
Yusufçuklar Oldu Mu
Gözü seyirdi. “Hayırdır inşallah” diye mırıldandı. “Yoksa birine bir şey mi oldu? Şu telefonu da takamadılar gitti. Telefon olsa çocuklarla konuşurdum.”
Başı açıktı, apak saçları vardı. Sırtında çiçekli bir entari, ayaklarında pabuç vardı. Çorap giymiyordu.
Eskiden çarşaf giyerdi. Gençkızlığında başladı buna. Sonra bir ara köye Gençlik Teşkilâtı geldi. O zaman daha Lefkara’da idiler. O patırtı gürültüde Gençlik Teşkilatı’nın açtığı kampanyaya uyarak çarşafı attı. Rahmetli kocası ses çıkarmadı.
Uzun süre yalnız başını örttü. Zamanla onu da çıkardı. Eskiden çorapsız dolaşacağını düşünemiyordu; yazın sıcak günlerinde o da oldu. Şimdi başı açık olsa, ayağında çorap da olmasa rahatsızlık duymazdı.
Yaz günleri, herkesin yaptığı gibi kapı pencereler açık otururdu. Öğleden sonraya kadar, evin önündeki veranda güneş gördüğü için, bu saatlerde girişte otururdu. Giriş bölümü oldukça büyük, genişti. Oturma odası olarak kullanılabiliyordu. Bu giriş bölümü ile mutfaktan başka, alt katta geniş bir salon da vardı; ancak salona çok az, özel bir konuk geldiği zaman girilirdi.
Evin önünde bir araba durunca yüreği çarpmaya başladı Faize’nin. Arabayı tanımıştı, büyük oğlu Kemal’di gelen. O ne? Arabada Kemal’den başka kimse yoktu. İçinde bir tedirginlik duydu. Gözünün seğirmesi aklına geldi. Dışarıya doğru yürüdü. Kemal de arabadan çıkmış, ona doğru geliyordu. Sarıldılar:
“Hoş geldin oğlum!”
“Hoş bulduk anne!”
“Ayşe nerde, Doğuş nerde?”
“Yalnız geldim anne. Bir işim var da Mağusa’da.”
Kemal’in kalın, etkileyici bir ses tonu vardı. Faize’nin sesi de kalınca ama yumuşaktı. Tipik Kıbrıs ağzı ile konuşuyordu.
Annesi oğlunu uzun uzun süzdü. Annelik önsezisi ona bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu. Yine de oğlunun üstüne gitmek istemedi. Nasıl olsa öğrenirdi her şeyi.
“Aç mısın oğlum? Gel sana yenecek bir şeyler hazırlayayım!”
Kemal aç olduğunu anımsadı: “Açım anne!”
“Ne yapayım sana? Tuh! Tuh! Hazır bir şey de yok. Yumurta kavurayım sana. Hellimli?”
“İstemez anne! Hazır ne varsa yerim.”
Mutfağa geçtiler. Genişçe bir mutfaktı. Duvar dolapları, buzdolabı, gazocağı ile diğer gereksinmelere yanıt verecek her şey; ortada bir masa ile dört sandalye vardı.
Anne hellim çıkarıp yıkadı. Domates, salatalık çıkardı. Karazeytin, çakıstes, ekmek çıkardı. Bir taraftan da “Tuh tuh! Hazır bir şey yok” diye söyleniyordu.
“Bundan iyisi can sağlığı be anne! Daha ne olacak?”
Böyle deyip masaya oturdu Kemal. Annesi de oturdu.
Kemal hellimi, domatesi dilimlere böldü. Salatalığı soyup parçaladı. Birkaç dilim de ekmek kesti. Konuşmadan yemeye başladı. Anne, arada bir soran gözlerle Kemal’e bakıyor; Kemal ise gözlerini ondan kaçırıyordu.
Kemal son lokmasını yutmadan, anne kalktı.
“Dur, sana kahve yapayım. Sen, yemeğini bitirir bitirmez kahveni istersin!”
Gülümsedi Kemal. Gerçekten de yemeğini yer yemez, masa toplanmadan kahvesini içmek en büyük zevki idi. Kahve ile birlikte bir de sigara içerdi.
