
Millî Şair Mehmet Akif Ersoy
Okul seçiminde Tahir Efendi’nin tercihi dikkat çekicidir. O, her ne kadar dönemin geleneksel eğitim kurumlarından birinde öğretmenlik yapsa da modern eğitim kurumlarının, dolayısıyla devletin istikbalinde -inanç kadar- çağdaş bilimlerin gerekliliğinin farkındadır. Mehmet Akif’in hayatı boyunca bağlı olduğu İslamcı pozitivist anlayışın temellerinin, Tahir Efendi’nin bakış açısıyla atıldığını söylemek mümkündür.
Tahir Efendi’nin, oğlunu Mülkiye İdadisine17 kaydettirirken istenilen kayıt harcına parası çıkışmayacak, gümüş saatini harç için vermek isteyecektir. Fakat bu durumu uzaktan gören okul kâtibi, harcı yarın da yatırabileceklerini söyleyerek Tahir Efendi’yi rahatlatacaktır.
İdadi yıllarında Mehmet Akif’te bir başka ilgi uyanacaktır: Güreş. Emine Şerife Hanım, okuldan dönen oğlunun bazen zeytinyağı içinde gelmesine anlam veremez ve onun, hemen yakınlardaki bir yangın yerinden kalma boş arsada güreş yaptığını öğrenir. Zaten baştan bu yana Akif’in idadiye gitmesine muhalif olduğundan, bu yeni haberi de okulun başlarına sardığı bir başka uğursuzluk kabul eder. Oysa Akif, okul arkadaşlarıyla güreş tutmak yerine Kıyıcı Osman Pehlivan’dan güreş dersleri almaktadır.
Mülkiye Mektebinden mezun olmadan önce, birtakım talihsizlikler birbirini izler. 1888’de Mehmet Tahir Efendi yakalandığı gırtlak veremi nedeniyle vefat eder. Henüz on beş, on altı yaşındadır Mehmet Akif. Bu büyük acıyla birlikte aile hem manevi hem de maddi yönden sıkıntılar içine girer. O günlerde Mehmet Akif idadinin üç yıllık idadi kısmını bitirmiş, iki yıllık yüksekokul kısmına başlamıştır. Babasının vefatının ardından, ailecek Yakacık’ta vakit geçirdikleri sıra Sarıgüzel’deki evin çıkan yangında kül olduğu haberini alırlar. Babasının öğrencisi Pirzirinli Hoca Mustafa Efendi’nin yardımlarıyla ev yeniden yaptırılırken18, idadinin üç yıllık ilk aşamasından iki yıllık ikinci aşamasına geçmiş Mehmet Akif de 1889’da bir seçim yapmak zorunda kalır. Her ne kadar idadiden sonra Hukuk Mektebine gitmek istese de hem sadece memurluk yapabileceği bir meslek seçmek istemediğinden hem de babasının ölümüyle zor durumda kalan aileye bakabilmek için daha kolay iş bulabileceği, Baytar Mektebi diye bilinen Halkalı’daki parasız yatılı Baytar Mekteb-i Âlisine (Halkalı Veterinerlik Yüksek Okulu) başlar. Mülkiye İdadisinde beraber okudukları arkadaşı Selahattin Bey; yaşadığı dönemde sevilen sayılan bir kişi olan Tahir Efendi’nin ölümünden sonra da elde ettiği saygınlıkla, Akif’in Halkalı’daki okula gündüzlü öğrenci olarak babasının talebesi Mustafa Efendi adında önemli bir kişi tarafından kaydının yaptırıldığını söyler.

Halkalı Baytar Mektebine ait bina, günümüzde üniversite olarak kullanılmaktadır.
Akif babasının vefatı sonrası ata topraklarını görmek ister ve amcasını ziyaret amacıyla İpek’e gider, dönüşte medresede okuması için amcasının oğlunu da yanında getirir.
