
Gece ve Gündüz
– Ailemiz de maharetli usta bir terzi, Tanrı’ya şükür. Kızımız da doppı dikmekte “usta” oldu! Ailenin eksiğini gediğini kendileri halledip bitiriyorlar. Ben huzurla tesbihimi çekip yatsam da olur!
Sofi’nin o ağabeyi geçen sonbaharda yine geldi.
Ama bu sefer ciddi bir meseleyi görüşmek için gelmişti. Bir iki gün misafir kaldıktan sonra meseleyi açtı:
– Sofi, kendiniz “vatan”, “vatan” diyorsunuz ve vatanınızı bilmiyorsunuz.
Sofi bu “bilmiyorsunuz” sözüne öfkelendi:
– Niye bilmiyormuşum, ağabey? Siz de sözünüzü bilerek konuşursanız iyi olur!
– Hemen öfkelenmeyin, bilerek konuşuyorum. Vatanınız, ana babanızın yaşadığı, kendi doğduğunuz, ana baba ruhu için mum yakılan yer değil mi?
Sofi sessiz kaldı. Hatta gözlerinden yaş süzülür gibi oldu.
– Niye bir şey demiyorsunuz? diye sordu ağabeyi.
– Doğru söze ne diyebilirim? İlginçsiniz…
– Öyleyse vatanınız, o bizim köyümüz.
– Evet, o köy…
İkisi de bir an sessiz kaldılar. Sofi misvağını kınından çıkarıp yine yavaşça yerine koydu. Yaşlı adam dizine düşen hazan yaprağını sapından tutup hızla döndürürken, cevap verdi:
– Ben sizi alıp o köye götüreyim, diyerek geldim. Siz, benimle bir avuç toprak için kavga etmiştiniz. Yine bu konu hakkında ileri geri konuşmuş ve bu yüzden de gelip şehre yerleşmiştiniz…
Sofi derin nefes aldığı için sesi titreyerek, cevap verdi:
– Eski defterleri karıştırarak ne yapmak istiyorsunuz?
Olan oldu, geçti. Yeri de batsın, mirası da…
– Hayır, Sofi! Öyle söylemeyin!
Ağabeyinin bu sözü keskin bir sesle ve emir tarzında söylenmişti. Sofi başını kaldırıp, ağabeyinin yüzüne baktı, ağabeyi devam etti:
– Topraktan aziz hiçbir şey yok! Babamız rahmetli, dedelerimiz, onlardan öncekiler, hepsi rızıklarını o bir avuç topraktan çıkardılar… Doğru mu?
Sofi belli belirsiz bir sesle:
– Doğru… dedi.
– Siz niye o topraktan kaçıyorsunuz?
Sofi, bu doğru soruya verecek bir cevap bulamadı.
– Toprak hani bana? dedi. Bir avuç toprağınız var, kendinize yetmiyor…
Ağabeyi cesaretle cevap verdi. Cevaba başlarken, onun yüzü gülmüş, dişleri dökülmüş olan ağzı sevinçle açılmıştı:
– Nehrin öbür tarafındaki tepeliği yavaş yavaş işleyip ekilebilir hâle getirdim. Yine bir avuç sulu yer daha oldu. Şimdi, adamdan ve sermayeden yana sıkıntı çekiyorum…
– Ne yapayım? dedi Sofi, sesi çok yavaştı. Elimden ne gelir?
Ağabeyi bu sefer ciddileşti:
– Şehri bırakın!
Sofi ağabeyinin sözünü bölerek, bir şey söylemek istemişti fakat o bırakmadı:
– Siz acele etmeyin! Söyleyeceğim sözü dinleyin! Sofi sessiz kaldı. Sonra ağabeyi devam etti:
– Şehri bırakın! Bu avluyu satın! Şehirde avlu ve bağı iyi bir paraya alıyorlar. Bunun yarı parasına veya üçte birine köyden küçük bir avlu alırız. Geri kalanıyla da malzeme alırız. Kendi yerimizin yakınından bir parça daha yer buluruz. Onu da alırız. Henüz güçlü kuvvetlisiniz, birleşip işleriz. Doğru mu?
Sofi bir şey söylemedi. Beyaz doppısını başından almış, büküp oynuyordu…
– Haydi, bir şey söyleyin!
Sofi hiçbir şey söylemeden yerinden kalktı. Yine hiç sesini çıkarmadan içeriye doğru bir iki adım attı. Sonra yine arkasına dönüp, cevap verdi:
– Ben sarığımı, tonumu9 giyip çıkayım. Cumayı hanekâhta kılarız. Geç kaldık…
Ağabeyi hanekâha giderken, yine bu meseleyi açtı:
– Peki, deyin. Köye gidelim! Ölüm, hak! Ölüm geldiği sırada birbirimizden uzak düşüp, birbirimize hasret olarak ölmeyelim…
Sofi bir ulakçı tayı10 gösterdi:
– Bu hayvancağız, çok iyi bir at olur mu? Vay vay vay! Sessizlik çöktü. Sonra yine söze başlandı:
– Ne dediniz? Konuşun! Kocakarı da çok istekli…
– İşte o, mabeynci Ömerali’nin hamamı. Yüz yetmiş yıl önce yapılmış hâlâ bir tuğlası bile düşmemiş. İçine girsen, çın çın yankılanıyor.
Ağabeyi kendi fikrini dinletip kabul ettiremeyince, Kurbanbibi ile görüşüp, meseleyi İşan dedeye arz etti.
İşan önce:
– Sofi kendisi nerede? diye sordu. Sofi’nin ağabeyi:
– Evde kaldı. Biraz dişi ağrıyor, dedi. İşan güldü:
– Dişi mi ağrıyor? dedi. Vay vay! Diş ağrısı yaman bir şey. Gidin anlatın, zahire pazarının köşesindeki berbere gitsin, kerpetenle hemen tutup çeker. Sakinleşir. Gidin, âmin, Allahü Ekber!
Böylece Sofi’nin ağabeyi ümitsiz bir hâlde köyüne döndü. O atına binip, vedalaşıp iyi dileklerde bulunurken Sofi içeride “Hikmet” okuyordu. Kurbanbibi peçesini yüzüne tutarak dış avlu kapısının önüne kadar çıktı. Elbisesinin uzun yeni ile gözyaşlarını silip, köyden gelen misafirini yolcu etti. Kurbanbibi’nin yanında durup, yankılı sesiyle: “Güle güle gidin şimdi! Adalethan ablamlar gelsinler. Küçük hediyeyi, elbette alıp gelin”, diye konuşan Zebi, misafir gözden kaybolunca, annesine sordu:
– Babam niye yolcu etmeye çıkmadı? Kurbanbibi kısaca cevap verdi:
– Babanın huyu kurusun, balam! dedi ve içeri döndü.
Kurbanbibi’nin bundan başka endişeleri de artıyordu. İşte bu köylü misafirin gelişi yine büyük bir endişeyi de canlandırdı. Hakikaten biçare Kurbanbibi üst baş, bilhassa biricik kızının çeyizi hususunda çok endişeleniyordu.
Böyle endişelerin tesiriyle, o daha fazla tahammül edemeyip, gidip, sık sık Sofi ile basit şeyler için kavga ediyordu. Öyle kavgalara Sofi’nin asla tahammülü yoktu, “Tanrı verir!” deyip, olanca sesiyle bağırarak cevap veriyordu.
Kurbanbibi de insan değil mi, tahammül edemiyordu. Bir gün kendi kendine söylendi:
– Tanrı verir elbette! O zaman kulu da hareket ederse, gayret ederse verir! Tanrı “sebeb”i halleden değil mi, nihayet? İşan anam bir gün İşan Sofi’den11 okuyarak, çalışmanın farz olduğunu söylemişlerdi!
Bu yakınmalara Rezzak Sofi cevap bile vermedi. Hiçbir şey söylemeden gerisin geri döndü. Kurbanbibi söylenmeye devam edip, hatta sesini daha da yükseltmeye başlamıştı. Sofi kendisinin o her zamanki kısa sözlerinden birini öfke ile bağırarak sarf etti:
– Oldu diyorum, it balası!
* * *Babası geldikten sonra Zebi’nin gönlünü dolduran ızdırap ve heyecanlar, Rezzak Sofi’nin “Nedir bu kıyamet!” şeklindeki feveranından daha korkunçtu. Soğuk yüzlü bir Sofi’nin nezdinde bu kadar korkunç görülen sıradan ve tabiî bir balalık oyununa gösterilen bu tepkinin sebep olduğu ızdırap, küçük kafesin açılışını beklediği sırada kapıya kocaman bir kilidin vurulduğunu gören bir kuşun ızdırabından az olur muydu?
İki kızın bilhassa Zebi’nin gönlündeki ızdırabın Sofi girdikten sonra daha da alevlenmesi gerekiyordu. Çünkü kızlar eğlence ve oyuna kapılıp, bütün her şeyi unutmuş değiller miydi? Karanlık kış günlerinden kalan dertler, dört duvar arasında yaşamaktan kaynaklanan sıkıntılar, babadan gelen zulümler, görücülerin sebep olduğu rahatsızlıklar durmamış mıydı? Gençliğin kuvvetli dalgaları, onların hepsini bir bahar yağmuru gibi yıkayıp gitmemiş miydi? Böyle bir arkadaşın bu kadar şirin muameleleri karşısında o kadar aksi ve inatçı babanın varlığı da unutulmamış mıydı? Evinden “Hemen gidip gelirim”, diyerek çıkan Saltı da verdiği sözünü, evini ve ana babasını unutup, elinde bir süpürge ile kalmamış mıydı?
Gaflette kalanların başına inen sopa çok yaman olur, derler. Bu iki kız oyun ve eğlence hevesiyle gaflete düşmüşlerdi. Sofi’nin ağır darbesi ile kendilerine gelince, önlerine zor bir dağın dikildiğini görüp, gayriihtiyari korkuya kapıldılar. Bu dağdan aşmak gerekiyordu, hâlbuki bu dağ, böyle genç balaların aşabileceği dağlardan değildi. İkisi de ızdırabın bu ağır yükünü birbirlerinin gözlerinden okudular.
Sofi’nin bağırıp çağırmasından sonra biraz şaşkınlıkları geçince, eve girdiler ve kendilerini kapının arkasına alıp, Rezzak Sofi’nin hareketlerini gözetlemeye başladılar. Gözleri Sofi’de fakat kulakları Kurbanbibi’nin ağzında idi. Onun söyleyeceği sözler, onların gönüllerinde hâsıl olan ağır ve karışık düğümü ya çözecek veya daha beter karmaşık hâle getirip, bu iki genci yine kaç ay boyunca birbirlerinden ayırıp uzaklaştıracaktı.
Bunlar eve girince, Sofi’nin kapı önünde rengi ağarıp bozardı. Sonra sarığını Kurbanbibi’ye uzatıp, üstündeki açık sarı, önü açık uzun elbisesini uzaktan sedire attı ve her zamanki sesiyle:
– Kancıklar! diye bağırdı.
– Gençler eğlenip oynaşırsa, ne olur? Niye bu kadar öfkelendiniz? dedi Kurbanbibi.
– Konuşma, eşek!
Kurbanbibi sesini kesti. Sofi sedirden tarafa yürüdü. Sedirin üstüne sofra serilip, bir bakır tabak dolusu ekmek ile piyalede şerbet konulmuştu. Sofi sedire çıkıp oturduktan sonra Kurbanbibi ocaktan çayı alıp geldi.
Sofi’nin bu vaziyetini gördükten sonra iki kızın bütün ümidi de kesildi. Zebi bu ümitsizliği gizleyemedi:
– Oynaşmayalım, ölelim artık babam hiçbir yere çıkarmaz…
Saltı da kendi endişesini dile getirdi:
– Ne yapacağız şimdi? Siz gitmezseniz, ben de gitmem. Anahan da iyice tembihlemişti.
– Sessizce otursaydık acaba gönlü yumuşar mıydı? dedi Zebi.
Saltı bir şey söylemedi. Biraz sonra yine kendisi ilave etti:
– Gönlü ölsün, yumuşadığı zamanı hiç gördüğüm yok!
Koca koca taşları dere kenarına devler atmış, derler. Acaba en büyüğünü babamın göğsüne koyup, “İşte bu senin gönlün!” demiş olabilir mi, geberesiceler!
Bu söz Saltı’ya tesir etmiş olmalı ki, kıkırdayarak güldü. Zebi buna hakikaten öfkelenmişti, elini uzatıp arkadaşının ağzını kapattı.
– Bak sen şuna! Daha beter hâle getireceksiniz işi! dedi.
Saltı zorla kendine hâkim oldu. İkisi yine gözlerini kısarak ihtiyar ile yaşlı kadına baktılar.
Bir süredir kocasına bakıp sessiz oturan yaşlı kadının şimdi hafiften gülümsüyor olması, bunları canlandırdı. “Gördünüz mü?” dercesine ikisi birbirlerine baktılar.
Hakikaten Kurbanbibi, Sofi’nin hoşuna gidecek bir söz bulmuş gibi, cesaretle ve rahat bir tavırla gülerek söze başladı:
– Ben Zebi’yi bir yere göndereceğim…
Sofi bu sefer bağırmasa da soğuk bir sesle sordu:
– Nereye? Niye?
– Aydınköl’deki Halfe işanımızın küçük kızları birkaç arkadaşını “baharda gidin”, deyip çağırtmışlar. Bunların birisi Zebi, yine birisi de onun arkadaşı olan Saltanathan imiş. Saltanathan arabayı koşturup, kendisi Zebi’yi haberdar etmek için gelmiş. “Hayır”, dersek nasıl olur?
Hanımı ne derse, “hayır” diyen Sofi bu sefer birden “hayır” demeden önce düşündü. Kızlar Kurbanbibi’nin bu tedbirinden memnun olup, yine ümitlenmeye başlamışlardı.
– Kurban teyzem halletti! dedi Saltı.
– Anam söz söylemede usta. İşan denilince akan sular durur. “İşan”, derseniz, babam canını bile feda eder. Tanrı bunu işanlar için yaratmış.
Saltı, Zebi’nin bu sözlerini duyduktan sonra Sofi’nin “peki” diye cevap vereceğine inandı. Bir elini arkadaşının boynuna atıp, onu kucaklarken:
– Oldu, arkadaşım, artık gidiyoruz! dedi.
– Hemen ümide kapılma! Babam makul söze kolaylıkla rıza gösterecek bir adam değildir. Sessizce durup seyredin, henüz bir şey söylemedi.
Sessizlik uzayınca Kurbanbibi şimdi bu sefer ciddi bir çehre ile:
– Niye bir şey demiyorsunuz? Peki, deyin! Büyük adam, ayıp olur. Bir iyi hanımları, bir okuma yazma bilen kızları var. Kendilerini ise siz kendiniz biliyorsunuz, dedi.
Sofi her nedense:
– Biliyorum, fitne, biliyorum! dedikten sonra yine sessiz kaldı.
Şimdi Kurbanbibi daha da ciddileşti:
– Öyleyse “hayır”, deyin. Saltanathan’a cevap vereyim, gitsin! Sabah ezanında gelmişti.
Bundan sonra Sofi’nin dili çözüldü:
– Acele etme, fitne, “hayır” deme, peki, gitsin. Ne zaman gelecek?
– Yarından sonra sabah veya akşamüzeri.
– İşan anamın sözünden çıkmasın.
Sofi yerinden kalktı. Sedirden inip, ayakkabısını giyerken:
– Güzel sesim var diyerek türkü söylemeye kalkmasın, dedi. Namahremlere sesini dinletirse, razı değilim.
Bu sefer adam gibi konuşarak Kurbanbibi’yi memnun eden Rezzak Sofi, bu sözlerden sonra yine kendi sessizliğine gömüldü. Biraz sonra sarığını giyip, yahtegini12 eline aldıktan sonra:
– Heybeyi ver, fitne! Olmazsa, iki kap ver! dedi. Kurbanbibi kabı uzatırken kocasının eline bu sırada biraz para geçtiğini, şimdi büyükçe bir alışveriş yapmak için pazara gideceğini ve biraz önceki büyük iltifatın da paranın gücü ile olduğunu anladı…
Sofi homurdanarak kapıdan çıkarken, evdeki iki sevinçli kız yine birbirlerine sarılmışlardı.
* * *Kafesin kapısı açıldı!
Şimdi kuşlara kanatlarını açarak, “pırr” diye uçmaktan, geniş göklere, fezalara süzülmekten başka iş kalmadı. Artık sadece perenciyi örtünmeden, şöyle başın üstüne atıp, peçeyi de öylesine iğreti tutturup harekete geçmek gerekiyordu.
Fakat kapının o şekilde açılmasına kim sevinir? Bundan kim hoşnut kalır? Hürriyetin lezzetini kim fark eder? Bu kadar aksi bir adamı bu kadar ustalıkla yola getiren annenin hak ettiği hürmeti kim yerine getirir? Onu kim kucaklar, kim öper?
İki kızın odadan çıkarak beraberce Kurbanbibi’nin boynuna sarılışları, işte o nimetin bir şükranesi idi. Kızlar kendilerinin sonsuz sevinçlerini aşikâr etmekle beraber, anneye olan minnettarlıklarını da samimi olarak göstermeye çalışıyorlardı. Onlar yaşlı kadına sarılıp, sevip okşayıp, onunla o kadar çok oynaştılar ki, kadın takati kesilip, sedire yuvarlandı. Bunlar sevinç çığlıkları atıp, cilveleşip yaşlı kadınla oynarlarken, o da yorulup nefes nefese kalarak:
– Yeter, şımarıklar yeter, diyorum, yeter artık… Durmayın, gidin!.. diye söyleniyordu.
Yaşlı kadın yalvardıkça bunlar daha da şımarıyor, biri bırakıp, diğeri:
– Demek öyle ha!.. Vay, tövbe de! Halfe işanın kızı çağırtmış öyle mi? Vay, tövbe de deyip onu gıdıklıyorlardı.
Nihayet, kendileri de bayılacak derecede yorulup, yaşlı kadından ellerini çektiler ve “oh!” deyip ikisi iki tarafa oturdular.
Bunlar paldır küldür kapıyı açıp, aceleyle sokağa çıktıkları zaman, çırçır fabrikasının ince sesli çıngırağı saatin on iki olduğunu haber veriyordu.
II
Saltı’ların evinde akşama kadar yol hazırlığı yapıp, biraz patır13 ile samsa14 hazırlayıp, sokak kapısının sol tarafındaki büyük kütükten arabaya atladıkları sırada gün batıyordu. Araba şehirden çıkıp, bozkır yoluna girdiğinde, gecenin kara perdesi yeryüzünü kaplamıştı. Kar altından ortaya çıkan toprak, baharın serin havası ve ferahlık veren esintisi altında âdeta uyukluyordu. Ay henüz çıkmamıştı. Fakat gece karanlığının aksine sayısız yıldız gökyüzünde sıralanıp meşalelerini yakmışlar, tam karşıda görünen en parlak yıldız, soğan doğrayan bir gelin kızın gözleri gibi pır pır ederek yanıyordu.
Kızlar sessizdiler. Arabacı canı sıkıldığı için yavaştan bir türkü söylemeye başladı. Alçak sesle söylenen türkü iyi duyulmayınca Saltı sesini yükseltti:
– Ölmescan, var mısınız? Doğru dürüst söyleseniz ya! Saltı’nın başka bir arkadaşı olan Kumrı da onun sözünü destekledi:
– Evet, doğru, böyle güzel sesiniz varmış, coşkun bir sesle söylemez misiniz? Geniş bozkırda ne kadar uzatırsanız, o kadar titreyerek gider.
Arabacı genç delikanlı güldü. Karanlıkta yavaşça arkasına döndü. Arka sıradaki kızlar peçeyi açarak oturdukları için onların yüzlerini biraz görebilirdi. Gülümseyerek durup, kızlara biraz bakınca:
– Aranızda sesi güzel türkücünüz olduğu hâlde bana takılmanız ilginç! dedi. Biz, “su olmazsa teyemmüm”le idare eden türkücülerdeniz.
Kızların hepsi Zebi’ye baktılar. Herkesten onu destekleyen türlü sesler yükseldi:
– Evet, doğru!
– Gerçekten, hiçbir şey söylemeden oturan arkadaşımıza bakın hele!
– Türkücü aramızda ya.
Zebi sesini çıkarmadan oturuyordu. Onun böyle durması da böyle bir tekliften korktuğu içindi. Elbette genç kızın gönlündeki eğlenmek, gülmek ve hoşça vakit geçirmek arzusu başka her şeyden daha güçlü idi. Lakin Zebi öyle bir babanın kızı idi ki, onun yüzünden bütün arzularını kontrol altında tutmak, gönlünün bütün heves ve dileklerini uyandığı anda boğup atmak daha doğru olurdu. Zebi böyle davranmaya alışmıştı. Bunun için de delikanlının ağzından kendi ismini duyunca, bütün vücudu heyecanla titredi. Sonra kızlar tarafından söylenen sözler, onu sıkıntıya soktu. Ne diyeceğini bilmiyordu. Düşünerek cevap vermek için gönlünün sıkıntıya düşmemesi gerekir. Hâlbuki gönül huzursuz ve bu sebepten dolayı da sıkıntıda…
Arabacı ön taraftan konuşmasına devam ederek:
– Hay yaşa, demekki varmışsınız! Ortaya alın türkücüyü! dedikten sonra Zebi’nin dili çözüldü:
– Konuşarak gidelim. Böyle karanlıkta!..
– Cin mi çarpar? dedi birisi.
– İyi değil, böyle zifirî karanlıkta… Konuşarak gidelim. Şirin şirin sözlerden.
Arabacı onun sözünü böldü:
– Şirin şirin söz yerine şirin şirin türkü olsun, abla. Tarifinizi işitip, ciğerlerimiz parça parça kan oldu…
Saltı şaka yollu takıldı:
– Vay, tövbe! Parça parça kan mı oldu? Sana zulüm olmuş.
Arabacı da bu sözün altında kalmadı:
– Kan olan yürekleri bir nefeste açmak sizlerin elinizde, ablalar! Biz de dünyaya gelip bir ferahlayalım!
Yine hiçbir şey söylemeden oturan Zebi’ye bu defa Saltı yalvarmaya başladı:
– Arkadaşım, bir şey deseniz ya! Herkes hep beraber seni bekliyor.
Zebi akadaşını ikaz etti:
– Sizin söyleyeceğiniz söz bu mu? Babamın söylediklerini kendi kulağınızla duymuştunuz! Ya kulağına gidecek olursa, ne olur? Bunu bile bile…
Saltı arkadaşını durdurdu:
– Biliyorum arkadaşım, biliyorum! Babanızın sözlerini bir değil, iki kulağımla duydum. İnsanlar içinde, kalabalık arasında seni buna zorlayacak olursam, bana kırılabilirsin. Fakat burası, gece kimsenin bulunmadığı tenha bir bozkır olsa bile yine biraz söylemez misiniz?
– Namahreme duyurarak mı?
Zebi bu sözü samimi olarak ve tehdit edercesine söylemiş olmasına rağmen kızların hepsi birden gülüştüler. Yine bir takım sesler yükseldi.
– Bu da namahrem sayılır mı?
– Bu Ölmescan da mı?
– Namahremin canı çıksın.
Zebi gerçekten rencide olmuştu. Ağlamaklı bir sesle Saltı’ya:
– Böyle yapacağınızı bilseydim, gelmezdim, dedi. Kızlar işin bu hâle gelmesine şaşırarak seslerini kestiler. Arabacı:
– Tövbe! Tövbe! diye kendi kendine söylenip, atı sert bir şekilde beş altı defa kamçıladı.
At adımlarını hızlandııp, arabayı güldür güldür yürütmeye başladı. Herkes sessizliğe gömüldü. Sadece Saltı ile Zebi ikisi aralarında fısıldaşarak konuşuyorlardı. Bu fısıldaşma neticesinde, Saltı arkadaşını sakinleştirmeye muvaffak olmuş, bunun üstüne yine kızlar “yar yar15” söylemeye başlayınca, onun da iştirak edeceğine dair söz almıştı. Bir defa başlayınca ondan sonra kendisi gelir, diye düşünüyordu Saltı.
Birden kızlardan tarafa döndü:
– Haydi, kızlar, kendimiz “yar yar” söylemeye başlıyoruz!
– Evet, haydi! dedi arabacı.
Kızlardan cevap beklemeden Saltı kendisi başladı. “Uzun uzun argamçı ya…
Kızlar da iştirak ettiler:
…Helinçekke,
Çeken köynek yaraşar Kelinçekke.
Çeken köynek yeŋige Tut kakaylik…”
Birkaç beyit geçtikten sonra Zebi’nin pürüzsüz ve temiz bir piyale gibi yankılanarak çıkan güzel ve keskin sesi de buna katıldı. Bu ses, gökte titreyerek parlayan en aydınlık yıldız gibi, diğer seslerden açık bir şekilde ayrılıyordu. O zamana kadar “yar yar”a kulak verip, hiçbir şey söylemeden, yavaş yavaş atını kamçılayarak gitmekte olan arabacı, bu sesle birlikte derin bir “of” çekti, elindeki kamçısını ağaçtaki hazan yaprağı gibi parmaklarının arasında tuttu.
Saltı’nın tahmini doğru çıkmıştı artık Zebi “yar yar”ı kendisi yalnız söylüyordu. Arabacı ile beraber diğer kızların hepsi birden âdeta kulak kesilmişlerdi. At bu güzel sesin şirin terennümleri altında başını önüne eğmiş, boynunu yavaş yavaş sallayıp birer birer adım atıyordu. “Yar yar”lar bitip, başka türkülere geçildi. Artık Zebi’yi durdurmak mümkün değildi. Zaten onun durmasını artık kim isterdi ki! Bozkırların geniş kucağından uçup gelen hafif esintiler, kızın ağzından çıkan sesleri kanatlarına bindirip, bir yerlere, uzaklara alıp gidiyordu. Hey!.. Uzaklarda pır pır ederek görünen köy ışıkları da tepedeki yıldızlar gibi, rüzgârın kanatları ile gelen güzel seslerin zevkinden mest olarak yanıyorlardı.
Zebi gönlünde yatan kör düğümü artık açmıştı. Rezzak Sofi’nin soğuk yüzü gözünün önünden uzaklaşmış, nasihat olarak binlerce defa söylenen sözler unutulmuş, soğuk sofilerin “haram” denilen davaları kırılıp, parça parça olmuştu. “Namahremlik” safsataları atın ayakları altında ezilmiş, bu esir kızın kendine benzeyen esirlerden başka hiçbir şahit ve casusun olmadığı şu geniş bozkırın bağrında yıllardan beri biriken elemlerini türkü hâlinde sonsuz boşluklara yayıp dağıtmıştı.
Araba tek kanatlı küçükçe bir kapının önünde durup, arabacı çocuğun kamçının kabzası ile kapıyı çalıp içeriden yaşlı bir kadının ince ve cansız sesi ile “Kim o?” diye sorduğu sırada insanlar çoktan uykuya varmışlardı.
* * *Yaşlı kadıncağızın sorusuna arabacı şaka ile karışık cevap verdi:
– Şehirden bir araba dolusu misafir getirdim, ana! Eviniz şimdi yandı! İki günde neyiniz var, neyiniz yok, hepsini tüketirsiniz artık! Haydi, kapıyı açın! Karnımız ölmüş gibi aç.
Kızlar güldüler. Yaşlı kadın kızların gülüşünü işittikten sonra misafirlerin kimler olduğunu anladı:
– Ha, Saltanathan’lar mı? diye söylendi.
Bu sözle birlikte ince bir zincirin şakırdayarak indiği ve kapının gıcırdayarak açıldığı duyuldu. Yaşlı kadıncağız, kapıyı açar açmaz bunu müjdeli bir haber olarak duyurmak üzere içeriye yürümüştü.
Arabacı:
– Haydi, inin artık ablalar! deyip muzafferane bir sesle haykırdı.
Fakat onun bu haykırması faydasızdı. Çünkü zincirin zayıf şakırtısı kulaklara çarpar çarpmaz kızlar kendilerini arabadan atmaya başlamışlardı. Dumanı ve isi aydınlığından daha çok olan küçük feneri tutan yaşlı kadın ile beraber Zebi’lerin yaşında bir kız “Vay, öleyim, uyuyup kalmışım! Vay, öleyim, gözüm uykudan kapanıyor!” deyip içeriden özür dileyerek çıkıp geldi. Bu taraftan:
– Vay, kurban olayım! Anahan! Canım arkadaşım! deyip Saltı perencisini eline alıp yürüdü. Kucaklaşarak görüştüler. Diğer kızlarla biraz uzaktan el ucunu değdirip görüştükten sonra Anahan yine Saltı’ya yapıştı ve ikisi birbirinin koltuğuna girip içeri doğru yürüdüler. İki arkadaşın cıvıl cıvıl konuşmaları, birbirlerine sevinçlerini ifade eden neşeli ve yüksek sesleri, diğer bütün sesleri bastırdı.
Fakat sokakta, araba üstünde başka şirin bir sohbet cereyan ediyordu ki bunlardan o iki bahtiyar kızın hiç haberi yoktu:
Saltı’nın annesi ile büyükannesi onu kendi akranı, genç kızlarla beraber uzak bir yere gönderirken, tedbir almayı da unutmamışlardı. Saltı’nın annesi kaynanasına:
– Genç kızları kendi başlarına göndermek, olur mu? Birimiz onlarla beraber gitmezsek olur mu? deyip kendisinin akıllı bir kadın olduğunu bildirdiği sırada, kaynanası çok keskin bir cevap vermişti:
– Elbette, kurban olduğum! Kendileri yalnız başlarına gidecek olurlarsa…
Tandır karşısında sıcaktan pişip, çiy taneleri gibi iri iri terlere batıp, Zebi ile beraber patır yapmakta olan Saltı’ya bu fikir çok kötü tesir etmiş ve o da derhâl kendi sesini duyurmuştu:
– Sanki bizi kurt mu kapacak? Gençlerin arasına yaşlıları katmanın ne manası var? Sıkıntıdan ölmez mi insan?
Büyükanne torununun bu şımarıklığına sadece şımarıklık olarak bakmış, bunun için:
– Kurban olayım balam, sen patırını yap! Geceye kalıyorsunuz. Bu sizin aranıza karışma işi değil! deyip yine kendi “akıllı” gelini ile fikrini devam ettirmişti.
Bu konuşmanın neticesinde kaynana ile gelin evde kalacaklar fakat iki üç aydan beri bunların yanında yaşayan dostlarından Sevribibi adlı yaşlı bir kadının da kızlara göz kulak olmak üzere onlara katılmasına karar verilmişti.
Bu yaşlı kadının yanlarına katılmasından kızlar rahatsız olmamış, belki aksine sevinmişlerdi. Bu yaşlı kadın, arabaya adım atar atmaz, kızların ortasına yerleşip, Zebi’nin dizine başını koyup uykuya dalmış ve bu şekilde köye gelindiğinde bile gözünü açmamıştı.
Kızlar kendilerini paldır küldür arabadan atıp kapıdan içeri girerken, Zebi yavaşça yaşlı kadını uyandırdı:
– Anacan, kalkın, geldik!
Anacandan cevap gelmedi. Zebi aynı alçak sesle bir daha uyandırdı, anacan hâlâ sessizdi. Arabanın ön tarafından gelen arabacı da yardımda bulundu:
– Hey! Teyze, kalkın, geldik!
Erkek kişinin güçlü sesi ile yaşlı kadın gözünü açtı fakat uykulu vaziyette:
– Şimdi kurban olduğum peki, kalkıyorum dedikten sonra yine uykuya daldı.
Zebi çok şaşırdığı için arabacının namahremliğini de unutup, az önceki şaşkın bakışlarla ona baktı. Bu sırada ay epeyce yükselmişti. Arabacı mülayimce gülümsedi. Genç delikanlının bu tatlı tebessümünü ay ışığında açıkça görebilen genç kız, bütün vücudunun hafiften titrediğini hissetti ve kızararak arkasına baktı. O bakış, arabacı delikanlıya da başka türlü tesir etmiş olsa gerek, yaşlı kadını dürterek uyandırmak için elini yukarı uzattı. O sırada yaşlı kadın yabancı bir elin kendisine değdiğini öncekinden daha şiddetli bir sarsıntıyla hissetti. Erkek kısmı ile ilk defa bu şekilde karşılaşan genç kız, o sırada biraz şaşırmıştı. Bunun için elini derhâl çekemedi ancak kendine geldikten sonra birden şiddetle geri çekti. Fakat genç delikanlının güçlü elleri onu sıkıca tutup, yaşlı kadının başından aşağı indirdi ve iki genç, bu sırada oldukları yerde kalakaldılar.