Ayşe de bu zevkini öğrenmişti. Çoğu kez yemekten yarım yamalak kalkıp Kemal’in kahvesini yapardı. Tek bir gün bile yakınmamıştı bundan. Tersine zevkle, istekle yapardı bu işi. İkisi arasında, tek iletişim aracı gibi bir şeydi kahve!
“Sen de bu zehir gibi kahveyi nasıl içersin be oğlum?”
Annesi, kahveyi şekersiz içmesine hiç akıl erdiremiyordu. Ona göre kahve bol şekerli olmalı idi.
Anne Kemal’in kahvesini masaya koydu. Kendi kahvesini de fincana döktü. Fincanı masaya koydu, oturdu. Kahveleri aynı cezvede şekersiz olarak yapmış; Kemal’in fincanını doldurduktan sonra cezvede kalan kahveye iki kaşık şeker katarak kendi kahvesini de yapmıştı. Eskiden böyle şey bilmezdi. Bu usul yeni çıkmıştı. Kendisi de kahveleri böyle yapıyordu artık. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş gibi oluyordu.
Kemal iki sigara yaktı. Birini kendisi, diğerini annesi için. Annesi arada bir tellendiriyordu. Kahvelerini yudumlamaya başladılar.
Sessizliği Kemal bozdu: “Ne oldu telefon işi be anne? Gelip takmadılar mı?”
“Yok oğlum. Ne gelen oldu, ne giden. Komşular diyor ki bu telefonu bize zor bağlarlarmış.”
“Ne demek o? Niçin zor bağlarlarmış?”
“Ne bileyim ben be oğlum? İşin içinde particilik varmış. Hükümet partisinden olmayanlara telefon bağlamıyorlarmış. Üç ev ötede biri var. Komşular söylüyordu. Telefon alabilmek için gazetelere ilan vermiş. Hükümet partisinden olduğunu yazmış. Ben de yazmalıymışım!”
Kemal’in canı sıkıldı. Telefonun hükümet partisi tarafından, karşıtları için bir baskı aracı olarak kullanıldığını çok iyi biliyordu; ama annesi için de benzer işlemin yapılacağını hiç düşünmemişti. Onu üzmemek gerektiğini düşündü: “Üzülme anne! Ben yarın bakarım bu işe.”
“Yarın mı? Sen bu akşam dönmeyecek misin Şeher’e?”
“Hayır anne, dönmeyeceğim!”
“Peki, Ayşe ile Doğuş yalnız mı kalacaklar?”
“Evet anne!”
Kemal suçlu gibi söylemişti son sözcükleri.
Annesi gözlerini dikti ona: “Ne oldu Kemal? Yoksa kavga mı ettiniz Ayşe ile?”
Kemal artık olanı gizlemenin anlamsız olacağını düşündü: “Evet anne, kavga ettik. Ayşe Doğuş’u da alıp evden kaçtı.”
“Aman Allah’ım! Kaçtı mı? Yoksa…?”
“Hayır anne, sandığın gibi değil. Ailesine gitti.”
Kemal bunu söyledi söylemesine de içine kurt düştü. Başka türlüsünü düşünmemişti. Gerçekten Ayşe ailesine mi gitmişti? Başka türlü olabilir miydi?
Bunu daha önce düşünmediği için kendi kendine kızdı. Yine de “ne yapabilirdim ki” diye geçirdi içinden.
“Nasıl oldu oğlum bu iş?”
“Bilmem, oldu işte!” Konuşmayı uzatmak istemedi: “Anne ben yatacağım biraz.”
“Sen bilirsin oğlum. Ben yatağını hazırlayayım.”
Üst kata çıktılar. Üst katta üç yatak odası ile bir banyo tuvalet vardı. Odalardan birini çocuklarından biri gelir diye her zaman hazır tutardı Faize. Ona girdiler.
Kemal, annesinin hazırladığı yatağa yatmadan önce pencereleri açtı. Soyundu. Gri bir pantolon, kısa kollu mavi bir gömlek, siyah bağsız ayakkabı giyiyordu. İç çamaşırları ile o biçimde yatağa uzandı.
Boğucu bir sıcak vardı. Havadaki nem oranı yüksekti. Yapış yapış ediyordu.
Kemal sırtüstü uzandığı yatakta gözleri açık, uzun süre düşündü. Bir günde art arda yediği iki darbe sinir sistemini allak bullak etmişti.
Annesinin söyledikleri ise tuz biber ekmişti. Ayşe’nin başka bir kişi ile kaçma olasılığı ona çok ağır gelmişti.
Düşündü, taşındı. Ayşe’yi getirdi gözünün önüne. Olamazdı, Ayşe başka biri ile kaçamazdı. Gözü ile görse bile inanmazdı böyle bir şeye! “Annem de biliyor bunun böyle olduğunu. En kötü olasılığı düşünmesi, anneliğin abartılı kaygısından başka şey değil!”
Bu konuda içi rahat etti. Ancak boğucu sıcak, cansıkıntısı, tambura teline dönmüş gergin sinirler, onu uzun süre uyutmadı. Sağa döndü, sola döndü, sonunda uyuyakaldı.
II
“Gözümün seğirmesinin nedeni belli oldu” diye söylendi Faize. “İyi geçinmedikleri belliydi.” Birkaç kez merdiveni çıkarak, Kemal’in yattığı odanın kapısına kadar gitti. Kulak vererek Kemal’in uyuyup uyumadığına baktı. Uyumadığını anladıkça huzursuzluğu arttı. En sonunda uyuduğundan emin olunca geri döndü. Uzunca bir süre Kemal’i, gelinini ve torununu düşündü. Sonra eline Lefkara işini alıp işlemeye başladı. Geçmişini yeniden yaşamaya başladı.
Altmış üç yaşında idi. Kısa boylu ve zayıftı. Gençken çok güzel bir kadındı. Genç kızlığında, genç kadınlığında “Çerkez kızı” diye bilinirdi köyünde. Köyün Türk ve Rumlar’ı onu bu isimle tanırlardı. Koyu mavi gözleri, kızılımsı saçları, ak teni, düzgün burnu ile çarpıcı bir güzelliği vardı. Kendisini Çerkez kızı olarak nitelendirmeleri bundandı.
On dokuz yaşında varmıştı kocasına. İlkokulu okumuş, evde oturuyordu. Kocası ise yirmi bir yaşında idi. Rüştiyede okumuştu. Çiftçilik yapan babasına yardım ediyordu.
Evliliğinden bir yıl sonra, Faize yirmi yaşında iken, ilk oğlu Kemal doğdu. Ondan sonra ikişer yıllık düzenli aralarla ikinci oğlu Mehmet, üçüncü oğlu Mustafa, kızı Sıdıka; Sıdıka’dan dört yıl sonra küçük oğlu Taner doğdu.
Faize, Taner’i anımsayınca kendi kendine güldü. Hoş bir çocuktu. Ortaokula yazılmaya gittiğinde, işlemini yapan öğretmen, başka şeyler yanında kardeşlerini de sormuş. Taner, adları ile birlikte yaşlarını da söylemiş. Kendi yaşını da söyleyince “oooo” demiş öğretmen, “baban sende düzeni bozdu. İki yıllık aralan dörde çıkardı.”
Taner bu olayı anlattığında ne çok gülmüşlerdi. Rahmetli kocası bile, kahkaha ile gülmüştü.
Taner’le birlikte bu olayı da anımsardı Faize.
Kemal, Faize’nin kaynatasının adı idi. Geleneklere uygun olarak ilk oğullarına onun adını vermişlerdi. Daha doğrusu kocası vermişti. Kendisine söz hakkı düşmezdi bu konuda.
Mehmet, kendi babasının adıydı. Kız doğmuş olsa idi kaynanasının adını taşıyacaktı. İlk çocukları erkek doğup kaynatasının adını alınca, ikinci oğullarına geleneklere göre kendi babasının adını vermeleri gerekirdi. Kocası bu geleneği uyguladı.
Üçüncü oğlu Mustafa, rahmetli kardeşinin adını taşıyordu. Kardeşi genç yaşta bilinmeyen bir hastalıktan ölünce, Faize’ye hiçbir şey söylemeden kocası, hemen sonra doğan çocuklarına Mustafa adını taktı.
Kızları doğunca, kocası ona kendi annesinin adı olan Sıdıka adını verdi.
Son oğlu doğduğunda ise kocası, hiç düşünmeden adını Taner koydu. Oysa bu durumda geleneklere göre çocuğa, en büyük amcasının adını koyması beklenirdi. Taner adı yüzünden, kocası ile kardeşi arasında, uzunca süre bir soğukluk oldu. Bu soğukluk, 1963’te Türk-Rum savaşı başlayıncaya kadar sürdü. İki kardeş ancak ondan sonra, o zor günlerde barıştılar.
Faize, tüm çocuklarını severdi. Ama ilk çocuğu, ilk gözağrısı Kemal’i diğerlerinden bir başka severdi. Yirmi yaşında, Kemal’ini kucağına aldığı ilk günü hiç unutmazdı. Onu o kadar çok severdi ki, yürümeye başladıktan sonra bile uzun süre kucağında taşıdı. Bir gün, çocuklu bir arkadaşı, “benim oğlum kâtip olacak” demişti kucağındaki oğlu için. O anda nasıl aklına gelmişse gelmiş, Faize de yanıt olarak “benim oğlum da şehbender olacak” demişti. Aslında şehbenderin ne olduğunu bilmezdi. Yalnızca büyüklerinin konuşmalarından çok büyük adam olduğunu anlıyordu. O günden sonra Kemal’in lakabı şehbender oldu çıktı. Kemal gerçi sonunda şehbender olmadı, ama Türkiye’de okudu ve büyük adam oldu. Onunla övünüyordu Faize.
Kocası, yalnız Kemal’ini değil Mehmet’ini de, Mustafa’sını da okuttu. Onlar da ta Türkiye’ye kadar gidip okudular.
Kızı yalnızca liseyi bitirdi. Kocası, kız çocuğuna bu kadar yeter dedi. “Olsun, yine dünyasını biliyor ya!”
Küçük oğlu Taner ise okumadı gitti. Ortaokulu zor bitirdi. Suç, rahmetli kocasında idi. Rahmetli, diğer çocuklarına karşı sert davranmış, onları neredeyse zorla okutmuştu. Taner’e gelince onu şımartmış, her istediğini yapar olmuştu. Taner’in okuyamayacağını anlayınca ise iş işten geçmişti. Diğer oğulları, efendi olmuştu. Kızının kocası, marangozdu. Taner ise Londra’da yıllarca kaçak olarak orada burada bulaşık yıkamış, korku içinde oradan oraya kaçmıştı. Neyse ki sonunda orada doğan Kıbrıslı bir Türk kızı ile evlenerek İngiltere’de kalma hakkı kazanmıştı. Taner geçen yıl biletini göndermiş ve annesini Londra’ya çağırmıştı. Üç ay kalmıştı Faize Londra’da. Kebapçı dükkânı işletiyordu Taner. Ev, dükkânın üstünde idi. İyi para kazanıyordu, ama çok da işlerdi. Bol bol da para harcıyordu. Geçenlerde ikinci bir dükkân almış. Vimpi mi ne? İşte ondan. Bir keresinde Taner onu bir vimpiye götürmüştü Londra’da. Nasıl bir şey olduğunu biliyordu.
1963 sonuna kadar Lefkara’da yaşadılar. Şöyle böyle geçiniyorlardı. Harnıplıkları, zeytinlikleri, bademlikleri, bir de bağları vardı. Kocası ayrıca, küçük bir bakkal dükkânı çalıştırıyordu. Kendisi de Lefkara işi yapıyordu. Bu konuda usta idi. Ünü vardı. Onun elinden çıkan Lefkara işleri kapış kapış edilirdi.
1955’de EOKA ortaya çıkıncaya kadar oldukça huzurlu bir yaşam sürmüşlerdi. Ondan sonra hiç huzur yüzü görmediler. Bir ara kocası sık sık eve gelmemeye başladı. Başlangıçta kocasından kuşkulandı. Evliliklerinin ilk yıllarında bir cıra girmişti aralarına. O dönemde birçok erkeğin cıralarla ilişkisi vardı. Gençler de isagülleri ile dalga geçerdi hep. Neyse ki kocasının cıradan kurtulması uzun sürmedi. Kadın köyden çekip gitti. Sonradan öğrendiğine göre kadın o yerlere düşmüştü. Faize bu kez de benzer şeylerin olmasından korkuyordu. Kocası ile aralarında hır gür çıkmaya başladı. Sonuçta kocası bir gün ona gerçeği anlattı: Rumlar’a karşı direnmek üzere kurulan gizli örgüt TMT’ye girmişti. Birçok gece eve gelmemesinin nedeni buydu.
Kocasıyla, ondan sonra hiçbir sürtüşmeleri olmadı. Rahmetli, oldukça ters bir adamdı. Sık sık sorun çıkarırdı. Ne kendisine ne de çocuklarına güleryüz gösterirdi. Çocuklar büyüdükten sonra bile bu tutumu pek değişmedi. Değişen tek şey vardı. Çocuklara söylemek istediklerini kendisine söyler, sonra da ondan aynı şeyleri çocuklarla konuşmasını isterdi.
Son yıllarında, Kuzey’e göç ettikten sonra çok değişmişti rahmetli. Yumuşak, sevecen, bambaşka bir insan olup çıkmıştı. Genç yaşında öleceğini mi anlamıştı ne?
21 Aralık 1963, yaşamlarım altüst eden gün oldu. Rumlar Lefkoşa’da Türkler’e saldırmışlardı. Sonra İskele ve başka yerlerde de çatışmalar çıktı. Köyden hiçbir Türk çıkamaz oldu. Besin sıkıntısı başladı. Rumlar Türkler’e besin maddeleri, özellikle de ekmek vermez oldular. Yürekli birkaç köylü, tüm tehlikeleri göze alarak Geçitkale’ye gidip geldi, orda da yiyecek sıkıntısı vardı.
Çok sürmedi. TMT’nin köydeki başkanı Turgut, yılbaşı akşamı, tüm köylüye birkaç saat içinde köyü terk edeceklerini bildirdi. Köyün EOKA lideri, Türkler’in tüm silahlarını teslim etmelerini istemiş ve belirli bir süre tanımıştı. Köyde hemen hemen her evde av tüfeği vardı. Ayrıca gizli örgüt TMT’nin bazı silahları olduğunu o gece öğrenmişlerdi.
TMT’ni köy başkanı Turgut karar vermişti: Silahları teslim etmeyeceklerdi. Tüm köylünün, silahlan ve alabilecekleri eşya ile o yılbaşı gecesi gece yarısından sonra köyü terk etmelerini ve dağ yollarından Geçitkale’ye ulaşmalarını kararlaştırdı. Öyle de oldu. Tüm köylü, yaşlı genç, çoluk çocuk, kadın erkek gece yarısından sonra yola düştüler. Öğleye doğru oraya ulaştılar.
Köylerinden göç ettiklerinde Kemal, Ankara’da üniversitede idi. Ankara’daki üçüncü yılı idi. Mehmet, Lefkoşa’da lisede, Mustafa ise İskele’de ortaokulda okuyorlardı. 21 Aralık olayları olur olmaz, ikisi de buldukları ilk araçla köye geldiler. Bu bakımdan köyü terk ettikleri gece onlar da evde idi.
Artık göçmendiler. Sıkıntılı günler başladı. Küçücük, eski bir evde yoklukla savaştılar. Uzun süre Kızılay’dan gelip dağıtılan yiyecek yardımı ile geçindiler. Aylar sonra kocasına az da olsa bir mücahit aylığı bağlandı.
Kemal’den uzun süre hiçbir haber alamadılar. Mehmet’le Mustafa da uzun süre okullarına gidemediler. Sonradan, bir yıl mı, iki yıl mı geçtikten sonra, babaları onları Leymosun’daki okullara yerleştirdi. Orada hem okudular, hem mücahitlik yaptılar. Bu suretle o zor günlerde babalarına yük olmadı çocuklar.
Bu arada savaşlar eksik olmadı. Komşu köy Boğaziçi’nde, ikide bir çatışma çıkıyordu. Hele bir kez, bayram günü başlayan çarpışmalar beş gün beş gece gün sürdü. Rumlar Boğaziçi’ni kuşatmışlardı. Bir tek Geçitkale tarafını boş bırakmışlardı. Boğaziçililer’in bir kısmı Geçitkale’ye sığındı. Onları yerleştirecek yer bulmada güçlük çekildi. Bereket mücahitler iyi direndiğinden Rumlar köyü alamadı. Geçitkale’ye sığınanlar, bir süre sonra geri döndü. Yoksa kim bilir ne güçlükler çekilecekti?
Geçitkale’de iç huzursuzluklar da hiç bitmedi. Mücahitlerin komutanını bile vurdular. Köyde ağalık taslayan biri yaptırdı bu işi. Yaptırdı ama bu, onun da sonu oldu. Hem kendisi, hem ailesi buldu.
Sonra o korkunç 15 Kasım 1967 saldırısı oldu. Çok büyük güçlerle saldırdı Rumlar. Kaç gencecik çocuk şehit oldu. Bunların arasında birçok köylüleri de vardı. Çoğu da uzaktan yakından akrabalarıydı.
O gece tüm kadınlar, çocuklar, yaşlılar sinemaya toplanmışlardı. Rum askerlerinin kendilerini toplayarak köy içinde yürütmesini, önce Fuat’ın Barı’na, sonra da Bebek Bar’a götürmesini, yaptıkları rezillikleri, korkutmalarını, işkencelerini hiç unutmamıştı. Yolda Mehmedemin Dayı’nın Rum askerleri tarafından yakılan ölüsü, her anımsadığında tüylerini diken diken ederdi. Kızı Sıdıka da yanında idi. Onun başına bir şey gelebilir diye ne çok üzülmüştü o gece.
Rahmetli kocası ise tutsak düşmüştü Rum askerlerine. Köyün eli silah tutan tüm erkeklerinden, çevre köylerine çekilemeyenlerin tümünü toplamışlardı. Aşağılayarak, horlayarak, dipçikleyerek, itip kakarak Geçitkale’den İskarinu’ya kadar kilometrelerce yürütmüşlerdi onları. O gece apaydındı. Ayışığı çevreyi pırıl pırıl aydınlatıyordu.
Arada rahmetli de bir tekme ve bir dipçik darbesi yedi.
Uzun zaman acısını çekti bu darbelerin. Kaç kez anlatmıştı o geceyi.
İskarinu’da onları üst üste yığmışlardı bir odaya. Arada bir, birini alıp götürüyorlar; işkence ederek, dayak atarak sorguladıktan sonra külçe halinde geri getiriyorlardı.
Yine arada bir, dışarıdan silah sesleri geliyor, Rum askerlerinin kendi aralarında, “bir köpeği daha temizledik” dedikleri duyuluyordu.
Özellikle komutanları, adları ile arıyorlardı. Bir kısım komutanlar, bazı mücahitlerle birlikte çevre köylerine çekilmeyi başarmıştı; tutsaklar arasında olanlar epeyce işkence gördü.
Bereket çağrılma sırası rahmetliye gelmedi. Sabahleyin Barış Gücü askerleri onları teslim aldı ve geri köye getirdi.
Faize bir de eve döndükten sonra, komşusu yaşlı kadının ölüsünü hiç unutamıyordu. Ailesi evi terk etmişti. Erkekler mevzide idi, kadınlar diğerlerinin yanına, sinemaya gitmişlerdi. Yaşlı kadın seksenlik ve yatalaktı. Onu evde bırakmışlardı.
Döndüklerinde onu yatağında, delik deşik olarak buldular. Çığlıklar üzerine Faize de koşup gitmiş ve onu görmüştü. O korkunç görüntü gözünün önünden gitmezdi.
15 Kasım olayları sırasında Kemal yine Türkiye’de idi. 1964 başlarında Lefkoşa’ya gelmiş, ancak kısa bir süre sonra ailesiyle hiç görüşemeden, Türkiye’ye geri gönderilmişti. Uzunca süre ondan haber alamadılar. Derken Erenköy’de olduğunu duydular. Orada iken Barış Gücü aracılığıyla, arada bir ondan mektup aldılar. Sonradan, oradan da yeniden Türkiye’ye geri döndüğünü öğrendiler.
Bu habere çok sevinmişlerdi,
Mehmet ile Mustafa da, Kemal’in Erenköy’den döndüğü yıl Ankara’ya, üniversitede okumaya gittiler. Onların durumundaki tüm gençleri göndermişlerdi Türkiye’ye. Sıdıka ile Taner Leymosun’da idiler. Sıdıka lisede, Taner ortaokulda okuyorlardı.
İki yıl sonra Kemal, okulunu bitirerek Ankara’dan döndü. Evden ayrılmasının üzerinden altı yıl geçmişti. Kısa bir süre sonra Lefkoşa’da çalışmaya başladı. Bir bekâr odası tutup oraya yerleşti.
Aynı yıl Sıdıka liseyi, Taner ortaokulu bitirdiler. Sıdıka’ya, yakın köylerden birinde bir öğretmenlik buldular; orada çalışmaya başladı. Taner ise ortaokulu bıraktı. Tüm zorlamalara karşın okumasını sürdürmedi. Mücahit yazıldı. Baba oğul birlikte mücahitlik yapmaya başladılar.
Geçmişe oranla yeniden oldukça huzurlu birkaç yıl geçirdiler. Arada Kemal evlendi. Mehmet ile Mustafa, okullarını bitirerek geri döndüler ve onlar da Lefkoşa’da çalışmaya başladılar. Sonra onlar da evlendiler. Önce Kemal’in bir kızı oldu; daha sonra da Mehmet’le Mustafa’nın oğulları!
Torunlarını çok sevdiler. Ne var ki onları çok az görebiliyorlardı. Kemal, Mehmet, Mustafa, köye iki-üç haftada bir geliyorlardı. Arada bir onlar da Lefkoşa’ya oğullarına gidiyorlardı ama yine de torunlarına doymuyorlardı.
Faize, savaşta ölen torunu Yasemin’i anımsadı ve gözleri ıslandı: “Zavallı Yasemincik üç yaşında gitti. Ne güzel, ne canlı bir çocuktu. Allah bilir ya! Rahmetliyi çöktüren nedenlerden biridir torunumuzun ölümü! İçine işlemişti bu olay!”
Faize derinden bir iç çekti: “Kemal da, bütün suçu Ayşe’ye yükledi. Oysa ne suçu var Ayşe’nin? Kemal’e öyle gelmiş. Ayşe’nin hiçbir suçu yok. Hangi anne çocuğunu bilerek, hatta bilmeyerek tehlikeye atar? Sıdıka ile diğer gelinlerim orada idiler. Onlar kaç kez anlattılar. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar olmuş ama Kemal dinlemiyor ki!”
Faize, bir an işini bıraktı. Gözü yorulmuştu. Eskiden bütün gün, başını kaldırmadan çalışabiliyordu. Şimdi? Giderek daha çok yoruluyordu artık. Sıcak da onu bunaltmıştı.
“Kemal iyi uyudu. Bırak uyusun zavallı. Derdi çok!”
Ayağa kalkıp evin önündeki verandaya çıktı. Gölge tutmuştu. Buraya çıkabilirdi. Ne de olsa burası biraz daha serindi. Bir koltuk, bir sandalye çıkardı dışarıya. İşini de aldı; koltuğa oturdu. Gözlüklerini takarak yeniden işinin üstüne eğildi. Çalışmaya başladı.
“Ne korkunç olaylar geçirdik. İnşallah son olur. Çok şükür Türkiye gelip bizi kurtardı. Kaç yıl öldürülme korkusu ile yaşamıştık. Şimdi de başka sorunlar çok amma…”
İki kez her şeylerini bırakarak göç etmişlerdi. Bir üçüncü kez aynı şeyleri yaşamak istemiyordu Faize.
O soğuk yılbaşı gecesi çoluk çocuk, nasıl kaçmışlardı evlerinden! Saatlerce yürüdükten sonra Geçitkale’ye geldiklerinde yeniden doğmuşlardı.
Ya Barış Harekâtı sırasında? Papaz devrilip de Türkiye Kıbrıs’a asker çıkarınca, Rumlar bütün Türk köylerine saldırdılar. Nedense Geçitkale’ye dokunmamışlar; işi baskı ile çözümlemek istemişlerdi. Rahmetli ile Taner, mücahittiler. Ne olduysa oldu, mücahitlerin Barış Gücü’ne teslim olması istendi. Rahmetli nasıl da ağladı o gün. Tek kurşun atmadan teslim olmak zor gelmişti ona. Taner’i de alıp, gidip teslim oldular.
O günlerde Sıdıka, okullar kapalı olduğu için Lefkoşa’ya ağabeylerine gitmişti. İyi de olmuştu. Olaylar başlayınca Lefkoşa’da kesilmişti böylece.
Rahmetli ile Taner teslim olunca Faize evde yalnız kaldı. Köylüler buldukları her araç ve her olanakla Kuzey’e kaçıyorlardı. Rahmetli, ona da çok ısrar etti kaçması için. Faize kaçmadı. Kocası ile çocuğunu tutsak bırakıp gidemiyordu. Her gün onlara yiyecek hazırlayıp götürüyordu. Kaçarsa onlara ne olacak, kim yemek götürecek diye düşünüyordu.
Kemal’den, Mehmet’ten, Mustafa’dan, Sıdıka’dan çok az haber alıyordu. Buna karşın birlikte olduklarını bilmek, en büyük mutluluğuydu.
Bir gün tutsakları serbest bıraktılar. Daha doğrusu onlara, burada, yerlerinde mi serbest kalmak istedikleri, yoksa Kuzey’e mi götürülmek istedikleri soruldu. Birkaç kişi dışında tüm tutsaklar Kuzey’e geçmek istediklerini söylediler. Rahmetli ile Taner de böyle! Barış Gücü onları Lefkoşa’ya, Türk kesimine bıraktı. Çocuklarla buluştular orada.
Faize, Geçitkale’de tek başına kalmıştı. Köylülerden birçoğu gitmişti. Kuzey’e geçmek için yollar aramaya başladı. O günlerde, Türkler’i para karşılığı Kuzey’e geçirmek için birçok Rum çalışıyordu. Serbest geçiş yoktu çünkü. Rum askerleri ile polisleri tüm yolları tutmuşlar, Kuzey’e geçmek isteyenleri geri çeviriyorlardı.
Faize sordu soruşturdu. Kuzey’e gitmek için İskele’ye gitmesi gerektiği kanısına vardı. Satabildiklerini satıp savdı ve oraya gitti. Orada kendisine tavsiye edilen kişiyi buldu. Onu bir eve yerleştirdiler önce. Kendisi gibi Kuzey’e geçmek için gelen bir sürü Türk vardı. Günlerce bekleştiler. Bir gece ansızın onları aldılar. Deniz kıyısında bilmediği bir yere götürüp küçük bir deniz motoruna tıktılar. Oradan kendilerini başka bir kıyıya çıkardılar. Buranın İngiliz bölgesi Dikelya kıyısı olduğunu söylemişlerdi.
Çıktıkları kıyıda epeyce beklediler. Sonra gece karanlığında başka birisi onları araba ile alıp Türk bölgesinin sınırının başladığı Beyarmudu köyü dışına götürüp bıraktı. Oradan yürüyerek Türk bölgesine geçtiler.
Bu geçiş Faize’ye bir servete mal oldu. Yine de sevinçten ağladı. Kurtulduğuna inanamıyordu. O gece onları orada konuk ettiler. Ertesi gün de Lefkoşa’ya gönderdiler.
Faize’nin Lefkoşa’ya ulaştığı gün bayramdı sanki! Tüm aile bir araya gelmişti. Her şeyleri geride kalmıştı; yine de mutlu idiler. Özgürlüğün, güvenlik içinde olmanın tadını çıkarıyorlardı. Yerleşmek için köylerine o zamanki adı Aytotro olan Çayırova ayrılmıştı. Birlikte gidip gördüler. Ancak oraya yerleşmek istemediler. Zaten doğru dürüst ev de kalmamıştı.
Kemal, Mehmet, Mustafa daha önceden Lefkoşa’ya yerleşmişlerdi. İşleri orada idi. Hep birlikte Lefkoşa’da kalmayı düşündüler; ancak tüm çabalarına karşın Lefkoşa’da kendilerine tahsis edilecek bir ev bulamadılar. Aslında Kemal istese bu iş olabilirdi, olmadı. Kemal, bu gibi işlerde çok çekingendi nedense. Torpil kullanmaktan kaçınırdı hep. Oysa işler başka türlü dönmüyordu.
Düşündüler, taşındılar. Maraş, en iyisi idi. Faize’nin şimdi oturduğu bu ev, kendilerine tahsis edildi. Rahmetli ile birlikte gelip yerleştiler buraya. Sıdıka ile Taner de tabii! O zaman evli değildiler.
Sıdıka, yine öğretmen olarak çalışmaya başladı. Çok geçmeden evlendi. Kocası, Barış Harekâtı’na katılmıştı. Kıbrıs’a ilk inen paraşütçü birliğindendi. Terhis olunca burada kaldı.