Gece ve Gündüz - читать онлайн бесплатно, автор Çolpan Çolpan, ЛитПортал
bannerbanner
Gece ve Gündüz
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 3

Поделиться
Купить и скачать

Gece ve Gündüz

Автор:
Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
4 из 6
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

İçeride oturan bahtlı misafir kendisinden bahtlı ev sahibiyle beraber, epeyce vakit geçtikten sonra kaybolan iki misafiri takip edip sokağa çıktığı sırada, sokaktaki iki genç ellerini birbirlerinden henüz ayıramamışlardı. Yaşlı kadın ise iki gencin bu sıkıntılı karşılaşmasına kuru bedeni ile şahit olup, henüz tatlı uykusuna devam ediyordu.

Kızlar toplanarak yaşlı kadını uyandırdılar, beraberce arabadan indirdiler. Yaşlı kadın Saltı ile Anahan’ın koltuğuna girip, kendisi uykuda, sallana sallana içeri doğru yürüdü. Zebi de diğer arkadaşları gibi arabadan kendisini atarcasına inmek istedi fakat kamçılı delikanlı gelip, yine elini uzattı ve bu yüzden o kadar yüksek arabadan kendini atan en sonuncu misafirin ayak sesi hiç kimsenin kulağına çarpmadı.

Misafirler yemek telaşına fırsat vermeden, süt, yoğurt ile sade çay içip, derhâl oturdukları yerlerine uzandılar ve arabada gelirken yoruldukları için uzanır uzanmaz da uykuya daldılar.

Arabacı içeriden çıkarılan iki ekmek ile bir kâse yoğurdu yedi ve atı dışarıya bağlayıp, kendisi arabanın üstüne uzandı. Uykusu kaçmıştı. Beyninde, ömründe ilk defa olarak tuhaf ve şirin hayaller dönüyordu. Gökteki aya bakıp, yerdeki ayı düşünüyor ve biraz önceki gibi tatlı tatlı gülümsüyordu.

İçeridekiler de derin bir uykudaydılar fakat aralarında, tıpkı sokaktaki genç delikanlı gibi uykusu kaçmış, göğsündeki yeni, yabancı ve şirin duyguları anlayamamaktan dolayı şaşkın olan biri vardı. O da gökteki aya bakıp, yerdeki “tay”ı düşünüyor ve yüzü nar gibi kızarıyordu.

O sırada, köyün derbeder itleri coşmuş, her taraftan havlamaya başlamışlardı. Dar sokağın sonundaki dere de herkes uyuyup sessizliğe gömülünce, heybetli sesini alabildiğine yayıp, aç kaplan gibi “guv guv” böğürüyorlardı.

III

Anahan yoksul bir ailenin kızıydı. Babası, bu, henüz pek gençken ölmüş, annesiyle beraber ikisi ağabeyinin himayesine kalmışlardı. Ağabeyi Halmat, aklı erdiğinden beri iş peşinde koşuyordu. Henüz oyun çağında çocuk yaşlarında da bütün köyün sürüsüne bakıp, ailenin ihtiyaçları için bir katkıda bulunmaya çalışıyordu. Onun çobanlık ettiği zamanları köyün insanları hâlâ hevesle hatırlıyorlardı. Sokakta ona rastlayanlar:

– Sürümüzü yetim bıraktın! deyip başlarını esefle sallayıp geçiyorlardı. Sık sık tekrarlanan bu tür sözler onun yüzünü güldürüyor, gönlünü hoş ediyor, durmadan çalışmak için bileğine güç kuvvet veriyordu. Onun kendine ait merhum kaynatasından kalan bir parça çeltik tarlası vardı, bütün gücünü buraya sarf ediyordu. Herkesten önce işe başlayıp, herkesten geç bitiriyor ve herkesten çok çalışıyordu. Sadece bununla altı kişilik büyük bir ailenin nafakasını temin ediyordu. Anası yaşlanıp iki büklüm olmuş, bir kızı ile bir oğlu henüz küçük çocuk, hayatın bütün yükü hanımı ile kızkardeşinin üzerinde. Bu ikisi tarla işlerinde ona yardım etmekten de geri durmuyorlardı. Onların tarlada da faydaları çok oluyordu. Halmat kendisi böyle çalışıp didinip, hayatın ağır yükünü yalnız başına taşıdığı için hanımı da, kızkardeşi de onu başüstünde tutuyorlardı. Her hususta onun taleplerini memnuniyetle yerine getirip, hiçbir işte üzmemeye gayret ediyorlardı. Çalışmaktan başka hiçbir şeyi bilmeyen bu yoksul delikanlının ne gibi ağır talepleri olabilir dersiniz? Bütün hevesler, talepler ve düşünceler, her ne olursa olsun, bu aileyi geçindirmekle ilgiliydi. Elbette gelin de, kız da genç insanlar; gençlerin nazları, hevesleri olmuyor değildi. Onların heveslerine tamamen haksız demek doğru olmasa gerek. Çünkü onlar da gençler, diğer akranları gibi onların da arzu ve hevesleri vardı, gönülleri birçok şey istiyordu. Zindandaki esirin hiçbir hayali olmaz, diye kim söylemiş? Dilenci padişah olmak isterse, fena mı? Bazen bu tür güçlü talepler gelinde veya kızda görülüp biraz ortaya çıkmaya başlayınca, güngörmüş hassas biri olan yaşlı kadın bunu derhâl hissediyor ve ona göre tedbirini alıyordu. Halmat’a biraz ağır gelen bir iş olursa, ona sezdirmeden kendisi yapıp bitiriyordu; yeri geldiğinde mülayim davranıp, yeri geldiğinde sertçe ikaz edip, kızı veya gelininin gönlünde uyanan hevesin alevlerine su serpiyor, o alevleri daha da büyümeden söndürüyordu. Onların talepleri çok makûl olursa, kendisi bir çaresini bulup, hallediyordu. Onların gönlünü alıyor, Halmat’ı fazla sıkıntılardan kurtarıyordu.

Şehirden Saltı’ların bir araba hâlinde gelmeleri de Anahan’ın bu tür heveslerinden biriydi. Saltanatlar ailesi ile Anahanlar ailesi arasında baba-dededen beri devam edip gelen bir dostluk hüküm sürüyordu. Bu iki ailenin insanları yılda bir iki defa birbirleriyle görüşüyorlardı. Geçen güz, harmanlar kaldırıldıktan sonra, Anahan ile gelin, Saltanatların evinde bir hafta kadar kalıp gelmişlerdi. O zaman Anahan kendi arkadaşını bir iki akranı ile beraber baharda köye çağırmış, bahar gelip tabiat canlanınca, şehire giden bir adam vasıtasıyla yine haber gönderip davet etmişti. Yaşlı kadın kızının bu talebini, elbette yerinde buluyordu. Anahan’ın yanında çocuklarıyla beraber birkaç gün gezip gelen gelin de kızın fikrine canıgönülden katılınca, yaşlı kadına hiçbir söz söylemek imkânı kalmamıştı.

– Sözlerin çok makûl! dedi bu konu hakkında düşüncesini açıklarken. Bunun çaresini bizim bulmamız lazım. Biçare Halmat’a bundan dolayı hiçbir yük gelmesin. Çaresi olursa, ona hiç bildirmeyelim. Misafirler gelince öğrenir.

Anahan geline baktı. Gelin Anahan’ın bu bakışından “Haydi, konuşun, ne diyorsunuz?” dediğini anlamış olsa da kaynana yanında ilk defa söz söylemeyi münasip görmediği için sessiz kaldı. Bundan sonra Anahan bir şey söylemeye mecburdu.

– Peki, siz kendiniz bilirsiniz, anne. Davet etmek gerektiğine “hayır” demediniz. Misafiri kuru ekmeğe çağırmak olmaz. Bunu kendiniz de biliyorsunuz.

Söz buraya gelince, gelin de bir çift söz söyleyerek araya girdi:

– Elbette, bilhassa bunca yerden gelecek olan misafiri.

– Pek, iyi biliyorum! dedi yaşlı kadın. O gelininin sözünü keser gibi hemen konuşuyordu. Güzde ikiniz gidip bir hafta kalıp geldiniz. Muhtaç vaziyette olmalarına rağmen sizi çok memnun ederek gönderdiler. İkiniz de uzun süre anlatıp durdunuz.

– Doğru! dedi Anahan.