Başlangıçta Ahırkapı’da olan Baytar Mektebi iki yılın ardından Halkalı’ya taşınır. Sarıgüzel’le Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi arasında mesafe yaklaşık on yedi kilometre olduğundan, Akif de gündüz gidip geldiği okula sonra yatılı olarak devam etmek zorunda kalır. Her hafta sonu yine bu on yedi kilometrelik yolu yürüyerek gidip gelir.
Baytar Mektebinin bütün hocalarının sevgisini kazanan Mehmet Akif, burada özellikle Rıfat Hüseyin’den etkilenecektir. Bizzat Pasteur’dan19 eğitim almış Rıfat Hüseyin Paşa, Akif’in Baytar Mektebine başladığı yıl Paris’ten dönmüştür. Dini duygularında daima samimi olmuş, ibadetini sürdürmüş Akif; onun sayesinde, Hristiyan bir bilim adamı olan Pasteur’a da samimiyetle saygı duymuştur. Bir anlamda Baytar Mektebi, Mehmet Akif’teki imanla ilim bütünlüğünü, samimi imanı yanında başka inançlara sahip ilim insanlarını da kabullenmeyi ve onlara hayranlık derecesinde saygı duymayı pekiştiren bir süreç olmuştur. Akif, bu yıllarda bir taraftan da dini eğitime devam etmiş, Filipeli Arap Hafız nezaretinde altı ay gibi kısa bir sürede Kuran’ı hıfzetmiştir.
Okul yıllarında beşeri ilimler yanında bir taraftan da şiirle ilgilenmeye başlayan Mehmet Akif, 1893’te okulu birincilikle tamamlar.
Baytar Mektebinden mezun olmasıyla birlikte memuriyet hayatı başlar.
EVLİLİĞİ VE ÇOCUKLARI
1 Eylül 1898’de Tophane-i Amire veznedarı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlenir. Mehmet Akif yirmi beş, İsmet Hanım yirmi bir yaşındadır. Mehmet Emin Bey hali vakti yerinde, sayılan ve sevilen birisidir. Hırka-ı Şerif semtinde, Veznedar Konağı adıyla bilinen bir konağı vardır. Mehmet Akif’le İsmet Hanım’ın düğünleri de bu konakta yapılmıştır. Düğünün ardından Mehmet Akif ve İsmet Hanım bir ay kadar bu konakta kalmışlar, ardından, 1889’da yandıktan sonra yeniden inşa edilen Sarıgüzel’deki eve geçmişlerdir. Fakat evliliklerinin ilk yılı Fatma Cemile dünyaya gelince bu ev dar gelmiş, Akif’in “İstanbul’da ikamet etmediğim bir semt kalmadı” diyeceği üzere birçok semtte kirada oturmuşlardır.
Soylu bir aileden gelen İsmet Hanım ailesine bağlı, güçlü bir kadındır. Mehmet Akif’in uzun seyahatleri sırasında çocuklarıyla yalnız başına ilgilenmiş, eşini Mısır yıllarında yalnız bırakmamıştır. Fakat erken yaşlarda yakalandığı astım hastalığı nedeniyle büyük sıkıntılar yaşamıştır. Mehmet Akif, 1925’ten sonra yerleştiği Mısır’da İsmet Hanım’la yakından ilgilenmiş, ev işlerini yapmış, kimi zaman eşine kendi elleriyle yemek yedirmiştir. Tüm bu sağlık problemleri zamanla İsmet Hanım’ın sinirlerini de bozmuştur.

Mehmet Akif’in eşi İsmet Hanım
Mehmet Akif ve İsmet Hanım’ın altı çocuğu dünyaya gelir. 1899’da doğan Fatma Cemile, gazeteci Ömer Rıza Doğrul’la evlenir. Mehmet Akif’le 1915’te Mısır’da tanışan Ömer Rıza aslen Burdurlu bir ailedendir. İstanbul’a döndükten sonra Mehmet Akif’le görüşmeyi sürdürmüş ve bu sırada Fatma Cemile ile evlenerek ailenin damadı olmuştur. Bir gün Mithat Cemal20, Akif’e “Mısır’dan başka yerde kendine damat bulamadın mı?” diye sorar. Akif, arkadaşının bu sorusuna, uzun bir susuştan sonra “Ömer Rıza Türktür!” diye karşılık verir.
