
Danabaş Köyü
–Eşeğimi götürme. Vallahi bırakmam! diye ağlamaya başladı.
Oğlan, böyle ağlayarak, sızlanarak eşeğin kuyruğundan sıkıca yapışmış bırakmıyordu ki, hayvan hareket etsin.
Muhammethasan emmi, gerçekten çok şefkatli bir babaydı, hiçbir zaman evladını üzmek istemezdi. Onun için, yanına gidip, yumuşaklıkla oğlunu sakinleştirmeye çalıştı.
–Sakin ol oğlum. Eşeğin akşam yine eve dönüp gelecek. Eşeğe ne olur? Eşeği satmıyorum ki! Hudayar Bey emmin şehre götürecek, orada ona çokça arpa verecek.
–Yok, vallahi, hiç bırakmam… Nereye bırakayım gitsin ha!.. Hiç bırakmam… Hiç, bir kere bile!
Oğlan, bu sözleri söyleyerek yine avluya sokmak için eşeğin başını çomakla çeviriyordu. Bu sırada Muhtar Huda-yar, oğlanın arkasından gidip, kürek kemiğine bir sopa…:
–Köpek oğlu köpek! Eşeği nereye götürüyorsun? Gözlerin kör mü, beni burda görmüyor musun? Vallahi, derini yüzerim!
Oğlan “Vay vay!” diyerek, kaçıp avluya girdi. Muhtar Hudayar, eşeğe binip, şehre doğru yöneldi. Köylüler de bir bir dağıldılar. Muhammethasan emmi, muhtarı yolcu edip, oğlunun ardından asabı bozulmuş bir halde evine gitti.
II
Hudayar Bey, öğlen vakti şehre vardı.
Hudayar Bey, Muhammethasan emmiden eşeği isterken, “Beni reis istemiş.” dedi. Fakat yalan söylüyordu, reis istememişti, başka bir niyeti vardı. Muhtar Hudayar, eğer reis için şehre gitseydi, biraz erken gitmesi gerekirdi. Kaza reisinin ancak öğlene kadar mahkemede olduğunu, öğlen olunca mahkemenin kapandığını kendisi de biliyordu. Hayır, Huda-yar Bey’in başka bir maksadı vardı.
Hudayar Bey, eşeği kervansaraya bırakıp, pazara yöneldi. Yedi girvenkelik4 şekerlerden bir kalıp alıp, yeleğin altına soktu. Pazardan çıkıp, Buzhane Mahallesine doğru yürümeye başladı. Biraz gidip, soldaki sokağa döndü. Bu sokağın başına kadar ilerleyip, yine sol tarafa döndü. Bir dar sokaktan gidip, arkı atladı. Alçak bir kapının yanında durup, şekeri yere bıraktı. Üstünün başının, tozunu toprağını temizlemeye başladı. Sol ayağını kaldırıp, sağ eliyle, sağ ayağını kaldırıp, sol eliyle şalvarının paçalarını sildi ve kalpağını çıkarıp sol eline geçirdi, sağ eliyle de o tarafını bu tarafını çırpıp, başına koydu. Şekeri koltuğunun altına alıp, bir kez öksürdü ve kapıyı çaldı. Avludan bir kadın sesi geldi.
–Kim o?
Hudayar Bey, bir daha kapıyı çaldı. Biraz sonra, dört beş yaşlarında bir kız çocuğu kapıyı açtı, Hudayar Bey’i görünce kapıyı örterek, avluya kaçtı. Avludan kızın sesi duyuldu.
–Ay ana, kapıda kocaman biri duruyor.
Hudayar Bey, kızın sözlerine biraz gülüp, seslendi:
–Kız, Kadı Ağa evde mi?
Kız, Hudayar Bey’den o kadar korktu ki, cevap vermeye cesaret edemedi. Bu sırada kapı açıldı, genç bir delikanlı kapıyı aralayarak, merakla gözlerini Hudayar Bey’in gözlerine dikti.
–Kadı Ağa evde mi?
–Evde, ne istiyorsun?
–Kadı Ağa’yı görmek istiyorum.
Delikanlı, bir şey söylemeden kapıyı örtüp, gitti ve sonra geldi, kapıyı açtı.
–Buyur, dedi.
Hudayar Bey, başını eğerek, kapıdan içeri girdi, avluya iki basamakla indi. Herhalde, Kadı’nın karısı avluda çamaşır yıkıyordu; çünkü delikanlı kapıyı açmadan haber verdi:
–Hanım, çekil, adam geliyor.
Avlunun bir tarafında çamaşır teknesi vardı, yanına çokça yıkanmış çamaşır yığılmıştı. Pis su, yani çamaşırın kirli suyu akmış, kapının yanında göl oluşturmuştu. Huda-yar Bey’in girdiği yer, avluya hiç benzemiyordu; çünkü, burada dört duvardan başka bir şey yoktu. Avlunun eni on adım, boyu on beş adım ancak gelirdi. Sol tarafa duvara doğru, pişmemiş kerpiçler yığılmıştı. Sözün kısası, burası belki Kadı’nın arka avlusudur; çünkü, bu şehirde bahçesi olmayan ev yoktu. Hasılı, Kadı’nın bağı bahçesi varsa bile Hudayar Bey, bu girdiği arka avludan başka bir şey görmedi.
Delikanlı, avlunun sağ tarafından dar bir yola girip, kayboldu. Biraz sonra, beli bükülmüş, ihtiyar bir adam, bu dar yoldan çıktı, sol eli cebinde, sağ eli gözlerinin üstünde biraz yaklaşıp, Hudayar Bey’e;
–Ne diyeceksin, dadaş?
–Emmi, Kadı Ağa’yı göreceğim, işim var.
–Nerelisin, azizim?
–Ben Danabaş muhtarı, Hudayar Bey’im, Kadı Ağa’yı görmek istiyorum.
–Yeleğinin altındaki nedir, gadasını aldığım?
–Şeker, Kadı Ağa’ya getirdim. Onunla hayırlı bir işimiz var, bu da ağız tadı.
İhtiyar adam, geldiği yolla dönüp gitti. Birkaç dakika sonra genç delikanlı, dar yoldan çıkıp, Hudayar’a eliyle gelmesini işaret etti. Hudayar Bey, delikanlının ardından dar bir yoldan ilerleyip, kahve odasına girdi. Ayakkabılarını çıkardı, oğlanın ardı sıra Kadı’nın odasına geçti.
Hudayar Bey, içeri girince öyle afalladı ki, selâm vermeyi de unuttu. Biraz evvel gördüğü ihtiyar adamın, döşeğin baş köşesinde oturmasına çok şaşırdı. Elbette, o yaşlı adamın, Kadı’nın ta kendisi olduğunu hemen anladı. Kadı, bu adamın hata yaptığını çoktan fark etmişti. Bu sebeple, Hu-dayar Bey’in selam vermeyişinden incinmedi, aksine belki de bu yüzden, üstelik ayağa kalkarak, selâm verdi, beye baş köşede yer gösterdi.
Hudayar Bey, tekrar selam verip, baş köşeye geçti, oturdu, şekeri yere bıraktı.
Kadı’nın odası büyük, yüksekçe, temiz bir odaydı. Bu odada otuz yedi terek ve göz vardı. Hiçbiri boş değildi. Gözlere pek çok kavanoz ve sayısız çini kap dizilmişti. Tereklere birkaç semaver, küçük sandık, nargile, dört beş kalıp Rus şekeri ve hırdavat şeylerden sıralanmıştı. Beş on sandık, bohça ve elbise ile, iki raf kitapla doluydu. Büyük ve küçük pek çok değerli halı, kilim serilmişti.
Odanın baş tarafına, üç büyük demir sandık konmuştu. Sandıkların üstüne adam boyunca halılar, kilim ve keçeler, palazlar yığılmıştı. Bir tarafa da çarşafa sarılmış dört beş kat yorgan, döşek sırayla dizilmişti.
Kadı, kadife minder üstüne oturmuş, çift yastığa dayanmıştı.
Hudayar Bey, şekeri çıkarıp öylece koydu. Kadı, gülerek Hudayar Bey’e bakıp, dedi ki:
–Bey, bu şeker ne, bu ne iş?
Hudayar Bey, gülerek cevap verdi;
–Kadı Ağa, hayırlı bir işimiz var. Bu şekeri ağız tatlılığı olsun, diye getirdim.
–Tatlı arzuna ulaşasın, gardaşım. Herhalde nikâh kıydıracaksın.
–Hayır, Kadı Ağa, nikâh değil, imam nikâhı.
–Ne zararı var, imam nikâhı daha iyi… Çok güzel, çok güzel. Allah mübarek etsin. İmam nikâhını sen kendine mi kıydıracaksın, başkası mı kıydıracak?
–Hayır, Kadı Ağa, kendime kıydıracağım, eğer iş yoluna girerse.
–Ne buyurdun, iş yoluna girerse mi?
–Evet, Kadı Ağa, işi bir şekilde yoluna koyarsanız, size duacı oluruz.
–Daha ne şekli var ki! İmam nikâhı, okurum biter, gider ya.
–Güzel buyuruyorsunuz, Kadı Ağa, ama hanım tarafından bir vekil olması lâzım.
–Elbette, vekil olmasın demiyorum ki, vekil de olmalı, şahit de olmalı. Vekilsiz, şahitsiz imam nikâhı kıyılmaz ki.
Hudayar, başını aşağı indirdi, biraz düşünüp cevap verdi.
–Evet, öyle.
Kadı, tekrar Hudayar Bey’e baktı:
–Peki, senin vekilin, şahitlerin hani?
–Şimdilik, ne vekil, ne şahit var. Bakalım, nasıl olacak?
Kadı, çok şaşırdı:
–Senin ne vekilin var, ne şahidin var ha! Ben nasıl nikâh kıyacağım?
–Evet, öyle Kadı Ağa, öyle.
–Vallahi, ben senin sözlerini anlamıyorum. Eğer, imam nikâhı kıydırmak istiyorsan, hanım tarafından bir vekil gelmeli ki, ben de imam nikâhını kıyayım. Vekiller ve şahitler burada değilse, sonraya kalsın. Onlar da gelsin, o zaman nikahını kıyayım. Hayır, burada başka bir engel varsa, artık orasını da sen bilirsin.
Hudayar Bey, Kadı’nın sözlerinden sonra biraz daha sustu, sonra doğrulup, kapıya doğru bakarak, alçak sesle dedi ki;
–İşin doğrusu, Kadı Ağa, benim bir isteğim var. Allah’tan gizli değil, sizden niye gizli olsun?!
–Söyle, söyle bakalım. Tabii, benden niye gizleyeceksin?
Kapı açıldı, genç delikanlı, tepsi içinde iki bardak çay getirip, birini Kadı’nın, birini de Hudayar Bey’in önüne koydu. Kadı, delikanlıya odada durmamasını işaret etti. Oğlan çıkıp gittikten sonra, Hudayar Bey, alçak sesle başladı:
–Kadı Ağa, işin aslı şu; bizim Danabaş köyünde dul bir kadın var. Çoktandır onu nikahlamak aklımdaydı, lâkin kadın gelmiyor. Bilmem ürkütüyorlar mı, nedir? “Gitmem de gitmem.” diyor. Şimdi böyle kaldım. Sizin huzurunuza gelmekteki amacım şuydu; bu arzumu size ulaştırayım, bakalım, siz ne buyurursunuz. Bu probleme belki bir çare bulursunuz.
Bu sırada, kız çocuğu başını kapıdan içeri uzattı ve dedi ki:
“Baba, anam burda mı?
Kadı, kıza bağırınca kız gitti. Sonra, genç delikanlı nargileyi getirip Kadı’nın önüne koydu. Oğlan, orada kalmak istedi. Kadı, gitmesini işaret etti. Kadı, nargileyi ağzına alıp, yüzünü misafire döndü;
–Peki, şimdi ne yapalım diyorsun?
–Kulun olayım Kadı Ağa, nasıl olursa olsun bu işi halletmelisin.
Kadı, nargileden derin bir nefes alıp, başını sallayarak:
–Tamam, getirdiğin iki şekerle, zorla kadını senin koynuna koyarız. Git, be ahmak adam!
Hudayar Bey, Kadı’nın cevabı üzerine biraz doğrulup, sağ elinin şehâdet parmağını yukarı kaldırarak dedi ki.
