Kelile ve Dimne - читать онлайн бесплатно, автор Beydeba Beydeba, ЛитПортал
bannerbanner
Kelile ve Dimne
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 5

Поделиться
Купить и скачать

Kelile ve Dimne

Автор:
Жанр:
Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
3 из 5
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

Bu temsilden maksadım, sizi korkutan bu sesin sahibi ile karşılaştığımız takdirde, kendisinin sesinden daha çok ehemmiyetsiz olduğunu göreceğinizi söylemektir. Aslan arzu ederse kendisi beni bekler, ben de kalkar giderim ve ona bu sesin sahibi hakkında haber getiririm.”

Aslan razı oldu; Dimne de kalkıp o sesin geldiği tarafa gitti.

Dimne, gide gide Şetrebe’nin bulunduğu yere vardı. Fakat aslan, Dimne’nin gitmesi üzerine biraz düşünerek onu gönderdiğine pişman oldu ve kendi kendine şöyle dedi:

“Dimne’ye emniyet etmek ve sırrımı ona açmakla isabet etmedim. Çünkü Dimne, benim kapımda iltifat görmeyen kimseler arasında idi. Bir kimse, kabahat işlemediği, devlet nezdinde kendisini düşürecek bir vaziyet almadığı, ihtiras ve açgözlülük ile tanınmadığı yahut bir zarar ve sıkıntıya uğrayıp yardım görmediği, cezasından korktuğu bir suç işlemediği yahut kendisine faydası ve devlete zararı dokunacak bir şey peşinde koşmadığı, kendine faydalı olmasını umduğu bir şeyin zarar getirmesinden korkmadığı yahut devletin dostuna düşman ve düşmanına dost olmadığı hâlde uzun uzadıya iltifattan yoksun kalan bir adama birdenbire inanmamak ve güvenmemek gerektir. Dimne ise bir dâhi ve edip olduğu hâlde devlet kapısında iltifat görmeyen hatta hor görülen bir kimse idi. Belki de bu yüzden bana karşı kin gütmektedir. Bu yüzden belki bana ihanet eder, düşmanıma yardımda bulunur ve ona benim kusurlarımı anlatır. Belki de bu düşmanı benden kuvvetli bularak onunla birleşmeye özenir ve benden ayrılır.”

Aslan böyle düşündükten sonra yerinden kalkıp dolaştı ve Dimne’nin, geri dönmekte olduğunu görerek hoşnut bir gönül ile yerine döndü.

Dimne, aslanın yanına girince aslan dedi ki:

“Ne yaptın, ne gördün?”

Dimne de anlattı:

“Bir öküz gördüm. Böğüren o imiş. İşittiğimiz ses onun sesi imiş.”

Aslan sordu:

“Kuvveti nasıl?”

Dimne cevap verdi:

“Kuvveti yok. Yanına yaklaştım ve kendi dengimle konuşur gibi konuştum, muhavereler yaptım. Bana hiçbir şey yapamadı.”

Aslan anlattı:

“Onun bu hâline aldanma ve onu küçümseme! Çünkü en kuvvetli rüzgâr, otlara kıymet vermez. Fakat hurmaların en uzununu ve ağaçların en kuvvetlisini devirir.”

Dimne anlattı:

“Ondan yana asla endişe etmeyin ve onu büyük bir şey sanmayın. Ben, onu size getirir, sizi dinleyen ve emrinize boyun eğen kullarınız arasına katarım.”

Aslan:

“Pekâlâ, dilediğini yap bakalım!” dedi.

Dimne, hemen öküzün yanına gitti, zerre kadar korkmadan ve aldırmadan dedi ki:

“Aslan beni, sizi yanına götürmek üzere gönderdi. Bana şu emri verdi: Hemen itaat eder ve yanına gidersen şimdiye kadar huzuruna gitmek hususunda gösterdiğin kusuru affedecek. Şayet gecikir ve karar vermezsen hemen geri dönüp vaziyeti kendisine bildireceğim.”

Şetrebe sordu:

“Seni bana gönderen bu aslan kim? Nerededir ve ne hâldedir?”

Dimne anlattı:

“Bu aslan buradaki yırtıcı hayvanların kralıdır ve şurada oturur. Emrinde şu kadar asker vardır.”

Şetrebe, aslan ile yırtıcı hayvanlardan bahsolunması üzerine korktu ve dedi ki:

“Sen bana dokunulmayacağına dair ant verirsen seninle beraber hemen giderim!”

Dimne, öküzün kabul edeceği andı hemen verdi. Öküzü yanına alarak aslanın huzuruna götürdü. Aslan, öküze çok iyi davrandı. Yanına yaklaştırdı ve ona buralara ne zaman, nasıl ve niçin geldiğini sordu. Şetrebe de başından geçenleri anlattı. Aslan ona:

“Burada benimle kal. Bana arkadaş ol. Ben seni ağırlarım!” dedi.

Öküz aslana dua etti ve onu övdü.

Sonra aslan gittikçe öküzü daha çok ağırladı, kendine yaklaştırdı, sırlarını ona emanet ederek her işi ona danışmaya başladı. Gün geçtikçe öküze karşı hayranlığı artıyor, iltifatı çoğalıyor, onu kendisine yaklaştırdıkça yaklaştırıyor; bu sayede öküz, onun en yakın dostu oluyordu.

Dimne, öküzün herkes içinde aslanın en yakın dostu olduğunu, aslanın her şeyi ona danıştığını, onunla baş başa verip konuştuğunu, eğlencelerinde onunla düşüp kalktığını görünce öküzü fena hâlde kıskandı. Ona karşı derinden kin bağlayarak kardeşi Kelile’ye şikâyette bulundu ve dedi ki:

“Görüyor musun kardeşciğim? Ne kadar budalaca hareket ederek kendime neler ettiğimi!.. Aslana yaranayım derken kendimi ihmal ettiğimi ve aslanın yanına bir öküz getirerek kendi mevkimi kaybettiğimi gördün mü?”

Kelile de şu cevabı verdi:

“Zahidin başına gelen senin başına gelmiş!”

Dimne sordu:

“Zahidin başına ne gelmişti?”

Kelile anlattı:

Derler ki zahidin birine padişahlardan biri muhteşem bir elbise vermiş. Hırsızın biri bunu görmüş, “Şunu zahidin elinden alayım.” demiş. Bunun üzerine zahide giderek demiş ki:

“Ben sana arkadaş olmak, senin bildirdiklerini öğrenmek ve senin ilminle hareket etmek istiyorum.”

Zahit de:

“Pekâlâ!” diyerek onu yanına almış.

O ne yapıyorsa hırsız da aynını yapmış, üstelik zahide hizmet etmiş. Bunun neticesi olarak bir gün hırsız, elbiseyi alıp sıvışabilecek hâle gelmiş ve alıp götürmüş.

Zahit elbiseyi arayıp bulamayınca arkadaşının bunu alıp götürdüğünü anlar, onu bulmak için şehirlerin birine doğru yürür. Zahit yolda iki yaban keçisinin boynuz boynuza vuruştuklarını görür. İki keçinin vuruşa vuruşa kanları akar. Bu kanları gören bir tilki gelir, kanları yalamaya başlar. Tilki bu kanları yalayıp duruyorken dövüşen iki yaban keçisi adım adım onun kanları yaladığı yere varır ve tilki ikisinin boynuzları arasında kalarak bu çarpışmanın kurbanı olur!

Zahit, bu manzarayı gördükten sonra gide gide şehre girer fakat gece kalmak için bir kadının evinden başka bir yer bulamaz. Buraya iner ve misafir edilmesini ister. Meğer bu kadın, bazı genç kızları fuhşa sevk ederek geçinmekte olan bir ahlaksız imiş. Ev sahibi kadının ücret mukabilinde çalıştırdığı kızlardan biri, eve gelenlerden genç bir adamla sevişiyormuş. Fakat bu hâl, ev sahibi kadının kazancına engel olduğu için, zahidi misafir ettiği gece bu genci öldürmeye karar vermişti. Bu adam, her vakit gibi gelince ona içki verirler; adam sarhoş olarak sızar; genç kadın da yanı başına yatar. İkisi de uykuya iyiden iyiye dalınca ev sahibi kadın, erkeğin ağzına üflemek üzere bir kamışın içine koyduğu zehri alır, adamı öldürmek için yanına yaklaşır. Fakat tam zehri üfleyeceği anda adam birdenbire aksırır, zehir kadının boğazına kaçar ve kadın oraya düşerek ölür.

Zahit bütün bunları gözüyle görüyor ve kulağıyla işitiyordu.

Bunları gördükten sonra kalkar, başka bir ev bulmak ister ve bir eskicinin evinde misafir olur. Bu adam karısını çağırarak:

“Bu zahit adama bak. Kendisini ağırla, hizmetinde bulun! Ben bir arkadaşım tarafından içkiye davet olundum, oraya gideceğim!” der ve kalkıp gider.

Meğer kadının bir dostu varmış, hacamatçılık ile geçinen bir adamın karısı da bunların arasında aracılık ediyormuş. Eskicinin karısı, hacamatçının karısına haber göndererek:

“Kocam içki içmek için bir arkadaşının evine gitti. Her hâlde sarhoş olarak dönecektir. Dostuma haber ver, hemen gelsin, sen de ayrıca gel.” der.

Kadının dostu gelir, kapının önünde oturarak içeri girmek için izin bekler.

Bu sırada eskici gelerek herifi görür ve hâlinden şüphelenerek hiddet içinde karısının yanına girer, karıyı fena hâlde döver, sonra evin bir direğine bağlayarak yatağına girip sızar.

Bu sırada hacamatçının karısı gelerek kadına, dostunun uzun uzadıya beklediğini ve içeri girmek için izin istediğini söyler. O da der ki:

“Dilersen ve bana iyilik etmek istersen beni çözersin, ben de seni yerime bağlarım, dostuma gider ve süratle dönerim.”

Hacamatçının karısı razı olur. Kadını çözer, o da dostuna gider, kendisi onun yerine bağlı durur.

Fakat eskici, karısının dönmesinden evvel uyanarak karısına seslenir ve adıyla çağırır. Hacamatçının karısı cevap vermez ve herifin sesini tanıyarak rezalet çıkmasından korkar. Herif, karısını bir kere daha çağırır. Kadın cevap vermemekte ısrar eder. Fena hâlde hiddetlenen ve hınç içinde yerinden fırlayan eskici usturasını alarak kadının burnunu uçurur ve:

“Bunu al da dostuna hediye et!” der.

Eskici, vurduğu kadının karısı olduğundan şüphe etmiyordu. Derken eskicinin karısı gelerek hacamatçı karısının başına gelenleri görür, fena hâlde üzülür ve kocasının çok ileri gittiğini söyleyerek kadını çözer, o da kesik burnu ile kocasının evine gider.

Zahit bütün bunları görüyor ve işitiyordu.

Eskicinin karısı ise kendisine işkence eden kocasına beddua ediyor ve Allah’a, burnunu yapıştırması için yalvarıyordu. Nihayet sesini yükselterek, kocasını çağırarak der ki:

“Katı yürekli, kötü adam! Kalk da bak, sen bana ne yaptın? Allah ne yaptı ve bana nasıl acıyarak burnumu eski hâline çevirdi.”

Herif kalkarak kandili yakar ve karısının burnunu yerli yerinde görerek kadından af diler, suçundan tövbe eder ve Allah’ın da kendini affetmesi için yalvarır.

Hacamatçının karısına gelince o da evine gider, burnunun kesilmesi yüzünden kocasından nasıl af dileyeceğini, akrabasının karşısına nasıl çıkacağını düşünür. Şafak vakti hacamatçı uyanarak karısına:

“Bütün aletlerimi getir! Çünkü ululardan birine gideceğim!” der.

Fakat kadın ona yalnız usturayı getirir.

Hacamatçı tekrar anlatır:

“Bütün aletleri getir diyorum!”

Kadın yine usturadan başka bir şey getirmez.

Aynı hadise birkaç defa tekrarlandıktan sonra herif kızarak usturayı kadının suratına atar, kadın hemen yere kapanarak ağlamaya başlar:

“Burnum, burnum!” diye çığlıklar koparır.

Kadının bağırması çağırması yüzünden bütün akrabası ve tanıdıkları toplanarak onu bu hâl üzere görürler ve hacamatçıyı alarak mahkemeye götürürler.

Hâkim der ki:

“Ne diye karının burnunu kestin?”

Hacamatçı bir şey söylemediği için hâkim de kısasın uygulanmasına yani hacamatçının da burnunun kesilmesine karar verir.

Tam karar yerine getirileceği sırada mahkemeye gelmiş olan zahit, hâkime yaklaşarak:

“Ey hâkim! Bu işte sakın yanılma. Çünkü hırsız, benim elbisemi çalan kimse değil;16 tilkiyi öldürenler iki yabani keçi değil;17 mahut fahişeyi öldüren zehir değil;18 hacamatçının karısının burnunu kesen kocası değildir.19 Belki bütün bunları biz kendimiz kendimize yaptık!” der.

Hâkim bu sözlerin açıklanmasını istedi. Zahit açıkladı. Hâkim de hacamatçının serbest bırakılmasını emretti.

Dimne bu hikâyeyi dinledikten sonra, dedi ki: “Anlattığın hikâyeyi dinledim. Bu hâl, benim hâlime benziyor. Hakikaten bana, benden başka bir zarar veren olmadı fakat olan oldu, buna karşı çare ne?”

Kelile sordu:

“Ne yapmak fikrindesin? Neye karar vermek üzeresin?”

Dimne anlattı:

“Ben aslanın yanında eskisinden daha ileri bir mevki kazanmak istemiyorum. Fakat eski mevkimi bulmak emelindeyim. Çünkü üç şey vardır ki akıl sahibi kimse onlara dikkatle bakmak ve çarelerini bulmak zorundadır. Birincisi: Geçmişte elde ettiği kâr ve uğradığı zarar. Çünkü geçmişte uğranılan zararın tekrarlanmasından korunmak ve kâr elde etmek için buna lüzum vardır. İkincisi: Elde edilmekte olan faydalara ve uğranılan zararlara dikkat ederek gelen faydayı sağlamlamak ve zarardan kaçınmak. Üçüncüsü: İleride umulan istifadeye ve korkulan zarara dikkat ederek ümidi gerçekleştirmek ve korkulandan sakınmak. Ben de mevkimi yeniden ele geçirmek için ne yapacağımı düşünmekle beraber bu mevkiyi niçin kaybettiğimi de düşünerek şu çareyi buldum: Ot yiyen bu öküzün ölümüne sebep olmak için her şeyi yapmak. Çünkü bu öküz ortadan kalkarsa ben de aslan yanındaki mevkimi kazanırım. Bu da belki aslan hakkında hayırlı olur. Çünkü aslanın, öküzü kendine bu kadar yaklaştırması, her hâlde onun şanını düşürür ve ona zarar getirir.”

Kelile itiraz etti:

“Ben aslanın, öküzü bu kadar kendine yaklaştırmasında, ona bu kadar mevki vermesinde şanını düşürecek yahut onu bir kötülüğe uğratacak hiçbir şey görmüyorum.” dedi.

Dimne de şu cevabı verdi:

“Hükümdarın işi altı şey yüzünden bozulur: Yoksulluk, karışıklık, ihtiras, kabalık, zaman ve ahmaklık. Yoksulluktan maksat onun fikir sahibi, yardımsever ve emniyetli iyi yardımcılardan, siyasi adamlardan yoksun kalması ve bu çeşit adamları arayıp bulamamasıdır. Karışıklıktan maksat, insanların birbirine düşerek dövüşmeleri ve birbirinin gırtlağına sarılmalarıdır. İhtirastan maksat; kadınlara kapılmak, söze sohbete dalmak, eğlenceye, içkiye, ava ve bunlara benzer şeylere dadanmaktır. Kabalık, aşırı derecede şiddet göstererek haksız yere dil ile sövüp saymak, eliyle kırıp geçirmektir. Zamana gelince, o da veba yüzünden davarların ölmesi, meyvelerin bozulması, istilaya vesaireye uğramak gibi şeylerdir. Ahmaklık ise sertlik yerinde yumuşaklık, yumuşaklık yerinde sertlik göstermektir. Aslana gelince, öküze kendini büsbütün kaptırmış bulunmaktadır. Ve bu hâl onun şanını alçaltacak ve kendisine zarar getirecek bir durumdur.”

Kelile sordu:

“Peki… Öküz senden daha kuvvetli; aslan yanında senden daha çok saygılı, senden daha çok arkadaşlığı olduğu hâlde onun hakkından nasıl geleceksin?”

Dimne cevap verdi:

“Sen benim küçüklüğüme ve zayıflığıma bakma! Çünkü işler zayıf ve kuvvetli yahut büyüklük veya küçüklük ile yürümez. Nice küçük ve zayıf kimse vardır ki zekâ, deha ve düşüncesiyle nice nice kuvvetlilerin başarmaktan âciz kaldıkları işi başarmıştır. Zayıf bir karganın müthiş bir yılana karşı zekâsıyla başarı kazanarak onu öldürdüğünü işitmedin mi?”

Kelile:

“Hayır.” dedi ve sordu: “Bu nasıl oldu?”

Dimne de anlattı:

Derler ki bir karganın bir dağ tepesindeki ağaç üzerinde bir yuvası varmış. Ona yakın bir yerde de büyük bir yılanın yuvası bulunuyormuş. Karga yumurtladıkça yılan onun yumurtalarını yutarmış. Karga bu yüzden sıkılıyor ve üzülüyormuş. Günün birinde bu hâli bir çakala anlatır ve ona:

“Seninle, yapmak istediğim bir iş üzerinde danışmak istiyorum.” der.

Çakal sorar:

“Bu iş nedir?”

Karga der ki:

“Yılanın uyumasını bekleyip gözlerini gagalamak ve onu kör ederek kurtulmak istiyorum!”

Çakal şu cevabı verir:

“Bu senin bulduğun çare, çarelerin en kötüsüdür. Öyle bir çare bulmalı ki canını tehlikeye koymadan yılanın hakkından gelsin. Yoksa ıstakozu öldüreyim derken kendini öldüren balıkçına benzersin.”

Karga çakala sorar:

“Bu nasıl oldu?”

Çakal da anlatır:

Derler ki bir balıkçın, balığı bol bir yerde yuva kurmuş, burada yaşayacağı kadar yaşamış, sonra ihtiyarlamıştı. Artık av tutamadığı için açlıktan bitkin bir hâlde idi. Bir gün, kederli kederli oturup düşünürken yanından geçen bir yengeç, somurtkanlığına ve küskünlüğüne bakarak:

“Ey balıkçın, neden bu derece üzgün ve tasalısın?” dedi.

O da şu cevabı verdi:

“Nasıl tasalanmayayım ve kederlenmeyeyim ki! Şuracıkta balık avlayarak geçiniyordum. Bugün ise buradan iki balıkçı geçti. Biri diğerine dedi ki:

‘Burada bol balık var. Önce bunları avlayalım.’

Öteki de:

‘Ben daha başka bir yerde, daha bol balık gördüm. Oradan başlayarak buraya gelelim. Ve ne kadar balık varsa bitirelim.’

İşte, bu balıkçıların bu işi bitirmeleriyle buraya da geleceklerini ve ne kadar balık varsa avlayıp gideceklerini anladım. Bunu yaparlarsa ben de açlıktan geberirim.”

Yengeç, bu sözleri dinledikten sonra hemen giderek işi balıklara bildirir, onlar da balıkçına gelerek akıl danışmak isterler ve derler ki:

“Biz, sana akıl danışmak için geldik. Çünkü akıllı bir kimse, düşmanından da akıl öğrenmeyi ihmal etmez.”

O da der ki:

“Avcıların gücüne karşı gelemem. Bulduğum çare, şuracıkta bulunan suyu bol, sazları çok ve balıkları bereketli olan bir ırmağa gitmektir. Siz de oraya geçmeyi başarırsanız kurtulur ve çoğalırsınız.”

Balıklar:

“Bu iyiliği olsa olsa senden bekleriz!” dediler.

O da kabul etti. Ve her gün iki balık taşıyarak götürmeye başladı. Fakat bunları bir tepeye götürüyor ve orada yiyordu. Vaziyet bir müddet için böyle devam ettikten sonra, yengeç dedi ki:

“Ben de buradan sıkıldım ve korkmaya başladım. Beni de o ırmağa götürüver.”

Balıkçın razı oldu. Onu da taşıyarak uçtu ve balıkları yediği tepeye götürürken yengeç, balık kılçıklarının toplu olarak durduğunu görünce, giden balıkların nereye gittiğini ve kendisinin de aynı sona uğrayacağını anlayarak kendi kendine:

“Bir kimse dövüşse de dövüşmese de öleceğini bildiği bir yerde düşmanıyla karşılaştı mı, canını korumak ve şerefini kurtarmak için dövüşmelidir.” dedi ve çengelleriyle balıkçının boynunu sıkarak onu öldürdükten sonra, kendi canını kurtararak balıklara döndü ve işi anlattı.

“Ben sana bu örneği, birtakım hilelerin, hile sahibini mahvettiğini anlatmak için söyledim. Fakat ben sana öyle bir şey öğreteyim ki yapabildiğin takdirde kendini tehlikeye atmadan yılanı öldürür ve kendini kurtarırsın.”

Karga sordu:

“Bu nedir?”

Çakal da anlattı.

“Şöyle bir uçar ve dikkat edersin. Kadınların süslendikleri mücevherlerden birini kapar gelir, bu mücevherleri onun yuvasına atarsın. İnsanlar bunu görürlerse mücevherleri kurtarmak için yılanı öldürürler. Sen de rahat edersin.”

Karga bu aklı öğrendikten sonra uçtu ve büyüklerden bir adamın kızının damda yıkandığını, elbiselerini ve mücevherlerini bir kenara koyduğunu gördü. Hemen alçalarak kızın mücevherlerinden bir gerdanlık kaparak uçtu. Onun bir gerdanlık kaptığını görenler peşine düştüler, o da gözlerden kaybolmayarak uça uça yılanın yuvasına vardı ve gerdanlığı oraya attı. Bunu görenler derhâl koştular, yılanı öldürdüler ve gerdanlığı alıp gittiler.

“Sana bu olayı anlatışımın sebebi, hilenin kuvvetle yapılmayacak işi yaptığını göstermek içindir.”

Kelile yine itiraz etti:

“Öküz, kuvvetiyle beraber düşünceli bir kimse olmasaydı iş dediğin gibi olurdu. Fakat öküz, kuvvetiyle beraber akıl ve dirayet sahibidir. Buna karşı ne yapabilirsin?”

Dimne şu cevabı verdi:

“Öküz, kuvvetçe ve dirayetçe dediğin gibidir. Fakat benim kendisine üstün olduğumu inkâr edemez. Ve ben onu tavşan aslanı nasıl mahvettiyse öyle mahvedeceğim.”

Kelile sordu:

“Bu nasıl oldu?”

Dimne cevap verdi:

Derler ki: Aslanın biri suyu, sazı bol bir yurt içinde idi. Bütün bu taraflarda yaşayan hayvanlar suyun ve otların bolluğuna rağmen aslandan korktukları için bunlardan faydalanamıyorlardı. Günün birinde hayvanlar toplanarak aslanın yanına gelmiş, şunları söylemişlerdi:

“Sen bizim içimizden bir hayvanı yakalamak için bir hayli yoruluyorsun. Biz buna karşı senin işine de bizim işimize de yarayacak bir çare bulduk. Sen bizim emniyet içinde yaşamamıza razı olur ve bizi korkutmazsan biz de sana her gün yemek vaktinde bir hayvan göndermeyi kabul ederiz.”

Aslan bu teklife razı oldu ve bu esas üzere hayvanlarla barıştı. Onlar da sözlerini yerine getirdiler.

Günün birinde kura bir tavşana isabet etti ve o gün aslan bu tavşanı yiyecekti. Tavşan hayvanlara dedi ki:

“Size hiçbir zarar getirmeyecek tarzda bana biraz kolaylık gösterirseniz, ben de sizi bu aslandan kurtarmayı umarım!”

Hayvanlar sordular:

“Ne istiyorsun?”

“Beni aslanın yanına kim götürecekse benim geride kalarak gecikmemi hoş görsün ve beni zorlamasın!”

Hayvanlar:

“Pekâlâ!” dediler.

Tavşan da ağır aksak yürümeye başladı ve bu yüzden aslanın yemek yiyeceği vakit geçti. Tavşan daha sonra tek başına yavaş yavaş ilerledi. Aslan acıkmış, kızmış ve yerinden kalkarak tavşana doğru yürümeye başlayarak sormuştu:

“Sen nereden geliyorsun?”

Tavşan cevap verdi:

“Ben yabani hayvanların elçisiyim. Yanıma bir tavşan vererek beni yanınıza göndermişlerdi. Fakat yolumuzda bir aslana rast geldik. O da getirdiğim tavşanı alarak:

‘Ben, buraya sahip olmaya daha layığım. Ve buradaki hayvanların bana bağlı olmaları gerektir.’ dedi.

Ona:

‘Ayol, bu benim hükümdarımın yiyeceğidir. Buradaki hayvanlar bunu ona gönderdiler. Sen de bizim hükümdarımıza karşı gelme!’ dedim. Fakat sözümü dinlemedikten başka size sövüp saydı.

Ben de koşa koşa gelip bunu size bildirmek istedim.”

Aslan emretti:

“Haydi, bu aslan neredeyse bana göster!”

Beraber yürüdüler. Ve tavşan aslanı içi bol ve berrak su ile dolu bir kuyu başına götürerek kuyunun içine baktı ve:

“İşte burası!” dedi.

Aslan kuyuya bakınca içeride kendi gölgesiyle tavşanın gölgesini gördü ve tavşanın sözünden şüphelenmemek lazım geldiğini anlayarak rakibi ile dövüşmek üzere kuyuya atıldı; kuyunun içinde boğuldu.

Bu hikâyeye karşı Kelile dedi ki:

“Aslana hiçbir zarar gelmemek şartıyla öküzü ortadan kaldırabilirsen dilediğini yap! Çünkü öküz bana da sana da aslanın ordusuna bağlı olan diğerlerine de zarar verdi. Fakat öküzü ortadan kaldırmak için aslanı da feda etmek lazım gelirse bundan sakın. Çünkü bu hareket senin hesabına da benim hesabıma da kötülük olur.”

Dimne, birçok günler aslanın yanına gitmedikten sonra, onunla baş başa kalabileceği bir gün yanına girdi. Aslan onu görünce:

“Yahu, bu kadar zamandır neredesin? Neden görünmedin? Herhâlde hayırlı bir iş yüzünden bize uğrayamamış olacaksın?” dedi.

Dimne:

“İnşallah hayırdır.” dedi.

Aslan şüphelenerek sordu:

“Yoksa bir şey mi oldu?”

Dimne:

“Evet, öyle bir şey oldu ki onu ne siz isterdiniz ne de emrinizde bulunan bir kimse.” dedi.

Aslan tekrar sordu:

“Nedir?”

Dimne cevap verdi:

“Çok fena birtakım sözler…”

Aslan emretti:

“Anlat!”

Dimne açıkladı:

“Bunlar öyle sözler ki dinleyeni tiksindirir ve söylenmesi istenmez. Siz iyi yürekli ve düşünce sahibi bir hükümdarsınız. Sizin hoşlanmayacağınız bir sözü söylemekten ne kadar incineceğimi elbet takdir edersiniz. Hayırseverliğim ve sizi kendimden üstün tuttuğumu biliyorsunuzdur. Bununla beraber size bildireceğim şeye inanmayacağınızı sanıyorum. Fakat biz yabanilerin, hep size bağlı olduğumuzu düşünerek sormasanız da sözümü dinlemek istemeseniz de size karşı borcumu ödemeyi bir vazife sayıyorum. Çünkü hükümdarına karşı hayırseverlik göstermeyen, dostlarından düşüncesini gizleyen kimse, kendi kendine ihanet etmiş olur.”

Aslan sordu:

“Ne var?”

Dimne anlattı:

“Gerçek sözlü ve sağlam özlü bir kimse bana anlattı ki Şetrebe ordumuzun başında bulunanlarla gizlice görüşmüş ve bunlara: ‘Ben aslanı denedim. Aklını, zekâsını ve kuvvetini ölçtüm biçtim, neticede onun zayıf ve âciz bir kimse olduğunu gördüm. Bu yüzden onunla aramızda önemli bir macera çıkacak.’ demiş. Ben bunu haber alınca Şetrebe’nin hain ve vefasız bir kişi olduğunu anladım. Siz ona ne yapmak mümkünse yaptınız ve onu kendi denginiz gibi tanıdınız. O ise kendisini sizden farksız sayıyor. Mevkinizin sizden boşalır boşalmaz kendisine geçeceğini sanıyor. Ve sizin aleyhinizde bulunmak için ne yapmak mümkünse yapıyor. Hâlbuki derler ki bir hükümdar bir başkasının kendisini kendisiyle denk saydığını görürse onu öldürmelidir. Yoksa kendisi öldürülür. Şetrebe bütün bu işleri biliyor ve ona göre hareket ediyor. Akıllı kimse, bir iş olmadan, başına bir bela gelmeden çaresini bulandır. Yoksa olması beklenen işin, çaresine bakılmadan gerçekleşmesini beklemiş olur.

Derler ki insanlar üç türlüdür. Biri sağduyuludur, biri daha sağduyuludur, biri de âcizdir. Sağduyulunun birincisi bir mesele ile karşılaştığı zaman şaşırmayan, sapıtmayan ve mutlaka bir çare, bir çıkar yol bulup o meselenin içinden çıkandır. Fakat daha sağduyulu kimse, meseleyi oluşundan evvel anlayan ve ona göre hazırlanan, bunun için işi olmadan evvel göz önüne getirip onu ne kadar büyütmek mümkünse büyüten ve meseleyi olmuş gibi karşılayarak dert gelmeden derman bulan, derdi daha uzaklarda iken yok eden kimsedir. Âciz olan ise karar veremez, aman zaman der ve nihayet yok olur. Bunun bir misali üç balık hikâyesidir.”

Aslan sorar:

“O nasıldı?”

Dimne anlattı:

Derler ki içinde üç balık yaşayan bir göl vardı. Bu balıklardan biri akıllı, biri daha akıllı ve biri âcizdi. Göl, yüksekçe bir yerde olduğu için aşağı yukarı semtine uğrayan kimse bulunmamakta idi. Bu gölün yakınlarında akan bir nehir vardı. Günün birinde bu nehrin yanından geçen iki avcı, gölü görürler ve ağlarını alıp buradaki balıkları avlamak için sözleşirler. Balıklar da bunların sözleştiklerini işitirler. Balıkların en akıllısı bu sözlerden işkillenerek ve korkarak gölün nehre aktığı yolu bulup gitmeden rahat edemez. Akıllı balık ise balıkçılar gelinceye kadar bekler ve bunlar gelip de ne yapacakları anlaşılınca gölün sularını nehre kavuşturan yoldan kaçıp gitmek ister. Fakat balıkçıların bu yolu kapadıklarını görür ve kendi kendine der ki:

“Kusur ettim, işimi anında yapmadım; gecikme ve kusurun sonu budur. Fakat bu derde bir çare bulmak gerektir. Gerçi acele ile telaş ile bulunan çare fayda etmez fakat akıllı kimse, aklın göstereceği yoldan ümidi kesmez ve uğraşmaktan vazgeçmez.”

Bunun üzerine bu akıllı balık kendini ölmüş gibi göstererek suyun üstüne çıkar ve kâh yüzüstü kâh sırtüstü yüzer. Balıkçılar da onu alarak göl ile nehir arasındaki yere bırakırlar. O da hemen nehre sıçrayarak canını kurtarır. Âciz olan balık ise şuraya gider, buraya gider ve nihayet yakalanır.

На страницу:
3 из 5