Akif’in de çok sevdiği Ömer Rıza Doğrul, 1951’de Pakistan’da düzenlenen İslam Konferansı’nda Türk heyetine başkanlık etmiştir. Ömer Rıza Bey 1953’te, Cemile Hanımsa 1981’de vefat etmişlerdir. Ailenin ikinci çocuğu olan Ayşe Feride 1901 ya da 1902’de doğar. Feride Hanım, işadamı Muhittin Akçor ile evlenir. Muhittin Bey aynı zamanda Halkalı Ziraat Mektebinde Mehmet Akif’in öğrencisidir. 1906 ya da 1907’de doğan Suad Hanım, 1925 yılında Veteriner Hekim Yüzbaşı Ahmet Ali Argon ile evlenir. Mehmet Akif’in Ferda Kadın şiirini yazdığı, 2012’de vefat eden Ferda Hanım ve hâlâ hayatta olan tek torunu Selma Argon, Suad Hanım’ın kızlarıdır. Suad Hanım 26 Şubat 2000’de vefat etmiştir.
Mehmet Akif’in ilk oğlu İbrahim Naim henüz bir buçuk yaşındayken ölmüştür. İkinci oğlu Mehmet Emin’se 1908’de dünyaya gelir. Mehmet Akif’in kayınbabası Mehmet Emin Bey’in ismini taşıyan bu ikinci oğlu, Milli Mücadele yıllarından İstiklal Marşı’nın yazılış sürecine bizzat tanıklık eder. Babasıyla birlikte Ankara’ya giden, cephelerde dolaşan, 1925 sonrası Mısır’da da babasına eşlik eden Mehmet Emin Ersoy’un; 1934 sonrası oldukça trajik bir hayat hikâyesi vardır. Mehmet Emin 24 Ocak 1967’de vefat etmiştir. Akif’in babasının adını taşıyan en küçük oğlu Tahir’se 1915’te doğmuş, tercümanlık yaparak hayatını kazanmaya çalışmış ve 2000 yılında vefat etmiştir.

İsmet Hanım ve çocukları

Mehmet Akif ve oğulları
MEMURİYETİ
Mehmet Akif’in memuriyet hayatı aslında yaşadığı coğrafyayı tanımasında başlıca etkendir. 1893 yılında birincilikle Halkalı Baytar Mektebinden mezun olunca, 750 kuruş maaşla Orman, Meadîn ve Ziraât Nezareti 5. Umur-ı Baytariyye ve Islah-ı Hayvanât Şubesinde memur olur21. Fakat şube merkezine, her ne kadar okuldan birincilikle mezun olsa da Mehmet Akif değil onun ardından ikinci gelen Simon adında bir Ermeni memur olarak tayin edilir. Akif’se sonradan baytar müfettiş muavinliği verilerek Edirne’de, Şam’da, Halep’te ve Adana’da görevlendirilir. Yetiştiği şehirden uzak kalsa da bu sayede ülkeyi sadece kitaplardan, haritalardan tanıyan bir aydın olmaktan kurtulur; köylüyü, yoksulları tanıma fırsatı bulur. Anadolu, Rumeli ve Arabistan coğrafyasına dair çok kıymetli çıkarımlar yapar. Yalnız o yörelerdeki Türklerin ağız özellikleri ve Türkçeyi kullanış biçimlerini öğrenmez, yaşam koşullarını da gözlemler. Özellikle Edirne görevi sayesinde tanıdığı köylüyü; elinde hiçbir şeyi olmayan, sıhhat ve ahlak yönüyle bitik, üzerindeki kıyafet bile lime lime, zar zayıf olarak tasvir eder. Oturduğu evin damı çöküktür, arsası rehin durumdadır, bahçesi icralıktır, faiz borcu yüzünden zor durumdadır; tüm bunlara rağmen toprağın bereketli olduğu yıl eline biraz para geçtiğinde düşüncesizce harcamalar yapar, evine tarlasına uğramaz, tüm gün kahvede iskambil ya da domino oynar. Toplumcu bir şair duyarlılığına o zamandan sahip olduğundan, görev gereği gittiği yerlerde yaptığı gözlemlerin etkisi karakterini şekillendirir. Ülkenin ve halkın içinde bulunduğu zor durumu gözlemlemiş ve sanatı yoluyla bu zorlukları aşmak için çaba harcamıştır. Öte yandan, ilk şiir kitabından sonra yoksul insanların gündelik sorunlarına odaklı bu toplumcu anlayış yerini, sonraki kitaplarında daha genel sorunlara bırakacaktır.

Halkalı Baytar Mektebinin açılış töreni.
Aynı görevle İstanbul’a geldikten sonra 1906’da Halkalı Ziraat Mektebinde resmi yazışma usulü, 1907’de Çiftçilik Makinist Mektebi’nde Türkçe derslerine girer. Yine 1908’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümünde Osmanlıca dersi verir. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından dört gün sonra İttihat ve Terakki’ye girer22. Baytarlık mesleğini sürdürmek kaydıyla 1913’e dek Arapça dersleri vermeyi sürdürür; bir taraftan da çeşitli camilerde vaazlar verir. 1913’te lise yıllarından beri ilgilendiği edebiyat devreye girer. Amacı edebiyat yoluyla halkı aydınlatmak olan Müdafaa-i Milliye Heyeti Neşriyat Şubesinde çalışır. Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid Tarhan, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin23 gibi dönemin ünlü yazar ve şairleri de bu heyetin temsilcileri arasındadır. Çalışkanlığıyla bilinen Mehmet Akif, -kendi anılarından anlaşıldığı kadarıyla- tüm bu görevler yanında Darü’l-edeb adlı bir özel okulda da derslere girmiştir.

1911’de Darü’l-fünun mezunlarıyla.
1913’te Ziraat Nezaretindeki müdür muavinliği görevinden ve üniversite hocalığından istifa eden Mehmet Akif, Milli Mücadeleye katılmak için Ankara’ya geçinceye kadar sadece Halkalı Baytarlık ve Ziraat Mektebindeki öğretmenlik görevini sürdürmüştür.
SEYAHATLERİ
Mehmet Akif, baytarlık memuriyeti nedeniyle farklı coğrafyaları gezer. Görev gereği yaptığı seyahatleri dışında ilk önemli yolculuğu 1914 yılı Ocak ayında Mısır’a gidişidir. Abbas Halim Paşa’nın24 davetiyle gittiği Mısır’da iki ay kalır, Ehramları gezer, Nil Nehri sahilini görür. İleride damadı olacak Ömer Rıza’yla da bu seyahat sırasında tanışır. Mısır’dan Medine’ye geçerek Hazreti Muhammed’in kabrini ziyaret eder. Aynı yılın son aylarında yaptığı bir diğer seyahatse Berlin’edir. Fakat bu defa gezinin amacı herhangi bir daveti yerine getirmek değil doğrudan -Teşkilat-ı Mahsusa25 üyesi olduğundan- hükümet görevidir. Zaten durumun farkında olan Mehmet Akif, Berlin seyahatiyle birlikte aynı zamanda vatanının mücadele hayatına doğrudan katılmış olur. Çünkü Osmanlı dağılmak üzeredir. Peş peşe gelen son savaşlar, özellikle Balkan Savaşları şairi üzer.