–Bak, ey Kadı Ağa, bizi yaratan Allah’a yemin olsun ki eğer benim bu işimi halledersen, başımı senin yolundan esirgemem.
–Gardaşım, bana senin başın lâzım değil, Allah, başını selâmet eylesin. Bana bu lazım, bak bu!
Kadı bu sözleri söylerken, sağ elini de yerden büyük bir şeker kalıbı boyunca yukarı kaldırmıştı. Sözlerini bitirdi ama, elini indirmedi. Bu durumda tutup, dikkatle Hudayar Bey’in yüzüne bakıyordu. Hudayar Bey, razı olduğunu belirtince elini indirdi.
–Kadı Ağa, neler düşünüyorsun? Ben söz verip, ardından, sözünde durmayan adamlardan değilim. Adam başına kalpağı niçin takar? Şunun için; ona adam desinler diye takar. Bir adam ki, yüzüne bir şey söyledi, eşikten çıkıp, başka bir söz söyledi, artık onda adamlık sıfatı kalmaz! Sen bir kalıp Rus şekeri diyorsun, ben on bir kalıp getireyim. Kendini niye üzüyorsun? Param mı yok benim? Hayır, senin gibi ağaların yanında utanmayacak kadar zenginliğim var. Sen kafanı başka yere takma.
Hudayar Bey, sustu, Kadı başladı:
–Allah seni utandırmasın. Dostum, nasıl bir insan olduğunu ben adamın yüzünden anlarım. Şimdi ihtiyar bir adamım. Yaşım yetmiş, belki daha da fazla. Kendime göre de tecrübem var. Adamın yüzüne bakınca nasıl adamdır, bilirim. Ayrıca görünen görünmeyenin aynasıdır. Yüzüne bakar bakmaz nasıl biri olduğunu kesinlikle bildim. Eğer senden şüphe etsem, ümitsiz olsam, hiç bu kadar konuşmazdım… Ama, hayır, maşallah fazlasıyla liyakatli bir adamsın. Ben de sonunda senin yanında utanırım diye, öyle davranıyorum. On bir kalıp şekeri ben ne yapayım? Bana iki kalıp şeker getirirsen birini bölüp, ağız tatlılığı için fakir fukaraya dağıtırım. Nasıl ki, sen de söyledin, senden bir kalıp Rus şekeri alacağım , vesselam. Yoksa, benim fazlasına tamah ettiğim yok. Elbette, şekerin yanı sıra, bir kilo çay getirirsen, itiraz etmem.
–Bak bu gözüm üstüne, bak bu gözüm, bak gözüm üstüne, bak bu gözüm üstüne…
Bu sözleri söylerken Hudayar Bey, sol elini, kâh sağ gözünün, kâh sol gözünün üstüne koyuyordu. Sonunda sözünü şöyle bitirdi;
–Kadı Ağa, daha ne diyorsun? Bunların hepsi başım üstüne. Peki, şimdi sen işimi nasıl halledeceksin?
Kadı, başını aşağı indirdi, biraz tesbih çevirip, “Ya Allah!” dedi ve ayağa kalktı. Gitti, kitapları karıştırıp, kara ciltli bir kitap getirerek, açtı. Gözlüğünü taktı ve alçak sesle okumaya başladı. Kadı’nın sesi çıkmıyor, ancak dudakları kıpırdıyordu. Kadı’nın okuması on dakika sürdü. Sol elinin şehâdet parmağını kitabın bir yerinde durdurup, Hudayar Bey’e baktı:
–Biliyorsun bey, mesele zor bir mesele. Böyle işlerde nadiren imkân bulunur. Bakalım, şeriat bu konuda ne buyurmuş, onun için kitaba bakıyorum.
Kadı, bunu söyleyip yine kitaba daldı, biraz okuyup, sevinçle kitabı kapattı, önüne koydu.
–İnşallah bu meseleyi çözeceğim, kolay bir şekilde çözeceğim. Bey, söyle bakalım, çay ve şeker ne zaman gelecek?
–Kadı Ağa, şimdi iste, öyle diyorsan kalkıp şimdi gidip getireyim. Benim için zor mu?
–Azizim, şekeri çayı getirip buraya koyarsın, sonra gidip, köy ehlinden yanıma üç dört kişi getirirsin. Ama bu şahısların hepsinin senin arkadaşlarından olması lâzım. Onlardan birisi gelip bana der ki, “Bu kadın benim anamdır. Bu şahsa, yani sana varmak istiyor ve bu hususta beni vekil tayin etti.” Diğerleri de yemin ederler, vesselam. Ben de imam nikahını kıyarım, olur biter.
–Kadı Ağa, eğer iş böylece bitecekse, bu çok kolay. Üç dört ne ki, köyümüzden buraya yüz adam getiririm. Ne sorarsan sor, benim dediğimi onlar da söyler. Kimin haddine benim sözümden çıkmak?
Hudayar, bu sözleri söyleyip, ayağa kalktı.
–Gidip bakayım, köyümüzün adamlarından şehirde kimi bulabileceğim?
Hudayar Bey, kapıdan çıkarken, Kadı çağırıp dedi ki:
–Bey, bir zahmet içeri gel, senden iki isteğim var. İlk olarak, çay ve şekere, şüphesiz para vereceksin. O paraları sen yerde bulmadın ki … Elbette alnının teriyle kazandın. Mademki böyle, bari iyi mal almaya gayret et. Zamane çok bozuldu, adamı hemen kandırıyorlar. Karapet Ağa’ya yenice güzel şeker geldi, adına prodski diyorlar. Bu şekerden almaya gayret et. Çayı da kendin bilirsin, nasıl olursa olsun.
Hudayar Bey:
–Baş üstüne, deyip, çıkıp gitmek istedi. Kadı, yine seslenip odaya döndürdü.
–Azizim, ben dedim ki, iki isteğim var; birini söyledim, birini de söyleyeyim, ondan sonra serbestsin.
–Buyur, Kadı Ağa.
–İkinci isteğim de şu, bizim bu işimiz ölene kadar aramızda kalmalı.
–Aman, Kadı Ağa, sen çocuk musun? Beni öyle cahil sanma.
–Dinle, sözümü bitireyim. Evet, bu iş saklı kalmalı.
–Nasıl kalmalı?
–Sır olmalı, hiç kimsenin bu işten haberi olmamalı. Buraya getireceğin adamlar, senin öyle arkadaşların olsun ki, bu sırrı başkasına söylemesinler. Şunun için, elbette burada şeriata aykırı bir iş yok. Fakat, madem ki böyle işler nadiren ortaya çıkar, her duyan burda aykırı bir iş var, diye şüphelenecek. Bu sebeple, bu işin mutlaka ve mutlaka benim, senin ve şahitlerin arasında kalması lâzım, vesselam. Şimdi gidebilirsin.
–Baş üstüne Kadı Ağa, baş üstüne. Tabii öyle…
Hudayar Bey, bu sözleri söyleyerek, Kadı’nın evinden çıkıp, yürümeye başladı.
Hudayar Bey, sevinçle hemen pazar mescidinin yanına varıp, pazar deresine indi. Abdest alıp, mescide girdi, namazını kılıp, pazara yöneldi. Çarşı boyunca yürüyerek, Kadı’nın söylediği Ermeni’yi sorup gitti, büyük bir dükkâna girdi. Rafların arkasında, şişman karınlı Ermeni oturmuş, yazı yazıyordu. Hudayar Bey, o yanına bu yanına bakarak çubuğunu çıkardı, doldurmaya başladı. Karapet Ağa, kalemi yere koydu, hayretle Hudayar Bey’in yüzüne baktı. Hudayar Bey, çubuğunu doldurup, Karapet Ağa’nın yanına yürüdü. Elini iç cebine sokup, bir çimdik kav5 çıkardı. Karapet Ağa’nın önüne tuttu.
–Zahmet olmazsa, bir kibrit çak, şu kavı yakayım.
Karapet Ağa, öfkeyle cevap verdi:
–Sen herhalde görmüyorsun, burası kahvehane değil. Cehennem ol şurdan, sıpa oğlu sıpa! Defol!
Hudayar Bey, biraz sinerek kenara çekildi. Hudayar Bey, Ermeninin, bu hareketine çok şaşırdı. O, Karapet Ağa’nın, çubuğunu yakmak için ateş vermeyeceğini nereden tahmin edebilir ki. Danabaş köyünde hiç kimseden böyle edepsizlik görmemişti. Hudayar Bey, cebinden çubuğunu çıkartınca, kav yakıp, önüne tutmamaya kimin kudreti yeter? Ama ne yapmalı? Danabaş köyü Danabaş köyünde kaldı. Burası şehir. Şehir, Danabaş köyüyle bir olmaz.
Hudayar Bey, biraz yüzünü asıp, kaşlarını çatarak Kara-pet Ağa’ya şöyle cevap verdi.
–Efendi, haksız yere bağırıyorsun. Ben senin dükkânını talan etmeye gelmedim. Seninle alışveriş yapmaya geldim. Bana bağırman da çok yersiz. Ben şeker almaya geldim.
–Tabii, sen benden yarım girvenke şeker alacaksın diye, kalkar elinden öperim.
Hudayar Bey, çubuğu tütünle doldurdu, çubuğunu ve kesesini beline taktı ve cevap verdi.
–Efendi, önce sen kim olduğuna bak, sonra bana bağır. Yarım girvenke şeker için, gelip sana baş ağrısı verecek, o söylediğin adamlardan değilim. Ben, Danabaş köyünün muhtarı Hudayar Bey’im. Senden sadece yarım girvenke şeker değil, büyük kalıplardan, bir kalıp şeker alacağım.
Karapet Ağa, biraz ağırlaştı;
–Başım gözüm üstüne. Ben ne dedim ki! Sen, benden niye bir kalıp şeker almıyorsun, demiyorum ki. Şunu dedim: Ben yazı yazarken kavı önüme uzatmakla iyi etmedin. O an, yazıda hata yaptım. Çok fazla uğraştım. Sen gittikten sonra yazdığımı bir daha yazacağım.
–Neticede, artık geçti. Ne olduysa oldu. Bana şimdi şekeri kaçtan vereceksin?
Karapet Ağa, rafın tahtasını kaldırıp, dışarı çıktı. Şeker yığınının yanına geldi, kalıplardan birinin üstüne elini koyup, dedi ki.
–Bak, bey kardeşim, bu şeker çok güzel şekerdir. Bunu sana, yedi manat, iki şahıya6 vereceğim.
–Efendi, şaka mı yapıyorsun? Şekeri şimdi her tarafta yediye veriyorlar. Gözün beni mi gördü?
–Nerede yediye veriyorlar? Mezhep hakkı için böyle şey olmaz. Yedi manat, iki şahıdan, bir kuruş aşağı vermezler.
Hudayar Bey, biraz susup, yine aynı çubuğu çıkartıp doldurmaya başladı. Karapet Ağa, cebinden kibrit çıkarıp yaktı. Hudayar Bey, çubuğunu ateşledi ve dedi ki.
–Tamam, tamam! Senin pahacı olduğunu çoktan anladım. Senle iş yapılmaz. Tamam, tamam! Al, bir kalıp tart, bakalım ne gelecek?
Karapet Ağa, büyük kalıplardan birini kucaklayıp, teraziye koydu.
–Bu on, bu da on, yirmi. Bu beş, bu üç, bu iki bu da yarım. Tam, otuz buçuk girvenke. Otuz girvenkesi, otuz abbası7, bu altı manat, dokuz şahısını çıkalım, beş manat, on bir şahısı kalır.
Karapet Ağa, teraziden şekeri alıp, yere koydu.
–Karapet Ağa, şimdi Allah’a şükür, beni tanıdın mı?
–Nasıl, yani, tanıdım mı?
–Şimdi benim kim olduğumu bildin mi?
–Sen kimsin?
–Ben, Danabaş köyünün muhtarı Hudayar Bey’im.
–Ben de ikinci sınıf tüccar Karapet Ağa’yım.
–Allah babana rahmet eylesin. Bunları şunun için söylüyorum. Şimdi dünyada sahtekâr adamlar çoğaldı. Birisi gelip, paranı üç gün sonra getireceğim diye, veresiye alış veriş yapar, Allah’a peygambere yemin eder. Üç gün, bir ay olur, belki de üç yıl. Ama Allah canımı alsın da böyle sahtekârlık yapmayayım. İşin aslı, bugün böyle oldu, şehre gelirken yanımda para getirmemişim. Şimdi, ben şekeri götüreyim, inşallah sabah erkenden, senin beş manat, on bir şahını buraya getiririm.