– Onun babası da, nihayet bir ayrancı, arazisi yok, dükkânı yok. Hayat zor. Öyle olmasına rağmen bizim için neler yapmadılar?

Son soruyu gelin ninesine sormuştu. O da:

– Evet, nesini söyleyeceksiniz, deyip derhâl tasdik etti. Bundan sonra bütün hepsi sustu. Yaşlı kadın bir çare bulmak için düşünceye dalmıştı. Yavaş yavaş ağılın damına yatırılan merdivenin ikinci basamağına oturdu. Kız ile gelin yere çöktüler. Yaşlı kadın eliyle merdivenin yan ağacını silerek oyalanıyor, Anahan ağzından çıkardığı sakızı elinde ezerek küçük bir top yapıyor, gelin ise bir çöple yeri çiziyor, üçü de bu şekilde düşünceye dalmışlardı. Yaşlı kadının bütün aklı az önceki mesele ile meşgul olsa da, iki gözü bunlarda; bunlar ise kâh birbirlerine kâh yaşlı kadına bakıyor kâh gözlerini yere dikiyorlardı. Sessizliği yaşlı kadın bozdu:

– Fakirlik ölsün, fakirlik! dedi ve derin bir “of” çekti. Hiçbir çaresini bulamıyordu.

Biraz sessizlikten sonra birden sesini yükseltip:

– Bunca yerden bizim darı aşımızı içmeye mi geliyorlar? Üç dört gün kalacaklar. İyice bir şey yapıp önlerine koymazsak olmaz! dedi.

Onların ikisi de uyanır gibi oldular, ikisi birden:

– Elbette, elbette! dediler.

Tam da o sırada samanlığın yanında Halmat göründü.

Bunlar ona dönüp bakmaya fırsat bulamadan onun:

– Anne, burada mısınız? şeklindeki sesi duyuldu.

Yaşlı kadın sohbeti bölüp, yerinden kalkarken:

– Telaş etmeyin, biraz düşünelim, yarına kadar bir çaresi bulunur, dedi ve yürüyüp Halmat’ın yanına gitti.

Akşamüzeri yatacakları sırada yaşlı kadın ikisini yanına çağırıp, kendi fikrini söyledi:

– Düşüne düşüne elimden gelen şu oldu: Vefatım için bazı şeylerden biraz ayırmıştım. Şimdi Ana, sen de elinde olanlardan bir iki şey ayır, gelin siz de bir şey katın, yarın bunları pazara götürelim, satıp öteberi alalım.

Yaşlı kadın vefatı için elinde tuttuğu şeylerin bir kısmını ayırdıktan sonra konuşma tamamlandı.

– Oldu, anne! dedi Anahan.

– Benim varım yoğum sizin elinizde, kendiniz ayırıp alırsınız. Peki, kendim de bir düşüneyim.

– Ben sabah size veririm, dedi gelin.

Yaşlı kadın kalkıp, yatağına gitti, iki genç orada oturup, ne ayırmak ve ne vermek gerektiği hakkında konuştular. Eldekiler işe yaramaz şeyler olduğu için bu konuşma epeyce uzadı.

Her neyse sabahleyin yaşlı kadının elinde küçük bir bohça vardı. Bohçayı heybenin bir gözüne koyan çocuk yağır atı hızla şehire doğru sürdü.

O gün Saltanat’lara ikinci davet ulaştırılmıştı.

* * *

Misafirlere elinden geldiğince güzel bir sofra kurup, konu komşu kızları ve gelinleri çağırtıp, bir yerlerden teli kopmuş dutarları16 bulduran ve onları memnun etmek için gayret sarf eden Anahan, kendince yine de mahcup olmaktan kurtulamadı. Kıymetli misafirlerini yine ziyafetlere, her türlü ağırlamalara, izzet ikrama boğmak istiyordu. O kadar şey olmasa da adam gibi doğru dürüst bir ikramda bulunmak, elbette gerekli diye düşünüyordu. Kendi elinde böyle bir kudret olmadığını düşünerek ümitsizliğe kapılıyor, üzüntüsünden âdeta boğuluyordu… İçi fena hâlde huzursuz olduğu için daha fazla tahammül edemeyip yaşlı kadına takıldı:

– Keşke ölseydim, daha iyidi! dedi.

– Gönlümdeki gibi ağırlayamıyorum misafirlerimi!

Her zaman yumuşak sözlü olan yaşlı kadın bu söze öfkelendi.

– Öyleyse kendini pazarda sat! Gönlündeki gibi misafir ağırlarsın, dedi.

– Size insan gönlündeki hasretini de anlatamıyor, dedi Anahan. Gözlerinden yaş süzülerek annesinden uzaklaştı.

Bu hasretini avlunun bitişiğinde küçük bağdaki arık boyunda oturup, yengesine söylediğinde, o da derhâl bunun fikrine katıldı:

– Öyle iyi şeyler ki! Bunlara ne kadar yapsan az! Zebihan’a bakın, Zebihan’a! Biz güzde gittiğimizde görmemiş miydik?

– Babası ölesice, soğuk sofi, cevap vermemişti.

– O kadar da sesi güzelmiş bu kızın!.. Türkü söyleyecek olsa, insanın kulağı mest olur. Nefesi bu kadar sıcak, bu kadar tatlı! Bu kadar tesirli!

– Ben de onu söylüyorum işte. Sulu aş yaptık, kabaklı samsa yaptık, pilav yaptık hepsi bu! Bundan fazlasına işte şu ölesice fakirlik yol vermiyor.

Burada derin bir “of” çekti Anahan. Sonra yine sözüne devam etti:

– Varakı samsa17lar yapsak, ak undan harikulade mantılar, çuçvaralar18 yapsak, zenginlerin evinde olduğu gibi demleme kavurmalar yapsak.

Birden asabileşerek yerinden kalktı:

– “Kabaklı samsa”! “Kabaklı samsa”! Fakirliği kurusun, Tanrı’m! “Fakir, Tanrı’mın sevdiği kulu” diyorlar, bu mu sevdiği kulun hâli?

Bir süreden beri bu konu üzerinde düşünüp, akan suya kurumuş ot parçası atıp oturan gelinin yüzünde bu sırada hoş bir gülümseme peyda olmuştu. Yerinden kalkıp, az önceki tatlı gülümsemesi gittikçe açılıp yayılarak Anahan’a yaklaştı:

– Üzülmeyin, kurban olduğum! dedi.

– Ben çaresini buldum. Zenginlerin evlerindekine benzer şekilde çok güzel bir ziyafet vererek göndeririz misafirlerimizi!

Anahan bu çarenin ne olduğunu anlayamadığı için hayret ederek yengesine bakıyor fakat yüzü henüz gülmüyordu.

– Nasıl? dedi ve yengesinin gözlerine kendi fal taşı gibi açılmış gözlerini dikmiş hâlde onun iki elini elleri arasına aldı.

– Kendi gücümüz yetmezse, dostlarımız, arkadaşlarımız var. Onlara söyleyip davet ettiririz.

Anahan’ın yüzü birdenbire açıldı. Dudaklarına geniş bir tebessüm yayıldı. O yengesinin bulduğu çareyi anlamıştı:

– Binbaşı’nın19 kızına mı söylemek istiyorsunuz? O davet etsin mi diyorsunuz?

– O veya o olmazsa küçük hanımı Sultanhan.

– Olur, mu acaba?

Buraya kadar onlar ikisi bir yerde durup konuşmaktaydılar. Sonra:

– Oldurmayı siz bana bırakın, karışmayın. Bir şekilde misafirleri memnun ederim, oldu mu? dedi.

Bundan sonra ikisi ellerini birbirlerinin beline atarak, eve doğru yürümeye başladılar.

– İyi fikir! Can yenge, bir şey yapın! dedi Anahan yengesini sıkıca kucaklayıp.

Gelin birden durup:

– Onlardan hiç kimseyi davet ettik mi? diye sordu. Anahan da olduğu yerde durup:

– Hayır! diye cevap verdi. “Binbaşı takımının gözü bizi görüyor mu?” deyip haber de vermedik. Şimdi bu iş nasıl olacak?

– Biz bu geceye Binbaşı dayının kızı ile küçük hanımını çağırtalım. Gece davet ettiğimizde gelmezlerse, bugün davet edersek, elbette gelirler. Siz ne dersiniz? Zebihan’ın sesi, türküleri ondan büyükleri bile sürükleyip getirir. Siz rahat olun. Ben kendim hemen çıkıp geliyorum. Bu gece bir türkü dinleyip, sohbeti görürlerse, yarın elbette davet ederler.

İkisi, yüzleri yıldız gibi parlayarak kapıdan içeri girdikleri sırada Zebi’nin “Kara saçım” türküsü kulakları tatlı tatlı okşamaktaydı.

* * *

Bir damla suyun, denize dönüştüğü bir gece oldu. Bu fakir ailenin sıcak ve helal kucağına köyün kızları ve genç kadınlarının hemen hepsi toplandı. Doğrudan komşu olan ailelerin “aşını yiyip, yaşını yaşamış” yaşlı kadınları da toplandılar. Bu gece, hatta şehir kızlarının yanında nezaretçi olarak gelen uykucu yaşlı kadına da can geldi. Onun canlandığını görenler gayriihtiyari yayılarak gülüyor ve samimi olarak seviniyorlardı. Bir değil, iki dutar ve iki iyi dutarcı, birkaç oyuncu, Zebihan’dan başka yine iki sesi güzelce genç kadın geldiler. Sofraya bakan kimse olmadı, hiç kimse bu fakir ve sade ihtişam içinde izzet ikram aramıyor, gönlünü eğlendirmekle meşgul oluyordu. Bunun için olsa gerek, sofra üstünde hızlıca sözleşip, eyvanı sesle doldurup oturan kadınlardan hiçbiri sağ tarafında yanyana oturup, sofraya zoraki el uzatan Binbaşı’nın kadınlarının “bu da misafir ağırlamak mı?” manasında birbirlerine bakıp dudak büktüklerini fark etmedi. Sofra toplandıktan sonra eğlence başladı. Bundan sonra herkes kendini unuttu, herkes küçük birer çocuğa dönüştü.

Üç güzel sesli kıza yine birkaç tanesi katılıp, yalla20 ahengi göklere ulaşınca, köyün alçak ve yıkık duvarlarından kolayca geçen delikanlılar da toplanmaya başladılar. Onlar sönük yanan lamba ışığının zorla ulaştığı yerlerde, eyvanın iki yanında çökerek oturmuşlar, nefeslerini tutmuşlardı. Onlar arasında Halmat ile arabacı çocuk da vardı. Onlar ikisi büyük dut ağacına yaslanmış, ayakta duruyorlardı. Halmat hevesle baksa da, aslında onun gönlü tamamen ilgisizdi. Fakat arabacı delikanlı, bunca gürültü ve türkü arasında Zebi’nin sesinden başka sesleri, nedense fark edemiyordu. Zebi’nin sesini duymasıyla birlikte gönlünün derinliklerinden dışarı atılan tatlı bir sevinç dalgasını gizleyemedi:

– Zebinisa’nın sesini diyorum, Halmat ağabey… dedi, kendisi bu sözü söyledikten sonra, nedense, biraz kızararak yere baktı.

– Boşuna değil! dedi Halmat. Sonra sordu: Adı Zebinisa mı?

– Evet, Zebinisahan!

Delikanlının Zebinisa’nın adına bu “han”ı ilave etmesinde, “Benim Zebinisa’m” manasında bir övünme, bir gurur ahengi vardı. Bu ahenk çok açık hissedilmiş olsa gerek ki, Halmat derhâl anladı ve “e, harami hey!” dercesine ona bakınca:

– Yürekten vuruyor ha! dedi.

Delikanlı bu sözden rahatsız oldu ve hemen inkâr etmeye başladı:

– Hayır, sesi güzel diyorum, sesi! dedi, lakin dilinin söylediğine yüreğinin “yalan, yalan” dediğini kendisi de biliyor, Halmat’ın inanmamasını da haklı görüyordu. Bunun için meseleyi daha fazla karıştırmadan sözü başka tarafa çevirmeyi uygun gördü:

– Sesine ne diyorsunuz, gerçekten güzel değil mi? dedi Halmat’a.

– Evet, sesi yerinde. Saltanathan’ın arkadaşı mı?

– En yakın arkadaşı.

– Kimin kızı kendisi?

– Rezzak Sofi denilen bir adamın.

– Rezzak Sofi mi?

– Evet, Rezzak Sofi. Tanrı vermiş, lakin Sofi’ye!

– Taliplisi de çok mu?

– Görücülerin, gelen gidenin çokluğundan eşiği aşındı, diyorlar. Bilmiyorum, hangi talihi yüksek olana nasip olur.

– Tanrı’dan dileyin, “ümitsiz olan şeytan”, diye bir söz var.

Bu sözleri söylerken Halmat da delikanlıya şeytanca bir bakış ile baktı.

Bu sırada türkücü kızlar yalladan vaz geçtiler, ince kalın kadın seslerinden ibaret güçlü bir koronun:

– Var olsunlar! Şeklinde alkışı yükseldi. Erkekler kendi alkışlarını içlerinde tutmaya mecburlardı. Onların toplandıklarını bir iki yaşlı kadından başka hiç kimse bilmiyordu. Yalla bitince, bazı kızlar yerlerinden kalkıp sağa sola dağıldılar, bazıları ocak başına çay almaya gittiler, bazıları da yerlerini değiştirip, kendilerine yakın gördükleri arkadaşlarının yanına geçip oturdular. Artık erkekler de kendilerini arkaya alıp çekilmeye mecburdular, onlar da dağıldılar. Misafirlerden Kumrıhan birden dut ağacının dibine gidip, orada iki erkeğin kendisine bakarak güldüğünü görünce, “vay, öleyim!” diyerek, utanıp arkaya döndü. Yine Saltı’nın yanına gidip oturunca, fısıldayarak:

– Etrafımızı köyün delikanlıları sarmışlar. Bilmeden dut ağacının dibine gittim; o sırada iki kişi gözlerini fal taşı gibi açmış, bana bakıyorlardı… Birisi bizim arabacı mı…

Bu sırada bu iki kızın neler diyerek fısıldaştıklarından vesveseye düşen Zebi, yavaşça boynunu uzatıp, söze kulak verdi. O sadece Kumrı’nın sözünü, “birisi bizim arabacı…” şeklindeki son sözünü işitti. Kalbi çarpmaya başladı… ve derhâl dönüp dışarıya baktı. Lambanın loş aydınlığında yaşlı kadınların bir şeylerle meşgul olduklarını gördü. Başka hiçbir şey görünmüyordu. Kalbinin çarpıntısı dinmedi.

Dudakları titremeye başlamıştı… Birden yerinden kalktı; kızlar yol açtılar, onları aralayarak geçti. Eyvandan çıkıncaya kadar herkesin gözü onda idi, eyvandan aşağıya inince, kızlar yine kendi sohbetlerine döndüler. Aşağıda onu nezaretçi yaşlı kadın karşılayıp, alnından öptü:

– Tanrı’m, kem gözlerden saklasın, balam! – dedi. İki gözünden yine bir defa daha öptükten sonra iç odaya doğru yöneldi.

– Evet, teyze, odada ne yapıyorsunuz? – diye sordu Zebi.

– Uyuyun, balam, ben yaşlı bir şeyim, gece yarısına kadar oturabilir miyim? Sizler gençsiniz, gülüp eğlenin. Ben dinleneyim…

Nezaretçinin bu özelliği herkese için makûldü. Bilhassa bu sırada gönlü bir yerlere akan Zebi için geveze yaşlı kadınlara nazaran bu suskun ve uykucu yaşlı kadın daha iyi idi.

Kalbi çarparak yavaş yavaş yürüyerek karanlığa girdi. O da dut ağacının dibine, büyük çardağın yanına gidiyordu. Karanlıkta duran arabacı delikanlı ışık tarafından gelmekte olan kızı tanıdı, birden:

– İşte, kendisi geliyor! – diye seslendi.

Onun bu seslenişi gayriihtiyari olmuştu. Ne zamandır meselenin farkına varan Halmat o sırada delikanlıdan uzaklaşmayı uygun gördü. Ona mânalı bir bakış ile gülümseyerek bakıp, omuzuna bir-iki dürterek:

– “Ümitsiz olan şeytan”, demiştim kardeşim… İşte, biz gittik… – dedi ve koyu karanlığa girip, kayboldu.

Delikanlı ise Halmat’ın varlığını da, yokluğunu da fark edemeyecek hâldeydi. Böyle zamanlarda ağızdan gayriihtiyari çıkması gereken “var olun”, “sağ olun” gibi minnettarlık sözleri de akla gelmiyordu. Birden telâşa kapılarak farkında olmadan yaşlı dut ağacının kalın gövdesine yapıştı…

Zebi delikanlının “İşte, kendisi geliyor!” dediğini duymuştu. Eğer aklı başında olsaydı, onun da Kumrı gibi “Vay, öleyim!” deyip dönüp gitmesi gerekiyordu. Hâlbuki o farkında olmadan ve hiçbir şey düşünmeden, aklını yitirmiş gibi yavaş yavaş ileri doğru yürüyordu… Onun ayakları yaman bir gücün büyüsüne kapılmış ve o gücün sürüklediği tarafa gidiyordu. Genç kız, gönlünün ilk defa kendisine yabancılaştığını ve kendisinden başka bir gücün gönlüne sahip olduğunu hissediyordu…

Zebi etrafına bir göz atınca, adımlarını daha da yavaşlatıp, büyük dutun sağ tarafında durdu. Delikanlı sol tarafta idi.

İkisi de bir süre sessiz kaldılar. Hangisi söze önce başlayacağını ve ne diyeceğini bilmiyordu. Nihayet, delikanlı söyleyecek bir söz buldu.

– Bugün seher… arabayı koşayım mı?

– Niçin?

– Gitmiyor muyuz?

Zebi cevap veremedi… Bu soruya cevap olabilecek bir söz bu sırada aklına gelmiyordu. Soruya cevap vermiş olmak için:

– Niye telâşlandırıyorsunuz? – dedi ve bu sözlerin kendi ağzından döküldüğünü hissetti. O sırada kendi sesi de kendisine yabancı idi. Bu sözleri söyleyen ses, onun kulağına derenin karşı tarafından geliyormuş gibiydi.

Delikanlı kendini toplamış, aklı başına gelmişti. Şimdi cesaretlenip gülerek elini dut ağacının sağ tarafına uzattı. Fakat ikisinin arası biraz uzak olduğu için kızın eli onun eline ulaşamadı. Hâlbuki Zebi de delikanlının elini uzattığını hissedecek hâlde değildi. Delikanlı Zebi’den karşılık görmeyince, elini geri çekti ve şimdi bu sefer boynunu eğip, iki gözü ile kızı ararken, memnun bir sesle.

– Hâlâ bir-iki gün daha oynayacak mıyız? Atı dinlendirelim mi? – dedi.

Zebi’den cevap gelmeyince, ilâve etti:

– Peki, sizler ne zaman “koş”, derseniz o zaman koşarım.

Zebi duta yaslanmş, kendisinin nerede durduğunu unutmuş, bunca söze bir çift cevap veremeden, ağır düşüncelere dalmıştı. O bu sırada kendisinin yakın gelecekteki kara günlerini, nasıl görüneceği bilinmeyen bahtını, talihini düşünüyordu. Onun bütün bahtı, Rezzak sofinin cahil varlığına bağlı değil miydi? O soğuk sofi şu neşeli canı ve güzel sesli küçük kuşu istediği zaman bahtlı veya bahtsız edemiyor mu? Onun sadece “evet” veya “hayır” demesi, biçare kızın son derecede mutlu olmasına yahut tıpkı bir hazan yaprağı gibi bir nefeste solup helâk olmasına yol açmıyor mu? Zavallı kız, o bir ömür asık suratlı, kaşları daima çatık ve yüzü gülmez babadan hiçbir hayır beklemiyordu. Babasını düşündüğü sırada kendisini ölüme mahkûm bir insan ve mahkûmenin cellâdı gibi görüyordu… ve titriyordu! Bu köy seyahati, arabacı delikanlı ile tesadüfen tanışması, bu tanışma sebebiyle gönlünde hissettiği heyecanlar biçare kızı böyle kara kara düşünmeye mecbur etmişti. O tür kara düşünceler onun için yeni değildi elbette. Genç kız olup evleri görücülerin aşındırdığı yola dönüştüğünden beri o zavallının kara düşüncelere batmadığı günü yoktu! Fakat tatlı bir ümitle, gözle görülüp, elle tutulan somut bir ümitle beraber gelen kara düşünceler, biçare kızı fena hâlde eziyordu! Bir-iki günden beri türkü, oyun derken kendinden geçercesine kapılıp gitmesi, bu ıztırapların yorgunluğunu atmak için değil miydi?

Gönlünü ağır endişelere salan delikanlının böyle yakınında çok şirin hayallerle beraber kapkara düşüncelere battığı sırada birden eyvan tarafından bir ses işitildi:

– Hey, niye her taraf sessizliğe gömüldü? Zebinisahan neredeler? Saltanathan, kurban olayım, arkadaşınızı bulamıyor musunuz?

Yine bir ses işitildi:

– Doğru ya, her taraf buz gibi oldu! Hey kızlar, size ne oldu?

Birden birkaç ses yükseldi:

– Zebinisahan, Zebinisahan!

Kızlar yerlerinden kalkıp, etrafa dağıldılar.

Bu haykırışlar her türlü ağır uykudan uyandırmaya yeterdi, Zebi de yarı sarhoşluk hâlinden sıçrayarak uyandı ve telâşla cevap verdi:

– İşte ben… Şimdi geliyorum… şimdi…

Fakat bu sefer onun sesi hasta bir insanın sesi gibi dermansız ve cansız çıkıyordu. Delikanlı bunu anladı ve hızlı hızlı:

– Gidin, rahat rahat oynayıp eğlenin! Hiçbir şeyden korkmayın, hiçbir şeyden endişelenmeyin! – dedi. Sonra derhâl kendini dut ağacının arkasına aldı.

O taraftan bir-iki kız yürüyerek gelip, Zebi’yi elinden tutarak gittiler. Bunların biri Binbaşı’nın küçük hanımı Sultanhan idi.

Bu sefer sadece oyun oldu. Genç kadın ve kızların hemen hepsini oyuna çektiler. Şehirlilerden iyi oynayan Kumrı oldu. Köy kızlarından iki-üç tanesi iyi oynadılar. Hattâ yaşlı kadınları da çektiler. Anahan’ın anası, kendisi kısa boylu ve ayrıca beli bükülmüş yaşlı kadın, oyun oynarken herkesi güldürdü. Anahan’ı oyuna razı edemediler. O “ben hizmetinizdeyim”, bahanesini ileri sürdü. Binbaşının kızı bir-iki dönüp durdu, küçük hanımı ise razı olmadı, onu çok da zorlayamadılar. Zebi ise dutarcılar ve türkü söyleyenlerle beraber hafif yallalar söyledi.

Oyun tamam olup, pilav sofrası kurulduğunda, ay epeyce yükseğe çıkmıştı. Yemekten sonra köy kızlarından biri yerinden kalkıp:

– Yarın misafirleri biz bekliyoruz, – dedi.

Bundan sonra Binbaşı’nın küçük hanımı Sultanhan büyük kumasının kızı ile sözü bir tarafa bırakarak yerinden kalktı ve Anahan’a doğru dönüp:

– Öyleyse misafirleriniz yarından sonra da bizim evde olacaklar, – dedi, – tamam mı? Şimdi bize müsaade!

O kumasının kızı ile beraber eyvandan aşağı inip, ayakkabısını giymeye başlayınca, diğer kızlar da birer birer yerlerinden kalktılar. Böylece bu tantanalı toplantı gece yarısı olunca, gürültülü bir şekilde dağıldı.

IV

Kumasının kızı ile anlaşarak evine dönen Sultanhan, Binbaşı’nın şehire gidip dönmediğini öğrendikten sonra, kendi odasına girdi ve yatak serip, üzerini değiştirmeden, öylece yatağın üstünde bir yastığa başını koyup uyudu.

Ertesi sabah uykudan gözünü açtığında, baş tarafında yan komşu hanımlarından Ömrinisabibi oturuyordu. Sık sık çıkıp, Binbaşı ailesinin ev işlerine bakıp, yorgan ve tonları kaplayıp, pamuklarını çubukla kabartıp yumuşatan orta yaşlarındaki bu hanım, böyle yapmak suretiyle küçük kızına çeyiz hazırlıyordu. Büyük kızını bundan iki yıl önce evlendirmiş, şimdi bu kızı da artık göze görünür hâle gelmişti.

На страницу:
4 из 6