1912 ve 1913 yıllarında Osmanlı Devleti, bünyesinde bulunan azınlıkların isyanlarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bulgaristan Krallığı, Sırbistan Krallığı, Yunanistan Krallığı ve Karadağ Krallığı bir araya gelerek Balkan Birliğini oluşturmuşlar ve devlete başkaldırmışlardır. 8 Ekim 1912 – 30 Mayıs 1913 tarihleri arasında süren bu savaşa I. Balkan Savaşı denilir. Savaşın sonunda Osmanlı İmparatorluğu Balkanlardaki topraklarının çoğunu kaybetmiş, Arnavutluk da bağımsızlığını kazanmıştır. İlk savaşta Bulgaristan’a fazla toprak verildiğini iddia eden Yunanistan, Karadağ, Sırbistan ve I. Balkan Savaşı’na katılmayan Romanya’nın Bulgaristan’a savaş açmasıyla II. Balkan Savaşları başlar. Osmanlı Devleti, ilk savaşta kaybettiği topraklardan bir kısmını bu savaşta geri alır.
Özellikle I. Balkan Savaşı Mehmet Akif’te büyük tesirler uyandırmıştır. Çünkü kaybedilen topraklar arasında İstanbul’a oldukça yakın olan, Akif’in ilk görev yeri Edirne de vardır. Ayrıca Arnavutluk da bağımsızlığını elde etmiştir. Mehmet Akif’in babası da Arnavut’tur fakat o, milliyetçi duygularla bağımsızlığını elde etmiş bir Arnavutluk yerine devlet bütünlüğünün yanındadır. Hakkın Sesleri kitabında baba yurdu Arnavutluk’un durumuna adeta ağlarken “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk/Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!” dizeleriyle babasına seslenmesi de ondaki devlet bütünlüğü duygusunun samimiyetini gösterir.
Rusya’nın 2 Kasım 1914’te Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmesiyle birlikte Osmanlı Devleti; Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’dan oluşan İttifak Devletlerine katılarak I. Dünya Savaşına dâhil olur. Osmanlı Devleti’nin müttefiki durumundaki Almanya; Fransız, Rus ve İngiliz ordusunda bulunan ve esir düşen Müslüman askerleri ayrı esir kamplarında toplamış; Müslüman esirlere güzel davranışlarını Osmanlı Devletine göstermek yoluyla Müslümanlar arasında sempati toplamak amacıyla, esir kampını inceleyip esirlerin durumunu görmeleri için İstanbul’dan bir heyet davet etmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa’nın yürüttüğü ve 1914 yılının son aylarında devlet tarafından Berlin’e gönderilen heyette Mehmet Akif de vardır. Akif, 1915 yılının Mart ayında Berlin’den dönecek ve yaptığı gözlemler sonucunda Berlin Hatıraları manzumesini yazacaktır.
Berlin Hatıraları şiiri Safahat’ın sonradan Hatıralar bölümü olarak bilinen kısmında yayımlanır. Uzun bir şiir olan Berlin Hatıraları’nda şair, yaklaşık dört ay kadar kaldığı şehrin ciddi gözlemcisidir. Resmi görevi Wünsdorf’taki Hilal esir kampını gezmektir. Zaten şiirin ilham kaynağı da bu ziyarettir. Ancak Akif yalnız Müslüman esirlerin durumunu anlatmaz şiirde. Savaşta ölen insanların annelerine de Alman anneler nezdinde seslenir:
Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın?O halde fikr ile vicdâna sâhib insansın.O halde “Asyalıdır, ırkı başkadır…” diyerek,Benât-ı cinsin olan ümmehâtı incitecekYabancı tavrı yakışmaz senin fazîletine…Gel iştirâk ediver şunların felâketine.Ya “Paylaşıldı mı artar durur sürûr-i beşer;Kederse aksine: Ortakla eksilir” derler.Akif buradan İslam dünyasının durumuna geçer. Esirlerin tamamı Müslüman ülkelerden toplanıp Rus, İngiliz ve Fransızların Almanlara karşı savaşmak üzere cephenin ön sıralarına yerleştirdikleri kişilerdir. Cahil bırakılan ve sömürgeleştirilen bu insanlar “Almanlar İstanbul’u işgal etti. Halifenizi esir aldı. Biz halifenizi kurtarmak için savaşıyoruz. Bu savaş halifenizi kurtarma savaşıdır.” denilerek kandırılmışlardır. Akif’in içinde bulunduğu heyet, esirlere savaşın gerçeklerini anlatır. Aynı bakış açısı şiirine de yansır:
Hesaba katmıyorum şimdilik bizim yakadaSönen ocakları; lakin zavallı Afrika’daYüz elli bin kadının tütmüyor bugün bacası.Ne körpe oğlu denilmiş, ne ihtiyar kocası,Tutup tutup getirilmiş Fransız askerine.Siperlik etmek için saff-ı harbin önlerineAkif, Berlin’de çok önemli görüşmeler de yapar; Alman şarkiyatçılarla görüşür. Fakat Akif’in içinde o günlerde sıkıntı vardır. Anadolu’da Çanakkale Muharebeleri26 yapılmaktadır. Gözü, kulağı oradan gelecek haberdedir. O günlerde Berlin’de tanıdığı bir Türk zabitini “Çanakkale düşmez” dediği için bir anda sever, üstelik Berlin Hatıraları şiirini de ona ithaf eder.27 Zaten şiirin son bölümleri bu ‘Çanakkale düşmeyecek’ duygunu anlatır. Berlin’den, yıllar sonra İstiklal Marşı’na başladığı sözcükle seslenir milletine:
– Korkma!Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;Bu altımızdaki yerden bütün yanar dağlar,Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar ;Değil mi cebhemizin sînesinde îman bir;Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;Değil mi cenge koşan Çerkes’in, Lâz’ın, Türk’ün,Arab’la, Kürd ile bâkîdir ittihâdı bugün;Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe sarsılmaz!Nasıl ki yarmadan âfâkı pâre pâre düşer,Hudâ’yı boğmak için saldıran cünûn-i beşer;Nasıl ki nûr-i hakîkatle çarpışan evhâm;Olur şerâre-i gayretle âkıbet güm-nâm,Şu karşımızdaki mahşer de öyle haşrolacak,Yakında kurtulacaktır bu cephe…– Kurtulacak… Demek yıkılmayacak kıble-gâh-ı âmâlim..Demek ki ölmüyoruz… Haydi arkadaş gidelim!”Akif’in Almanya’da kaldığı otel de dikkatini çeker. Berlin’de meşhur Brandenburg kapısının yanında tarihi bir otelde misafir edilir. Şehrin güzelliğine, gelişmişliğine hayran kalır. İstanbul’daki otellerle karşılaştırır. Ancak derdi, geri kalmışlığa üzüldüğünü vurgulamaktır.
Berlin Hatıraları’nda yer alan, otelle ilgili kısım şöyle başlar:
Meğer oteller olurmuş saray kadar ma´mûr:Adam girer de yaşarmış içinde, mest-i huzûr:Beş altı yüz odanın her birinde pufla yatak…Nasîb olursa eğer, hiç düşünme yatmana bak!Sokakta kar yağa dursun, odanda fasl-ı bahâr,Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf ı nehâr!Hayât-ı nûrunu temdîd edip her âvîze,Fezâda nescediyor bir sabâh-ı pâkîze,Havâyı kızdırarak hissolunmayan bir ocak;Ilık ılık geziyor, her tarafta aynı sıcak.Gürül gürül akıyor çeşmeler, temiz mi temiz;Soğuk da isteseniz var, sıcak da isteseniz.Gıcır gıcır ötüyor ortalık titizlikten,Sanırsınız ki zemîninde olmamış gezinen.Ne kehle var o mübârek döşekte hiç, ne pire;Kaşınma hissi muattal bu i´tibâra göre!..Unuttum ismini… Bir sırnaşık böcek vardı…Çıkar duvarlara, yastık budur, der atlardı.Ezince bir koku peydâ olurdu çokça, iti…Bilirsiniz a canım… Neydi? Neydi? Tahtabiti!O hemşerim, sanırım, çoktan inmemiş buraya,Bucak bucak aradım, olsa rast gelirdim ya!Mehmet Akif’in bir diğer önemli seyahati Necid’edir. 1915 yılının Mayıs ayında, yine görevli olarak ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in28 idaresindeki bir başka heyetle Arabistan’ın Necid bölgesine gider. Seyahatin amacı, Şerif Hüseyin’in İngilizlerle anlaştığının anlaşılması üzerine devlete bağlı kalmış İbnürreşid’le görüşmek ve ona hediyeler götürmektir. Nitekim bu görüşmeler yapılır ancak tam istenen sonuç alınamaz çünkü geç kalınmıştır. Dönüşte Şam ve Beyrut’a uğrayıp aynı yılın ekim ayında İstanbul’a dönecektir. Mehmet Akif bu seyahatten hareketle Necid Çöllerinden Medine’ye şiirini yazar.
Kutsal topraklardaki şair, Necid Çöllerinden Medine’ye şiirinde düşüncelerini, duygularını bir başkası aracılığıyla dillendirir. Temsili karakter olarak duygularını ve hislerini aktardığı kişi Sudanlı biridir. O zamanlar gaye, geniş toprakları ve hâkimiyeti korumak olduğundan ittihad-ı İslam idealini Sudanlının ağzından anlatır. Bölgede yaşanan olumsuz gelişmelere rağmen her zamanki gibi şiirinde umudu ön planda tutar. Kudüs, Gazze, Beyrut, Şam, Necid Çölü, Sina Çölü, Kâbe, Ariş, Humus, Menâma, Medine gibi Harîm-i Osman’ın mekânlarını gezen şair yüksek ideallerini yaşatarak orada bulunur.
Necid Çöllerinden Medine’ye şiiri “Ya Nebi” diyerek başlatılır, ardından şiirde konuşturulan karakter olan Sudanlının sözleri gelir:
…Şu halime bak!Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranınBenim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!Şiirde Sudanlı genç üç aydır yollardadır. Tıpkı Mehmet Akif gibi çölü geçmek ister. Mehmet Akif ve diğer heyet üyeleri de zorlu yolları aşmışlardır. Heyetin amacı Müslümanlık paydasını vurgulayarak Osmanlı’nın varlığını devam ettirmektir. O nedenle şiirde manevi vurgular da çoktur:
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak Önümde durmadı artık, ne hanuman ne ocak Yıkıldı hepsi.. Ben aştım diyar-ı Sudan’ıÜç ay “Tihame!” 29 deyip çiğnedim beyâbânı Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada Yetişmeyeydin eğer, ya Muhammed, imdadaMehmet Akif’in şiirine Sudanlı bir kişiyi karakter olarak seçmesi Osmanlının çok kültürlülüğüne atıfta bulunmak içindir. O tarihlerde her vatanseverin derdi, hâkimiyeti korumaktır. Akif de bunun için mücadele eder. Ancak Milli Mücadele yıllarında gerçekçi karakter özelliğini ön plana çıkararak safını, doğru bildiği tarafa yöneltir.
Akif’in görev dolayısıyla beş ay süresinde gezdiği coğrafyanın bir parçası olan Necid’de olduğu sıra, İstanbul’un hemen yakınında yaklaşık beş yüz bir kişinin öldüğü Çanakkale Savaşı yaşanacaktır. 1915’te kırk iki yaşında olan Mehmet Akif’in yolunu Hicaz Demiryolunun ortasındaki o istasyona çıkaran da bu savaştır. Çanakkale Destanı adıyla bilinen ve bu savaşı en güzel şekilde anlatan şiiri yazacak olsa da Mehmet Akif, Çanakkale Savaşı’na katılamamıştır. Çanakkale Zaferi’ni de Medine’ye gitmek için El-Muazzam istasyonunda beklerken, Kuşçubaşı Eşref Bey’e Enver Paşa’nın30 gönderdiği şifreli mesaj aracılığıyla öğrenmiş ve şiiri orada yazmıştır. Türk milletinin hafızasında çok derin izler bırakan Çanakkale Savaşını anlattığı şiirinde bir destanı, tarihin sayfalarına kazır. Şiirin sonunda büyük bir sevinç, gurur ve müjde vardır:
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.1918 Temmuz’unda Şerif Hüseyin’in yerine Mekke Emiri olarak tayin edilen fakat Mekke’ye gidemediği için Lübnan’da bulunan Şerif Ali Haydar’ın davetiyle Lübnan’a gitmiştir. Onun Lübnan’da olduğu sıra İstanbul’da Darü’l-Hikmeti’l-İslamiyye adıyla bir müessese kurulmuş ve Mehmet Akif de başkâtip tayin edilmiştir. İslam bilim ve düşünce insanlarını aynı çatı altında toplamak amacı taşıyan bu müessesedeki görevinden, Milli Mücadeleye katılmak için Anadolu’ya geçtiğinden azledilmiştir.
İKİNCİ BÖLÜM
MİLLİ MÜCADELE’YE KATILMASI
İttifak Devletleri arasında bulunan Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşından mağlup olarak ayrılır. 30 Ekim 1918’de ateşkes antlaşması imzalanır. Antlaşmanın, “İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır” şeklindeki yedinci maddesi bahane edilerek İtilaf Devletlerinin Anadolu’yu işgali başlar. İtalya’nın 22 Mart 1919’da Antalya’yı işgal etmesinin ardından, -18 Ocak 1919 tarihinde yapılan Paris Barış Konferansıyla İzmir ve çevresi Yunanistan’a verildiğinden- 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’i işgal ederler. Özellikle İzmir’in işgali toplumda büyük bir umutsuzluğa yol açar. Böyle bir ortamda 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, Anadolu’da kurtuluş mücadelesini başlatır. Erzurum, Sivas, Amasya Kongreleriyle başlayan Milli Mücadele sürecine Kurtuluş Savaşı denir. 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurarak, İstanbul Hükümeti ve padişahtan bağımsız hareket ettiğini resmi olarak da ilan etmiş olur.
Mehmet Akif, yakın arkadaşı Eşref Edip’le31 çıkardığı ve başyazarı olduğu Sebilürreşad dergisinde Milli Mücadele’yi destekleyen yazılar yayımlar. Bir yazısında “Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları tarihen müspet bir hakikattir. Türkler istiklâlsiz yaşayamaz” diyerek manda ve himaye fikrini savunanlara karşı çıkmıştır. Özellikle İzmir’in işgalinin ardından Sebilürreşad dergisi tüm yazılarını halkı sabra davet etmeye, insanlara ümit ve cesaret vermeye ayırır. Hatta bazı sayılar sansürlenir; kimi zaman dergi yarı yarıya boş sayfalarla yayınlanır. Şair Akif, 1920 yılının Ocak ayında Eşref Edip’le birlikte Balıkesir’e gider. Şehre gelişi tellallar aracılığıyla halka haber verilir ve 23 Ocak 1920 Cuma günü namazdan sonra Zağnos Paşa Camiinde vaaz verir; halkı mücadele etmeye ve işgallere sessiz kalan Osmanlı idaresinin karşısına geçerek düşmana karşı savaşanlara yardım etmeye çağırır. Arkadaşı Eşref Edip tarafından yazıya geçirilen bu konuşma metni önce İzmir’e Doğru gazetesinde, ardından Sebilürreşad dergisinde yayımlanır. Mehmet Akif’in halk üzerindeki etkisini iyi bilen, gerek Sebilürrreşad’daki Milli Mücadele’yi destek yazılarını gerekse Balıkesir konuşmasını takip eden Mustafa Kemal, Mehmet Akif’i Ankara’ya davet eder.