Karapet Ağa, bu sözleri işitince hemen şekeri götürüp yerine bıraktı, dönüp, sağ elini Hudayar Bey’in omzuna koydu, sol eliyle kapıyı gösterdi:
–Hadi, çık git! Çabuk, git burdan! Hemen şimdi def ol!
Hudayar Bey, bir şey söylemeden dükkândan çıkıp, yürümeye başladı. Akşam ezanına yarım saat kala, eşeği bıraktığı kervansaraya geldi.
Hudayar Bey, kervansarayın kapısına varınca, kısa mavi ceketli, boz kalpaklı, beyaz şalvarlı biri, içerden çıkıp, asık bir suratla Hudayar Bey’e.
–Ağa, babana rahmet, gel şu haytayı başımızdan sav. Ağa, şu belayı getirip, tavlaya kattın, bizi sıkıntıya soktun! Allah aşkına, gidip eşeği çıkarayım da al götür!
Bu sözleri söyleyen kısa adam -ki kervansarayın kahyası olmalı -kervansarayın avlusuna giriyordu. Hudayar Bey çağırıp onu durdurdu:
–Yavaş ol bakalım, nereye gidiyorsun? Belâyı getirip, nasıl tavlaya katmışım? Herhalde, eşek hayvanlarla birlikte durmuyor?! Ama, benim eşeğim sakin bir eşekti. Niye böyle söylüyorsun?
Kahya ellerini oğuşturarak, yüksek bir sesle dedi ki :
–Ağa, Allah aşkına şaka yapma. Hiç keyfim yok. Eşeği çıkarayım, al götür!
Hudayar Bey, yüksek sesle cevap verdi;
–Rahmetliğin oğlu, bana söyle bakayım, ne oldu?
–Ne olacak, koca adam! Milletin eşeğini çalıp getirmiş, kervansarayıma katmışsın. Niye? Görelim, bana kastın garezin ne?
–A, deli misin be adam? Sarhoş musun? Ben niye milletin eşeğini çalayım? Vallahi hiç ileri geri konuşma, pişman olursun.
–Peki, rahmetliğin oğlu, başka eşek bulamadın da, gittin Muhammethasan emminin eşeğini getirdin, bizi kavgaya soktun!
–Seni nasıl kavgaya sokmuşum?
–Nasıl kavga olacak? Sen eşeği tavlaya koyup, şu yana gitmiştin. Muhammethasan emminin küçük oğlu, eşeği götüreceğim diye, kervansaraya ok gibi girdi. Ben nasıl verirdim? Daha ne diyeyim, kurban olduğum! Oğlan, ya kendimi öldürürüm, ya da eşeği götürmeliyim diye kendini yerden yere atıyor. Sonunda çaresiz kalıp, gittim polis çağırdım, oğlanı döve döve dışarı çıkardı.
–Yazık, yazık, yazık ki, ben burda değilmişim! Vallahi, oğlanın ölüsünü bırakırdım burda. Peki, gelip beni niye çağırmadın? Neyse, geçti. Şimdi hava kararıyor, ben artık köye dönemem. Benim de eşeğin de kalması lâzım. Bu gece sende misafirim Kerbelayı8 Cafer emmi.
–Misafirsen, başımın üstünde yerin var. Doğru, şimdi de gidilmez. Hava iyice kararıyor. Hadi, burada ne duruyorsun? Buyur, eve gidelim.
Kerbelayı Cafer emmi önde, Hudayar onun arkasından, gidip küçük karanlık bir hücreye girdiler.
Kerbelayı Cafer emmi, girer girmez bir kibrit yakıp, sol yandaki duvara asılmış küçük lambayı yaktı. Misafire yer gösterdi. Hücrenin yere serilen eşyası bir kilimden ibaretti. Yukarı tarafa, dürülmüş bir yorgan ve döşek konulmuştu. Köşede bir testi, bir ibrik ve bir süpürge vardı. Kirli duvarların ne göz, ne de rafları vardı. Hudayar Bey, kilime oturup, sırtını yüke dayadı. Çubuğunu cebinden çıkarıp doldurmaya başladı. Sonra Kerbelayı Cafer emmiye dönüp dedi ki.
–Gel otur, bakalım, Kerbelayı Cafer emmi. Gel, bana bir zahmet ateş ver. Gel, gel otur, biraz sohbet edelim.
Kerbelayı Cafer emmi de ayakkabılarını çıkarıp, kenardan geçerek oturdu. Bir kibrit yakıp, Hudayar Bey’in çubuğuna tuttu. Hudayar Bey çubuğunu yaktı.
–Kerbelayı Cafer emmi, bu durumu bana anlatmasaydın. Yüreğime bir ok vurdun. Allah, Muhammethasan emminin atasına lânet etsin! O, beni milletin içinde rüsva etti. Bu yaşa geldim, şimdiye kadar böyle kepaze olmadım.
Hudayar Bey, sözünü bitirip, Kerbelayı Cafer emmiye doğrularak, çubuğu uzattı. O da “Ya Allah!” deyip, çubuğu aldı ve içine çekip dedi ki.
–İyi diyorsun, Hudayar Bey ama, sonra Muhammethasan emmi, ne yapsın? Onun ne günahı var? Sen eşeği getirirken, ona haber verseydin, hiç böyle olmazdı. O zaman, eşeği senin getirdiğini de bilirlerdi. Oğlunu da göndermezdi.
–Ağa, adına yemin olsun ki, bana eşeği, Muhammethasan emmi kendi vardı. Eşeği bana o deyyusun kendi verdi, namussuzun kendi verdi, o Ömer9 ’inkendi verdi. Ey adam, niye inanmıyorsun?
–Niye mi inanmıyorum? Yok, inanıyorum.
–Kuran-ı Kerim hakkı için, kendi verdi. Niye, ben üç yüz evin muhtarı, bir eşek bulamadım da gittim, habersizce başkalarının eşeğini mi getirdim?
–Yok, inanıyorum ya! Niye, inanmıyor muşum?
Kerbelayı Cafer, doğrulup çubuğu Hudayar Bey’e verdi. Hudayar Bey, birkaç nefes çekip yine başladı.
–Sen şimdi görürsün, Kerbelayı Cafer emmi, ben intikamımı Muhammethasan emmiden almazsam, bu sakalımı kestiririm!
Kerbelayı Cafer emmi, gülümsedi, azıcık doğrulup dedi ki;
–İyi de, sen ona ne yapabilirsin?
–Gözünü korkuturum! Ne mi yapacağım ona? Ben, onun muhtarı değil miyim? Bana işinin düşmediği gün olmaz ki! Basarım balçığa, çıkarım üstüne, çiğnerim. Ne yapacağım?
On, on iki yaşlarında bir oğlan, sol elinde bir çömleği sallaya sallaya içeri girdi, çömleği yere koydu. Kerbelayı Cafer’e.
–Baba, anam bugün eti biraz yakmış, yiyebilirseniz iyi. Bir bak bakalım!
Kerbelayı Cafer öfkeyle dedi ki;
–Ey ananın babasının mezarını … Allahü ekber! Şeytana lanet! Ben düşmüşüm, böyle de şanssızlık olur mu? Bu itin kızının, eti yakmadığı ya da kediye kaptırmadığı gün olmaz ki.
Oğlan başını önüne eğip dedi ki;
–Yok, vallahi baba, anamın hiç günahı yok. Bugün hamama gitmişti. Gonca’ya da arada bir ete bakmasını buyurmuştu. Gonca’nın da başı ne bileyim, neyle meşgulse, eti yakmış.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Yaprağından ve yaprak saplarından tombeki hazırlanan bir tütün cinsi.
2
Şeyh Bahâ’nın din kitabıdır.
3
Dindar müslümanların ziyaret ettikleri yerler.
4
400 gr. ağırlığında tartı taşı.
5
Bazı ağazların kabuğunda yetişen asalak kav mantarından elde edilen hafif, çabuk tutuşan madde.
6
Eskiden kullanılan madeni para.
7
Dört şahılık para birimi.
8
“Irak’ta Hz. Ali’nin mezarının bulunduğu şehrin adından” Hz. Ali’nin mezarını ziyaret edenlere verilen ad, lakap.