beş tanab25 araziye dört-beş tanab yer ilâve edilmiş olsa da, ellibaşılık, her türlü iş ve koşuşturmayı gerektiren faaliyetlerdendi… Bunun için Binbaşı bir yıl güz mevsiminde Astanakul adlı zenginin büyük bir kavun eğlencesi yaptırdığını asla aklından çıkaramıyordu. Miryakub ile o eğlencede görüşüp tanıştığı için eğlenceyi aklından çıkarmaya “vicdanı” müsaade etmiyordu…
Bu arada birçok şey Binbaşı’nın hatırından çıkmış, unutulmuştu… O, kavun eğlencesinden iki gün sonra Miryakub’un evine iki araba kavun-karpuz ile iki zembil dolusu üzüm ve kayrakı buğday26 gönderdiğini hatırlıyordu. Eğer yanılmıyorsa, bundan bir ay sonra, bir sabah gümüş kemer bağlayıp evden çıktığını, ondan bir gün önce, gece avlu kapısı önünde bir gece bekçisi olup çıktığını biliyordu. Binbaşı olduktan sonra kısa zaman içinde Miryakub’un köyünden şimdiki avluyu satın alıp, oraya göçüp gitti. Başka sözler çoktan beri aklından çıkıp gitmişti…
Köyün yaşlıları kendi aralarında konuşurlarken, bu memlekette hiçbir han ve hanzadenin bu kadar uzak bir yurt istemediğini söylüyorlardı. Mallahanlar, Hudayarlar, Nasriddinbekler memleketin üstünden bahar bulutları gibi geçip gitmişlerdi. Ekberali Binbaşı, işte on üç yıldan beri bu makamında oturuyordu, devleti, itibarı, nüfuzu gittikçe artıyor, azalmıyordu.
– Tanrı vermiş, Tanrı! – diyordu yaşlılar. – Tanrı “al, kulum”, derse, hiç mesele değildi.
Aynı şekilde bazı gençler de aralarında:
– Tanrı zaten böyle insafsızlara verirmiş! Biz biçarelere de bir şey verse ya! – diye konuşuyorlardı.
Bunu duyan yaşlılar sopasını kaldırıp, gençlerin üstüne yürüyorlar, biçare gençler sopadan kurtulup kaçarken, birbirlerine bakıp alay ediyorlardı:
– Niye kaçıyorsun? Tanrı sana da veriyor, almıyor musun?..
Köyün yaşlıları bütün bu devlet, hükûmet ve büyüklüğün, bir çift sözü güzelce dile getirip söyleyemeyen bu basit, kaba ve çirkin adama birden “nasip” olmasında Miryakub ağabeyin büyük hünerinin sebep olduğunu iyi biliyorlardı. Bunun için Miryakub ağabey sokakta göründüğünde, ona verilen selâm ve gösterilen hürmetler, binbaşınınkinden az olmuyordu. Fakat şu kadarı var ki, Binbaşı sağa sola çok az gidiyor, gitse de bekçilerini arkasına takıp gece gidiyor; gündüzleri ise sadece şehirdeki büyük yönetici çağırttığı zaman sırmalı çapanlarını giyip sevimli kula atını sürüp geçiyordu. Ona selâm vermek ve tazimde bulunmaktan bellere ağırlık gelmiyordu: Çünkü ayda bir, on günde bir eğilmek hiç mesele değildi. Ama Miryakub ağabeyin gezmesi çok! O, ekseri yaya dolaşıyor, dolaşırken de nedense hızlı yürüyordu. “Asselâmu aleyküm!”, deyip tane tane selâm verecek olursanız, telâşından olsa gerek, sadece “vess…”, demekle yetiniyordu. Bununla beraber, sizden tarafa boynunu eğip, çok hafifçe karşılık verip, daima gülümseyen gözlerini sizden tarafa çevirip şöyle bir bakıp, hızlıca gider… Serçe gibi her zaman ve her yerde görünen bu “asıl Binbaşı”ya selâm vermekten beliniz yorulur…
Dükkânında her şey bulunan bir bakkala “Frenk bakkal” diye isim veren yaşlılar, her işte eli olan bu adama “mâhir Miryakub” lâkabını vermekle hata etmiş olmazlar. Kendileri de bu lâkabın doğruluğunu kolayca ispat ederler:
– Onun karışmadığı iş düzgün gitmez… Binbaşı’nın arazisi o kadar çok ki, hesabını kendisi de bilmiyordu. Lakin Tanrı bu sevgili kuluna devleti iki eliyle verse de, çocuk konusunda biraz nasipsiz bırakmış. Hakikaten onun büyük hanımından olan kızı Fazilet’ten başka çocuğu yoktu. Bunca büyük devlet kime kalacak? Yedi kat yabancılara, zürriyeti olmayan kadınlara mı?.. Binbaşı, işte bu işe çare araştırsa gerek, bir-iki yıl içinde genç bir hanım aldı. Fakat baladan haber yok… Bunun için bazen kendisi yalnız kalıp, misafirhaneye kapandığında ve hattâ kendi gölgesinin bile işitmek ihtimali kalmadığı zamanlarda:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
1919 yılında Rusların tahrik ve teşvikiyle başı balta ile kesilerek idam edilen Türkistan’ın Ceditçi lideri Müftü Mahmudhoca Behbûdî’nin vasiyeti.
2
İstanbul Aydın Üniversitesi öğretim üyesi.
3
Naim Kerimov, Gece ve Gündüz, “Çolpan’ın ‘Gece ve Gündüz’ Romanı Hakkında”, Şark Neşriyatı, Taşkent-2000.
4
Hemel: 22 Mart-21 Nisan arasındaki zaman dilimi.
5
Doppı: Astarlı, takke gibi takılan baş giyimi.
6
Perenci: Türkistanlı kadınların yabancı erkeklerden sakınmak için başlarına sardıkları uzun örtü.
7
İşan: Dinî çevrelerde sözü dinlenen muteber kişi, din adamı veya tarikat piri.
8
Hanekâh: İşanın müritleriyle beraber mescidin içinde zikir çektiği mekân, tekke, hücre.
9
Ton: Türkistan’da pardesü, cübbe gibi üstten giyilen önü açık ve uzun mahallî kıyafet.
10
Ulakçı tay: Kesilen bir buzağı veya oğlağı atlıların birbirlerinden çekip alarak oyna dıkları ulak tartuu, kökbörü veya köpkeri adlı oyun için özel olarak yetiştirilen tay.
11
Dinî ahlâk kitabının müellifi mutasavvıf şair Sofi Allahyar’ın halk arasındaki ismi.
12
Yahteg: Önü açık, pardesü gibi giyilen uzun erkek elbisesi.
13
Patır: Mayasız hamurdan yapılan bazlamaya benzer ince ekmek.
14
Samsa: İçine et ve soğan konularak tandırda pişirilen hamurlu yiyecek.
15
Yar yar: Gelinin babasının evinden çıkarılırken söylenen ve her beyti “yar yar” ibaresiyle biten türkü.
16
Dutar: Türkistan’da çok yaygın olan iki telli müzik aleti.
17
Varakı samsa: İnce açılan hamur içine kıyma konularak yağda pişirilen samsa.
18
Çuçvara: İçine kıyma konularak yapılan mantıdan küçük hamurlu yemek.
19
Binbaşı: Birkaç köyden ibaret bölgeyi idare eden resmî görevli.
20
Yalla: Hafif ve eğlenceli türkü.
21
Dâdhâh: Halkın şikâyet konusu meselelerine adaletle hükmederek çare bulan, imdat eden bazı makam sahipleri için kullanılan saygı ifade edici söz.
22
Katlama: Yağlı hamurdan katlayarak yağ sürüp pişirilen ekmek.
23
Çapan: Türkistan’da pardesü gibi üstten giyilen önü açık uzun kıyafet.
24
Rus yazar Leonid Andreyev’in “Yedi Asılanlar” hikâyesi kast edilmekte.
25
Tanab: Kırk metrelik ölçü birimi.
26
Kayrakı buğday: İri taneli buğday.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера: