
Gece ve Gündüz
“Gece ve Gündüz” romanı işte bu hikâyelerden meydana geldi.
Bu eser kâğıda düşmeye başladığı sıralarda Özbek edebiyatında Abdullah Kâdirî’nin iki romanından başka büyük edebî eser yoktu. Abdullah Kâdirî ilk Özbek romanları olan “Ötgen Günler” ve “Mehrabdan Çayan”ı yazarken Şark romancılığı tecrübesinden, evvela Corci Zeydan’ın eserlerinden edebî bakımdan ders aldı. Çolpan bu kalem dostundan farklı olarak sadece Şark değil, hatta Garp romancılık mektebinden de iyi haberdardı. O zamana kadar ismi meçhul kalmış İngiliz yazarının “Rasuliy” (“Mağaralar Sultanı”), N.Gogol’ün “İvan İvanoviç ile İvan Nikiforoviç Arasındaki Nizâlar Hikâyeti”, L.Andreyev’in “Asılgen Yedi Kişiniŋ Hikâyesi” adlı kıssalarını, İ.Turgenyev, A.Çehov ve M.Gorki’nin hikâyelerini Özbek diline tercüme etmişti. Garp roman yazıcılığını tanımış olmak, Çolpan’ın önünde edebî yaratıcılığın yeni ufuklarını açtı.
“Gece”de iki hususa dair vak’alar kendi aralarında gruplandırılmaktadır. Birinci grubu Zebi, Kurbanbibi Rezzak Sofi, İşan dede karakterleri ile ilgili vak’alar teşkil etmektedir. İkinci grubun merkezinde Miryakub karakteri bulunmaktadır. Miryakub, bu gruba Ekberali Binbaşı, Kaymakam, Mariya (Meryem) karakterlerini dâhil etmektedir. Eser sonunda ise bu birbirine zıt, müspet ve menfi değerlere sahip her iki grup, Zebi ve Ekberali Binbaşı ile kısa müddet içinde birleşip, beklenen felaket ortaya çıkmaktadır: Binbaşı, büyük hanımlarının Zebi için kazdıkları “tuzağa” düşmekle kalmıyor, Zebi’yi de kendi peşinden sürüklemektedir.
Çolpan, Ekim devrimi arefesinde Özbekistan’da meydana gelen tarihî şartlar ve farklı “sınıf”ların münasebetini bu iki konunun tasviri vasıtasıyla ortaya koymaktadır.
Günlük basit olaylar silsilesi ile başlayan roman, sonunda 20. asrın 1910’lu yıllarında, Özbekistan’ın sosyal-siyasi manzaralarını açıkça tecessüm ettirmek isteyen bir eser derecesine yükselmektedir.
Bu romanın ilk bölümleri 1935 yılında, “Sovyet Edebiyatı” dergisinin 1. sayısında yayımlandı. Bu bilgiye dayanarak biz eserin 1934 yılında yazıldığını kat’i olarak ifade edebiliriz. Edebî tenkit “silahlar”ının kendisini nişan aldığını bilen Çolpan, romanın yazma metninin Yazarlar Birliğinde muhakeme edilmesini çok istemesine rağmen, bu resmî birlik mensupları bu işe itibar etmedi. Muhakeme için roman okunurken, önce 11 kişi iştirak etti. İkinci oturumda bunlardan 7 tanesi iştirak etti. Üçüncü kısmın okunmasına ise 4-5 kişiden başka kimse gelmedi. Hatta birlik yöneticileri de Çolpan’ın romanı ile ilgilenmediler. Kalem meslektaşları ve münekkitler de bu büyük meslektaşlarına göz ucuyla bile bakmak istemediler. Roman 1936 yılının sonunda, büyük zorluklardan sonra kitap hâlinde neşredildi. Fakat eser, kitap dükkânlarında yer almadı. Buna rağmen 1937 yılının Ağustos ayına, yani Çolpan hapse alınıncaya kadar basın da bu eser hakkında ağzını açmadı.
Çolpan’ın düşüncesine göre, romanın ikinci kısmının “Gündüz” diye adlandırılması gerekiyordu. Fakat bu kısmın akıbeti hakkında bugün kesin bir malumat mevcut değildir. Bazı kişilerin verdiği bilgilere göre yazar bu kısmı yazıp bitirmiş hatta hapse atıldığı sırada eserin ilk baskı prova metinleri de hazırlanmıştır. Roman 1987 yılında “Şark Yulduzı” dergisi yazı heyeti tarafından yayımlandığı sırada, bu prova baskısının Semerkand’da yaşayan bir kişinin elinde muhafaza edildiğine dair “dedikodu”lar yayıldı. Abdullah Âripov ise Çin seyahatinden döndükten sonra Urumçili Yalkın Abdüşükür’ün “Gündüz”ü okuduğu ve bu eserin bazı bölümlerinin bugün de onun hafızasında sağlam bir şekilde muhafaza edildiğine dair bir haber verdi. Fakat ne Abdullah Âripov’un kendisi ne de başka bir kimse Yalkın Abdüşükür ile görüşüp, “Gündüz”ün sonraki akıbeti ile ilgilenmedi. Bizim de bu konu hakkındaki gayretlerimiz bir sonuca ulaşmadı.
Ancak Çolpan “Gündüz”ü yazdığı takdirde acaba eserde kimler nasıl tasvir edilmiş olurdu? Bize göre, eserin bu kısmında yazarın, evvela cezalı olarak yedi yıl için Sibirya’ya sürgün edilen Zebi’yi, ikinci olarak Kırım’da Rus kadını Mariya ile gezip dolaşan Miryakub karakterlerini ve onlar ile ilgili yeni hususları devam ettirmiş olması muhakkaktı. Herhâlde “Sibirya Mektebi”nde terbiye edilen ve ihtimal yeniden aile kuran Zebi’nin, bir taraftan Şerefiddin Hocayev, diğer taraftan Kırım’da “Tercüman”ın muharriri “İsmail Babay”ın tesirleriyle Ceditçi olan ve halk menfaatine yönelmeye başlayan Miryakub’un “Gündüz” sayfalarında yeni bir görünümle ortaya çıkması da tabiidir. Hekimcan’ın Miryakub hakkındaki sözlerini hatırlayın. Hekimcan, “O, eğer hak yolunu bulursa, nadir bir adam olur!” demişti. Bu sözlerin eserin ikinci kısmındaki Miryakub karakterine açıkça hizmet etmesi mümkündür. Aynı şekilde bu mantıktan hareket edersek, trende Şerefiddin Hocayev ile görüştükten sonra Miryakub’da başlayan “nadir insan olma” cereyanının Kırım’da İsmail Gaspıralı’nın tesiriyle devam etmesi ve Mariya’nın da bu cereyana katkıda bulunması da tabiidir. Çolpan’ın Miryakub ile Mariya’yı Kırım’a “sürükleyip götürme”sinin sebebi de onları İsmail Gaspıralı ile buluşturup görüştürmektir.
Hasılı işte bu iki asıl kahramanın sonraki hayat ve faaliyet tasvirinin “Gündüz” kısmının merkezini teşkil edeceği de mümkündür.
Fakat bütün bu düşünceler, elbette bizim tahminimizdir. Aslında bizim elimizde romanın sadece ilk kısmı bulunmaktadır! Eğer elimizde bulunan kısımdaki tasvir edilen olaylardan hareket edecek olursak, eserde Çolpan’ın anlatmak istediği temel bir fikir, büyük bir ideal görülmektedir. Ve bu ideal, eserde parlak bir şekilde ifade edilmiştir.
Romanda sadece Rus imparatorluğunun değil, hatta bu imparatorluk sayesinde yaşamaya devam eden feodal sistemin de inkıraz hâlinde olduğu tasvir edilmiştir. Rezzak Sofi biricik kızının bahtını karartmış olmasına mukabil sonunda gözünü açmış ve İşan dedeye karşı el kaldırmıştır. Yazara göre, bu çürümüş hayat tarzını ve bu sosyal düzeni kökünden değiştirmek lazımdır. İşte bu ideal, eserde tasvir edilen dehşetli olaylar silsilesi hâlinde parlak bir yıldız ola rak ışık saçmaktadır.
Çolpan’ın, yani Tan yıldızının böyle hayat bahşeden bir ideali ileri sürmesi, bir tesadüf değildir. Zira o gerçek manada bir Tan yıldızıdır.
GECE
Birinci Kitap
Hemel 4 geldi, emel geldi.
Halk atasözüI
Her yıl bir defa gelen bahar sevinci, yine gönülleri okşamaya başladı. Yine tabiatın soğuktan titreyen bedenine ılık kan yürüdü…
Söğütlerin gömgök saç bağları, kızların ince örülmüş saçları gibi savrulmaya başladı. Buzun altından bozbulanık akan suların hüzünlü yüzü güldü, yorgun argın aksa da, azat olan bir köle gibi erkinlik neşesini kemire kemire ilerliyordu. Elektrik direklerinin uçlarında birer birer kuşlar görünmeye başladı. İlk görünen bahar kuşu, topraktan ilk filizlenen mısır tanesinin neşesini veriyordu. Geçen yıl ekilip, kaşlara çekilen siyah sürme bitkisi, kökünden yine filizlendi, başını kaldırıp çıktı. Erkeklerin çiçekli doppısına5 yapışmayıp, çıplak kadınlarla, onların saçları, zülüfleri ve başörtülerindeki süslü oyalarla şakalaşarak oynayan serin esinti… Bahar neşesi ile eğleniyordu.
Hayat niye bu kadar güzel ve tatlı oluyor baharda?
* * *Zebi(Zebinisa)’nin kış boyunca içi sıkılıp bunalmış, gönlü baharın ılık hararetiyle açılmaya başlamıştı. Artık, üstüne saman serilmiş arabada olsa bile bir yerlere, kırlara çıkıp gezip dolaşmayı ve eğlenmeyi arzu ediyordu. Kış boyunca bir türlü arkası kesilmeyen görücülerin biriki haftadan beri bu gelişleri kesilmişti. Şimdi dış kapının gıcırdayarak açılması, bir iki kadının yavaşça yürüyüp, perencisini6 sürükleyerek gelmelerini hatırlatmıyor henüz on beş yaşına giren bu genç kızın çocuk gönlünü o kadar ürkütmüyordu.
Ot toplamak bahanesiyle bir iki defa geniş avlulara, şehir içinde olsa da, kırlara çıkıp geldiğinden beri gönlü geniş bozkırı, herhâlde uzak yerleri yine çok arzu etmeye başlamıştı.
Babası sabah namazından henüz dönmemişti. Annesi ineği sağmakla meşguldü. Kendisi küçük meydanı süpürdüğü sırada dış kapının tuhaf şekilde açılması, Zebi’nin kalbini yerinden oynattı. Bir elinde süpürgesi, bir eli dizinde, yere eğilmiş vaziyette gözlerini kapı tarafına çevirdi. Babasının her zamanki şiddetli öksürme ve hırıltılarla, büyük kapının ağır zincirini şakırdatarak indirip, namaza çıkıp gitmesinin üzerinden henüz çok geçmemişti. Helali haramı çok da fark edemeyen bu adamın dua hâlinde oturma alışkanlığı, hatta herkesten sonraya kalıp, mescidin mumlarını üfleyip söndürerek çıkma âdetleri oluyordu.
Kapıdan telaşla girip gelen genç, kendi akranı olan bir kızcağızdı. Henüz doğru dürüst yetişkin bir insan hâline gelmemiş olan bu genç kızı yaşlı kadınların hayâ perencisine sarmışlar, perencinin uzun etekleri büyük bir düğüm gibi onun koltuğunu doldurmuştu…
Örtünmüş olan bu kız, iç kapıdan atlar atlamaz perencisini çıkarıp attı ve çocuksu ruhu ile ilerleyip Zebi’yi kucakladı. Birbirleriyle sevine sevine görüştüler. Yüzleri gülen, gönülleri açılan bu iki genç, birbirinin koltuğuna girerek eyvana vardılar ve Zebi’nin babasının her zaman oturduğu çardağın kenarına iliştiler.
Saltı(Saltanat), seher vakti böyle nefes nefese gelmesinin sebebini henüz söylememişti. Onlar görüşmeye başladıklarında önce genç kızların kendi aralarında geçen mahrem şeyleri konuşup, işlemekte oldukları çiçek desenleri ve doppıları hakkında birbirlerine kısa kısa malumat vermişlerdi. Saltı artık sadede geldi:
– Böyle erkenden seher vakti koşup gelmem boşuna değil…
– Ben de fark ediyorum. Yüreğim yerinden oynadı.
– Niye, arkadaşım?
– Sizin de bildiğiniz görücüler belası işte… Kış boyunca arkası kesilmedi.
– Ben de usandım, canım sıkılıyor. Bunun için bir köye gidip gelsem mi, diyordum.
– Ne diyorsunuz? Arıktaki su da buzun altından çıktı.
Zebi’nin yüzünü, bu sırada, bütün kış içinde biriken yorgunluğun eseri kaplamıştı. Yüzü, bilhassa endişeli bakan gözleri, buğulanan bir aynanın yüzüne benziyordu. Aksine Saltı’nın yüzü ise parlayan bir yıldız gibiydi. Neşeli, sevinçli ve her türlü endişeden uzaktı. Gönlünün derinliklerinden gelen sevinç dalgalarını aksettiriyordu. Bunun için o Zebi’nin son sözlerindeki ağır ümitsizliği hissetmedi. Onun gözleri Zebi’de olsa da, aklı başka taraflardaydı.
– Anahan’ı biliyor musunuz? Yayılma sayda arkadaşım yok mu?
Zebi başını kaldırıp, arkadaşına baktı. Bu bakış, onun nedense Anahan’ı hatırlayamadığını gösteriyordu. Sonra Saltı tarif etti:
– Geçen güz bizim eve misafir olarak gelmişlerdi ya, ninesi ile beraber! O zaman size kaç defa adam gönderip çağırttım, gelmediniz, babanız cevap vermedi.
Zebi başını salladı:
– Evet, evet. Bildim, bildim. Kendisini gördüğüm yok ki, sadece duyuyorum.
– İşte o kız, o zaman geldiğinde beni davet etmişti. Baharda bir gidip geleyim, diyordum. Yakında yine davet etti. Ona akranlarımla bir gidip gelmek istiyorum. Sizi de alıp gideceğim.
– Ne zaman?
Zebi’nin bu kısa sorusundan Saltı çok şeyi anladı. Bu soru, Zebi’nin çaresi olsa bugün perencisini eline alıp (hem de örtünmeden!), buradan uzaklaşmak için uçmak istediğini gösteriyordu. Bunun için Saltı:
– Ben sizi alıp götürmek için geldim, kurban olayım! dedi.
Ve iki genç kız, sonsuz sevinçler içinde yine birbirlerine sarılıp kucaklaştılar.
* * *Annelerin gönlü her zaman yumuşak olur. Zebi’nin annesi Kurbanbibi de, Saltı’dan biraz önceki daveti duyunca derhâl razılık verdi:
– Peki, gülüp eğlenip, gelin. Kış boyunca içinizi sıkıntı bastı, bunaldınız, dedi.
Zebi annesinin vereceği cevabı önceden biliyordu. Bu anne, kızının saadetinden başka şeyi düşünmeyen annelerdendi. Dünyada ne kadar iyilik ve güzellik olursa, hepsini şu biricik kızı için ister ve arzu ederdi. Fakat…
Annenin razılığını bildirdiği sözlerine bu “fakat” sözünü ilave ettiği için biçare kızlar sevinç dalgalarını bir defa daha aşikâr etmeye fırsat bulamadılar.
Herkes sessiz kaldı. Herkes kendi önünde bir şeye gözünü dikmiş ve o şeyde Zebi kendi babasını, Kurbanbibi kendi kocasını, Saltı ise suratı daima asık olan soğuk yüzlü bir sofiyi görüyordu.
Bu bulutlu havayı dağıtmak, sadece annenin vazifesi idi:
– Babası sabah namazından gelsin, dedi Saltı’ya bakarak, ben kendim münasip bir dille söylerim, hayır demez, sonra Zebi’ye döndü: Sen kızım, odaya yer hazırla, arkadaşını al, sofra ser. Biz, babanla birlikte çayı çardakta içip, az önceki meseleyi konuşuruz.
İki kız da ağızlarını açmadan sessiz kaldılar. Çünkü Rezzak Sofi’nin mizacını ikisi de iyi biliyorlardı. Sofi’ye en makul bir mesele olsa da anlatıp rızasını almak için ya kendisinin piri veya büyük bir zenginliğe sahip olmak gerekiyordu. O adam kendi dengi olanlardan hiçbirinin hiçbir zaman hiçbir sözünü dinlemiş değildi. Kadınlardan tavsiye, bilhassa kendi hanımından bir teklif işitmek için Rezzak Sofi’nin yeni baştan dünyaya gelmesi gerekiyordu…
Bu sebeple Zebi gözleri endişe ile kocaman açılmış hâlde ve hiçbir şey söylemeden ortalığı toplamaya başladı.
O ortalığı toplayıp, kahvaltı yerlerini hazırladıktan sonra ocak başında çaydanlıklara çay koyarken:
– Babamdan haber yok mu? diye sordu annesinden. Kurbanbibi, bir sokak kapısına, bir yan taraftaki ağaçların arasından yükselmekte olan güneşe, bir de ocak başındaki kızına baktıktan sonra:
– Bilmiyorum, namaz uzadı mı acaba? Sen çayı biraz bırakıp, yarım kalan yerleri süpüredur, şimdi gelir, dedi.
Zebi bu sırada yine eline süpürgeyi almak istememesine rağmen arkadaşının “bu kız annesinin sözünü dinlemiyormuş” şeklinde bir düşünceye kapılabileceğini düşünerek, hiçbir şey söylemeden süpürgeyi eline aldı ve bir elini bir dizine dayayarak, meydanı süpürmeye başladı. Zebi’nin çayı demleyip gelmesini bekleyip, odada, sofra başında oturan Saltı, iki kanadı açık duran kapıdan bu durumu gördükten sonra yerinden kalkıp, arkadaşının yanına çıktı. Zebi onu özür dileyerek karşıladı:
– Arkadaşım, babam duada oturup kalmış olmalı, böyle bir âdeti var. Yoksa şimdiye kadar gelmesi gerekirdi. Canın mı sıkıldı? dedi.
Bu son kısa cümlenin söylenişindeki samimiyet, sadece birbiri ile yakın arkadaş olan genç kızlarda olur. “Canın mı sıkıldı?” dediği sırada Zebi’nin yüzünü görmek gerekiyordu, bir elinde süpürge, bir eli dizinde, süpürge de yerden alınmış değil fakat başı yukarı kalkmış ve bütün varlığı Saltı’nın ihtiyarında! Gönül, arzu, sevgi, sevinç… Bunların hepsi Saltı’ya doğru uçuyor, ona doğru atılıyor, onu sarıp sarmalayıp, kucaklıyordu! Zebi’nin yüzündeki ay gibi parlak, güneş gibi aydınlık bu durum, maddî hakikatler kadar açık görünüyordu.
Arkadaşının bu samimiyetini Saltı da sadece gözü ile görmüyor, gönlü ile de hissediyordu. Bunun için o Zebi’nin sözüne karşılık vermek yerine, birden süpürgeye yapıştı. Kendi kendine süpürgeyi alıp biraz süpürürse, onun az önceki bu samimiyetine uygun bir karşılık vermiş olacağını düşündü. Zebi elindeki süpürgeyi verdi, lakin arkadaşı süpürmeye başladıktan sonra:
– Vay, bu da nesi! Bırakın, kendim süpürürüm! deyip yine süpürgeye yapıştı. Saltı vermedi, beriki almak istedi, Saltı kaçtı, bu kovaladı; böylece meydanı süpürmek yerine bu iki arkadaş bütün avluyu ayağa kaldırıp, bağırış çağırışlarla ortalığı birbirine kattılar…
Kendi evinin mezarlık kadar ıssız, hanekâh kadar sessiz, kendi gönlü kadar suskun olmasını isteyen Rezzak Sofi, bu kargaşanın üstüne çıkıp geldi!
Kapıdan girer girmez olanca sesiyle:
– Bu ne kıyamet! diye bağırması, iki genç kızı, yıldırım çarpmış bir ağaç gibi, oldukları yerde taş gibi dondurdu. Hâlbuki sofinin dindar hanımı Kurbanbibi de “yeter artık!” diyerek az bağırmamıştı. Eğer bu soğuk suratlı sofi gelmiş olmasaydı, bu iki genç kızın kış boyu biriken gönül dertleri böyle biraz da eğlenerek daha uzun süre devam edecekti. Zaten onların kendilerini unutacak derecede birbirleri ile bu şekilde oynaşmaları, o gam, keder yayının boşalması, sıkıntı selinin önündeki seti yıkıp, ileri doğru atılıp akması değil miydi? Böyle deliler gibi köpürüp taşmaları durdurmak için de elbette böyle deliler gibi haykırışlar ve yıldırım kadar kuvvetli darbeler gerekiyordu.
* * *Rezzak Sofi’de öyle bir kuvvet fazlasıyla vardı. Bu adam, Ceditçi görünümlü bir hemşehrisinin dediği gibi, “görülmek üzere sergilenen antika mahlûklardan biriydi”. Anlattıklarına göre, onu ana karnından sağ salim doğurtan ve ilk defa kundaklayan yaşlı kadın, şakacılığı ve eğlence merakı ile kadınlar arasında meşhur olan Hemrâ anaymış. Balayı, kundakladıktan sonra henüz o kadar insan sıfatına benzemeyen yüzüne bakmış ve işte şu sözlerle sevmiş:
– Kurban olayım, misafir, kimden rencide olarak doğdunuz? Kim üzdü sizi? Anlatın! Gözünüzü açın artık! Aydınlık bir dünyaya geldiniz! Şükredin! Sevinin! Şöyle bir gülün! Gülümseyin! Tebessüm edin!
O sırada gülmeyen Rezzak Sofi ondan sonra da gülmedi. Gülme ile ağlama arasında büyük fark var. Gülme ile hiç gülmeksizin devamlı ciddi tavır sergileme arasında da birçok mesafe var. Bunun için Rezzak Sofi’nin gülmelerine gülme denilemezdi.
Gülmemenin imkânsız olduğu yerlerde o da gülüyordu fakat o gülüş, hasta bir adamın gülmesi gibi ağır, birtür soğuk şakalar gibi hüzün vericiydi, yalan ve samimiyetsiz gibi gönül kırıcı oluyordu. Bir gün Zebi’nin çok ciddi bir çehre ile:
– Babam gülmezmiş! dediğini duyunca, Kurbanbibi rahatsız olmuştu. Bu hakikati söylediği için kızından açıkça rahatsız olan Kurbanbibi, bu hakikati kendisi de içinden kaç defa tekrarlamıştı? Dil ile birinin kusurunu söylemek kolay fakat kendi diliyle kendi kusurunu söyleyenler ise çok az. Kurbanbibi her ne kadar söz söylemede marifetli bir kadın olsa da, onu bu azlar arasına dâhil etmek doğru olmaz.
Kurbanbibi söz söylemede ne kadar marifetli ise, Rezzak Sofi de o kadar suskun ve sesi çıkmayan, derdini içine atan, kıskanç bir adamdı. Dış dünyada yani kendi avlusundan dışarıda onun daimî ve yegâne vazifesi, kendisinden büyük ve güçlüler konuşurken “evet, evet” demek, kendisinden aşağı ve güçsüzler konuşurken “hayır, hayır”, manasında başını sallamak oluyordu. Evinde onun ağzından insanlar arasında kabul gören güzel, manalı ve “fikir” sayılabilecek bir söz çıkmazdı. Genel olarak, Sofi’nin bu hususta kendine göre esaslı bir düşüncesi vardı: O kendisi övünerek söylediği gibi, kadınların yanında ağzını açıp konuşmayı kendisine reva görmüyordu. “Bu dil, diyordu Sofi, daima Tanrı’nın zikri ile meşgul olmalı. Bu ağız, her zaman Tanrı’nın zikrine açılır. Ağız ile dil, kulun bedeninde en aziz ve en mübarek organlardır. Onları kadın kısmı gibi aşağı derecede bir mahlûkun yanında konuşmak suretiyle aşağılamak olur mu? Aksi hâlde, Hak teâlânın kulları it ile de konuşsun! Hayır, kadın kısmına çok gerekli olan söz söylenir, o taife ile sadece zaruret sebebiyle konuşulur. Vesselam!”
Özbek’te nihayet her erkek kendi hanımını, kendi helalini, kızı veya oğlunun adı ile çağırır. Kendi hanımını ismini söyleyerek çağırmak olmaz. Hanımının ismi Meryem, kızının ismi Hatice olsa, mümin-Müslüman, hayâ sebebiyle hanımını “Hatice” diye çağırır. Birçok anne ve çocuk beraber “evet!” der. Bunun üzerine ailenin hakiki sahibi olan baba, “büyüğünü çağırıyorum, büyüğünü!” der. Hatta o zaman bile “Meryem’i”, demez.
Bizim Sofi, mümin-Müslümanın bu örfüne de riayet etmez, o kendi helali Kurbanbibi’yi her zaman “fitne” diye çağırır. Mesela “Fitne, sarığımı ver!”, “Fitne, kız geberesice haydi!”, “Fitne, parayı uzat!”
Kurbanbibi, Sofi’nin nazarında cehaletinden mi veya kendisinin yaratılış hamurunda bu şey var mı, her türlü fitnelikten yani hileden uzak değildir. Kocasının kadınların yanında konuşmamasından o kadar rahatsız olmasa da, lakin kendi helal hanımı yanında konuşmamasına çok üzülüyor ve bu üzüntü sebebiyle hile yoluyla Sofi’yi konuşturuyordu; bazen de dilini keskinleştirerek konuşuyordu. Bunun için Sofi’yi öfkelendirecek değil, onu biraz rahatsız edecek bir söz söylerdi. İşte o zaman kadın kısmı yanında ağız açıp konuşmayı Sofi’den görün! Vay vay vay!
– İşan7 dedem sizin yüzünüzden üzülüyorlarmış, dedi bir gün Kurbanbibi Sofi’ye.
Sofi’nin taş gibi katı ve eşya gibi hareketsiz olan yüzü birdenbire birbirinden farklı değişiklik ve hareketlere uğrayıp, allak bullak oldu:
– Ne dedin, fitne? Niye üzülüyorlarmış?
– Adadığı kâkülünü kestirmeye gelen bir balaya yaltaklık ediyorsunuz…
Bu kâfi! Artık bizim Sofi söz söylemede usta bir hatibe dönüşür.
– Aşk iki türlü olur, fitne. Anlamadan konuşma! Aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikî…
Kurbanbibi bu sözleri anlamadığı için kocasını konuşturur fakat kendisi de hemen bunalır. Bunun için o:
– Evet, öyle mi? Ben bilmiyorum. Ben ümmiyim, deyip hemen kaçmaya çalışır.
Hanımının dönüp gitmesinden sonra Sofi de konuşmaktan vaz geçer.
Böylece Sofi, yeri geldiğinde ve damarına basıldığında, mezarda olsa bile konuşur. Hem de nasıl konuşur!
Evinde bulunduğu sırada Rezzak Sofi ya arık boyundaki otları yolar ya avlu kapısının açık kalan zincirlerini yerine koyar veya avluda odun keser veya olmazsa iki eli arkasında, kâh içeri girip, kâh dışarıya çıkıp, kâh avluya geçip dudaklarını arı sokmuş adam gibi ağzını açmadan, hiçbir şey söylemeden dolaşırdı. Yaz mevsiminde, daha çok gündüzleri uyur, geceleri, şafak sökünceye kadar, kendisi yalnız, yüksek sesle “Allahu!” deyip, kendi ailesini ve konu komşuyu uyutmazdı. İşan dedenin olmadığı günlerde serin hanekâhda8 çok keyif alarak uyur, derler. Bazen de diğer müritler onu yorgan döşeği ile beraber havuza atarlarmış. Evde olursa, orayı hanekâh gibi serinletip, ondan sonra uzanıp yatar ve öğle namazından sonra uyumuş olursa, akşamüzeri Kurbanbibi’nin seslenmeleri üzerine zorla kalkardı. İkindi namazı, çoğu zaman uykuya kurban edilir, bu sebeple kendi hanımından çok sitem de işitirdi. Ama bu hususta dili kısılır, hiçbir şey diyemezdi…
Kış mevsiminde olursa, gece uyuyordu. “Zaten bir parça gün var, onu da uyuyarak geçirirsem, Kaşgar’dan da uzak kış gecesini nasıl geçiririm? Uyku, ömrü kısaltan bir şey!” diyordu. Bu büyük felsefe ancak layık ve münasip kişilere söylenir. Biçare aile üyeleri, genel olarak kadınlar, bu uyku felsefesini anlamaktan mahrumdur!
Şehirde olursa, kendi evinden başka yerde bir gece bile yatmıyordu. İşan dedenin bir ziyafetinden sabaha karşı evine gelip yatmıştı. Şehirden dışarıya çıktığı çok nadirdi.
Sadece İşan dede ile beraber (sadece onunla!) düğünlere, büyük ziyafetlere, kavun ve meyve eğlencelerine gidiyordu. O zaman elbette dört-beş gün evindeki yatağı, yorganı soğuyordu. Kurbanbibi’nin dediğine göre, yatağı, yorganı “dinleniyor”, Zebi’nin tarifine göre ise “rahatlıyordu”. Bir defasında bir düğün bir hafta uzayınca, altıncı gün bizim Sofi İşan’dan izin almadan kaçıp gelmiş! O zaman İşan dede bir süre Sofi’ye soğuk davranmıştı.
Bu münasebetle Kurbanbibi yine konuşup takıldı:
– Hazreti İşan ile beraber gidip, onun sayesinde o kadar izzet, ikram görüp, her türlü yiyecek içecekle ağırlanırken… Hazreti İşan’dan önce kaçıp gelmeniz de neyin nesi? Şehirde açılmayan dükkânınız veya işlemekten geri kalan çeltik değirmeniniz mi vardı?
Sofi yine aşağı taife yanında mübarek ağzını açıp, aziz dilini hareketlendirmeye mecbur oldu.
– Bedbaht fitne! Rahat bırakacak mısın, bırakmayacak mısın? “Hubbül-vatan minel-iman”, demişler yani “vatanı sevmek imandan”dır! Bilmiyorsan her şey boş. Bu dünyada vatanı olmayan sadece çingenedir. Beni vatansız mı sandın?
Sofi biraz kızarak gitti:
– Bu avlu, babandan kaldığı için benim mi demek istiyorsun? Öyle diyorsan, pasaport alıp, Rus’un trenine binip, “haydi!” deyip Mekketullaha gider, orada kalırım! Avlun da başına yıkılsın, fitne!
Bu sefer Kurbanbibi yalvarıp yakararak zorla sakinleştirdi.
Hakikaten Sofi’de hacca gitmek niyeti güçlüydü. Bunu her yıl tekrarlıyordu. Bir iki defa pasaport da aldı. Fakat nedense ayağını şehrinin toprağından kesemedi.
Bu konuda da “vatanı sevmek imandan” deyip, “vatanı”ndan vaz geçemiyor mu? Her neyse, elbette bunun da bir sırrı vardı.
Onun belli bir mesleği, bir marifeti yoktu. Ne ticaretle meşgul oluyor, ne çiftçiliğe heves ediyor, ne esnaflığın ucundan tutuyordu. Bununla birlikte, sofrası ekmeksiz, kazanı yemeksiz kalmıyordu…
Bir yıl uzak bir köyden üvey ağabeyi gelip, üç dört gün kalıp gitmişti. O da kendisi gibi mümin bir yaşlı olduğu için çok iyi görüştüler. Her gün hanekâha beraber gidiyorlardı.
– Sofi, ömrünüzü bir mesleğin ucundan tutmadan mı geçiriyorsunuz? dedi ona ağabeyi hanekâha giderken.
– E e, dedi Sofi uzatıp ve kendi hâlinden memnun bir tebessümle gülümsedi: Benim devletim hiç kimsede yok, ağabey! İşan dede Tanrı’mın sevgili kulu, her türlü nimet ona dört taraftan su gibi akıyor. Nehir kenarında susuz mu kalacağız? Siz de tuhafsınız!
Bu gülümseme ile yine biraz gittikten sonra, bu sefer ciddi olarak konuşmasına devam etti: