Kelile ve Dimne - читать онлайн бесплатно, автор Beydeba Beydeba, ЛитПортал
bannerbanner
Kelile ve Dimne
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 5

Поделиться
Купить и скачать

Kelile ve Dimne

Автор:
Жанр:
Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
2 из 5
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

Bu eserin, İbnü’l Mukaffa tarafından büyük bir ihtimal, kırkına varmadan evvel yazıldığını düşünürsek onun hakikaten olgun, kafalı, yüksek görüşlü ve devrimci bir hızla donanmış bir genç olduğunu derhâl anlarız.

Kelile ve Dimne’ye gelince bu eser de İbnü’l Mukaffa’nın başarmak istediği yenileşmeyi kolaylaştırmak ve yenilik ruhunu yaymak için tercüme ettiği ve yazdığı bir eserdir.

İbnü’l Mukaffa’nın pek haklı olduğunda tereddüt edilmeyecek bir kanaati, devrinde hüküm süren fenalıklardan birçoğunun özellikle işbaşında bulunan kimselerin yolsuzluklarından, zulüm ve kötülüğünden ileri geldiği idi. O zaman bu şahısları doğrudan doğruya tenkit etmek zordu ve son derece tehlikeli idi. Kendisi gerçi, demin ana hattını anlattığımız risaleyi yazmıştı fakat devrinin bütün edebî hünerlerini kullanarak fikirlerini ifadeye imkân bulmuştu. Biraz daha ileri gittiği takdirde son derece üzücü bir sonuçla karşılaşabilirdi. Zaten bu fikirleri yüzünden “zındık” diye şöhret bulmuş ve aleyhinde türlü türlü dedikodular alıp yürümüştü. Fakat İbnü’l Mukaffa’nın parlak zekâsı, hükümdarı eleştirmenin, onun neler yaptığını anlatmanın çaresini kolaylıkla buldu ve İran edebiyatı onun bu yoldaki isteğini yapmasına yardım etti. Çünkü bu sayede hayvanları konuşturarak iktidar mevkisinde bulunan kimseleri dilediği gibi hırpalamak imkânı belirmişti. O da Kelile ve Dimne eserinden faydalanarak bu şekilde hareket etmiş, bu kitabı tercüme etmek, daha doğrusu Arapçalaştırmak suretiyle devrinin padişahı olan Halife Mansur’a karşı, eserin metnindeki Filozof Beydeba’nın Kral Debşelim’e karşı rolünü almış ve bu sayede devrinin padişahını istediği gibi eleştirmiş, alaya almış ve halkı kralların kötülüğünden korumak için ne söylemek mümkünse hepsini söylemişti.

Onun için İbnü’l Mukaffa bu eserin yalnız çeviricisi değil, aynı zamanda yazarıdır. Fakat onun ne dereceye kadar çevirici ne dereceye kadar yazar olduğunu belirlemek son derece güçtür. Çünkü eserin aslı elimizde bulunmamaktadır.

Acaba İbnü’l Mukaffa’nın dinsizlikle suçlandırılmasının ve nihayet öldürülmesinin sebebi; düzen taraftarı olması, devletin bütün zayıf noktalarını eleştirmek, işbaşında bulunanların yolsuzluklarını yüzlerine vurmak ve bütün bu fenalıkların ortadan kalkmasını istemek miydi? Yoksa daha başka sebepler var mıydı? İhtimal ki onun Araplar arasında yetişmiş olmasına rağmen atalarının dini olan ateşperestlikten ayrılmaması ve ancak ömrünün son senelerinde yani tam manasıyla olgun bir adam olduğu sırada Müslümanlığa girmesi onun dinsizlikle itham edilmesini kolaylaştırmış; hür fikirleri ve bilhassa kanunu hâkim kılarak şahsi ve keyfî idareye son vermek yolundaki uğraşmaları, bu girişimlerinden hoşnut olmayan nüfuzlu kişilerin, aleyhinde propaganda yapmalarına neden olmuştur. Gerçek olan nokta: Halife Mansur’un, yazdığı bir kitap yüzünden öldürülmesini emrettiği ve bu işi de Basra valisi olan Süfyan’a yaptırdığıdır. Süfyan, İbnü’l Mukaffa’nın şahsi düşmanı idi. O da bu şahsi düşmanını ele geçirdikten sonra bir fırın yaktırmış, daha sonra İbnü’l Mukaffa’nın organlarını teker teker kestirerek her organı onun gözü önünde fırına attırmış, nihayet gövdesini de fırına atmış ve fırını kapamıştı.12

Bir söylentiye göre Halife Mansur’un, Abdullah bin Ali’ye vereceği af beratı, İbnü’l Mukaffa tarafından yazılmış ve yazar, beratın halife tarafından bozulmasına imkân vermeyecek en sağlam, en ihtiyatlı lisanı kullanmış olduğundan Mansur’un öfkesine uğramış, halife bu yüzden öldürülmesini istemiş13 ve yazar, hicretin ya 142’nci (miladi 762) ya 143’üncü ya da 145’inci senesinde yukarıda anlattığımız şekilde öldürülmüştür.

Cahiz’in anlatışına göre yazar, Abdullah bin Ali’yi Halife Mansur’a karşı kışkırtmış, Mansur bunun farkına vararak onu bu yüzden öldürtmüştür.14

İbnü’l Mukaffa’nın ölüm tarihi az çok bilinmekle beraber, onun ne zaman doğduğu pek belli değildir. Yalnız onun 106 senesinde doğduğunu anlatan bazı söylentiler vardır ve bundan, onun kırkına dahi varmadan öldürülmüş olduğu anlaşılmaktadır.

Fakat kırkına varmadan veya kırkını biraz aştıktan sonra öldürülen bu adam, şüphe yok ki bir deha idi ve eserleri bunu apaçık göstermektedir. Sonra bu adam, yalnız üstün bir zekâ değildi. Yüksek karakterli bir insandı ve birçok kayıtlar onun asil ahlaklı, ince ruhlu, cömert, vefalı bir insan olduğunu, kendisini daima terbiye ederek daha iyi ve daha ileri bir seviyeye varmak için uğraştığını anlatmaktadır.

Menkıbelerinden biri şudur:

Said ibn Selâm diyor ki: “Kûfe’ye gitmiştim. İbnü’l Mukaffa’yı gördüm. Beni çok iyi karşıladı ve sordu:

‘Burada işin ne?’

Hâlimi anlatarak:

‘Borç yükü altında kaldım da geldim!’ dedim.

Sordu:

‘Bir kimseyi gördün mü?’

‘Evet, Şubrume oğlunu gördüm. İleri gelen kimselerden birinin çocuklarını okutmakla ve terbiye etmekle meşgul olmam için yardımcı olacağına söz verdi.’ dedim.

‘Vah vah, bu kadar yaşlandıktan sonra bakıcılık mı yapacaksın?’ dedi.

Sonra sordu:

‘Evin nerede?’

Ben de evimi tarif ettim. Ertesi gün geldi. Ben, ders okuyan kimselerle uğraşıyordum. Karşıma bir mendil bırakıp gitti. Mendilin içinde kırk bir bilezik ile dört bin dirhem kadar nakit vardı. Ben de bunları alarak Basra’ya gittim ve işlerimi gördüm.”

Cehşiyari ondan bahsederken der ki: “Alicenap ve cömert bir kimse idi. Herkesi ağırlayarak yemeğe alıkoyar ve kendisine başvuran her kişiye yardımda bulunurdu. Ömer oğlu Davud’a kâtiplik etmekten dolayı bir hayli para edinmişti. Onun için Basra’da ve Kûfe’de tanınmış birçok kimselere beş yüz ile iki bin dirhem arasında aylık tahsisat bağlamıştı.”

İbnü’l Mukaffa kendisi gibi Arap nesrinin hükümdarlarından olan Abdülhamid el-Kâtib’in dostu idi. Günün birinde onun da öldürülmesi için, ferman çıkmıştı. Bu sırada Abdülhamid ile İbnü’l Mukaffa beraber bulunuyorlardı. Fermanın çıkması üzerine cellatlar, Abdülhamid’i aramaya çıkmışlar ve nihayet onu İbnü’l Mukaffa ile beraber bulmuşlardı. Bunların yanına giren cellat sordu:

“Abdülhamid hanginiz?”

İkisi birden cevap verdi:

“Benim!”

İbnü’l Mukaffa, dostunun canını korumak için ileriye atılmıştı. Fakat Abdülhamid ona mâni oldu ve gelenlere:

“Abdülhamid benim!” diye ısrar ederek kendisini teslim etti.

Dostluğu bu derece derinden duyan, dostundan mahrum olmaktansa kendi hayatını feda etmeyi göze alan adam, yalnız bu fıkrasıyla, menkıbesiyle ölmeyen bir sima olmaya layık değil mi?

Arap nesrinin bir şehriyârı olan Cahiz, belki onun bu hâlini göz önüne alarak der ki:

“Alicenap, kahraman ve güzel bir adamdı!”

Nihayet İbnü’l Mukaffa hakkında şu hükümle karşılaşıyoruz:

“Dört kişi vardır ki İslam âlemi her birinin kendi vadisinde eşini görmemiştir. Bunlar: Halil, İbnü’l Mukaffa, Ebu Hanife ve Fezarî’dir.”15

İşte bu defa eserini Türkçeye çevirdiğimiz ölmez adam budur. Ve biz bu eseri Türk halkına sunmakla derin bir haz duyuyoruz.

Ömer Rıza Doğrul

BİRİNCİ BÖLÜM

ASLAN VE ÖKÜZ

Kral Debşelim, filozof ve Brahmanlar başı Beydeba’ya dedi ki:

“Bana, yalancı ve düzenbaz birinin araya girmesiyle sevgileri sona eren, aralarında kin ve düşmanlık baş gösteren iki dostun hâlini bir örnek ile göster.”

Beydeba da şu cevabı verdi:

“İki dost, aralarına yalancı, düzenbaz birinin girmesi gibi bir felakete uğrarlarsa çok geçmeden araları bozulur ve birbirlerinden yüz çevirirler.” Bunun bir örneği şudur:

Evvel zaman içinde Destavend taraflarında yaşlı bir adam vardı ki üç evlat sahibi idi. Bunlar yetiştikten sonra babalarının servetine dadandılar ve bu serveti yemeye başladılar. İş güç sahibi olmadıkları için kendilerine hayırları dokunmuyordu. Babaları bunları bu hâlleri yüzünden azarladı. Onlara bu yanlış yoldan dönmek için öğüt vererek dedi ki:

“Oğullarım, dünya adamı üç şey peşinde koşar ve bunları ancak dört şeyle elde eder. Peşinde koşulan üç şey: Geçim bakımından geniş elli, insanlar arasında yüksek mevkili ve ahiret için hazırlıklı olmaktır. Bunları edinmek için lazım olan dört şey: Parayı en güzel yoldan kazanmak, kazanılan şeyi güzelce korumak, sonra onu meyvelendirmek, sonra da yaşamaya yarayacak, akrabayı ve arkadaşları sevindirecek tarzda harcamak ve böylece kazanılan şeyden ahirette de faydalanmak. Bunlardan birine saygı göstermeyen kimse dileğine varamaz. Çünkü para kazanmazsa geçinmek için bir şey bulamaz. Para kazanır da parasını korumazsa para elden gider ve yoksulluk baş gösterir. Parayı bir kenara kor da işletmezse az yemekle beraber hazırdan yemek yüzünden para, çarçabuk biter. Nasıl ki sürme, ancak milin uçlarına gelen miktarda alındığı hâlde süratle biter. Sonra para, harcedilmesi gereken yolda harcedilmez, konması yaraşan yere konmaz, haklı olana verileceğine haklı olmayana verilirse insan yine parasız kalır, fakirden farksız olur ve bu hâller parasının, birtakım sebepler yüzünden bitmesine karşı gelmez. Para, içinden su akan su yolu gibidir. Su yolunun ve su artıklarının bir çıkar yeri, fazla suları sarf edecek hava payı bulunmazsa harap olur. Çünkü birçok yerlerden sular sızar, belki bir yerden patlak verir ve bu yüzden sular boşuna akar.”

Yaşlı adamın bu sözleri oğulları üzerinde tesir etti. Onlar da bu sözlerin doğru olduğunu anlayarak ona göre harekete karar verdiler. Çocukların en büyüğü, adı Meyyun olan bir ülkeye hareket etti. Yolda, çamurlu olan bir yerden geçiyor ve arabasını birinin adı Şetrebe, diğerinin adı Bendebe olan iki öküz çekiyordu. Şetrebe, buralarda çamura batmış, sahibi ile arkadaşları onu çamurdan kurtarmak için takatleri kesilinceye kadar uğraştıkları hâlde muvaffak olamamışlardı. Bunun üzerine sahibi, yolundan kalmamaya karar vermiş ve Şetrebe’yi gözetleyecek bir arkadaşı yanında bırakarak çamurların kuruması ve hayvanın kurtulması üzerine peşinden gelmesini ve kendisine yetişmesini söylemişti. Geride bırakılan adam, burada gecelemekten sıkıldığı ve bu yeri ıssız bulduğu için öküzü bırakarak arkadaşlarına katılmış ve öküzün öldüğünü anlatarak demişti ki:

“Ecel geldi mi ve müddet bitti mi, ölümden sakınmak için yapılan her şey boştur, belki insanın başına bela olur. Nasıl ki adamın biri yırtıcı hayvanlar yüzünden tehlikeli olan bir yerden bile bile geçmiş ve bir müddet yürüdükten sonra kurtların en azılılarından biri karşısına çıkmıştı. Adamcağız kurdun kendisine doğru yürüdüğünü görerek korkmuş, kurttan korunmak için sağa sola bakmış ve bir vadinin ötesinde bir köy görmüştü. Adamcağız bunu görür görmez hemen o tarafa koşmuştu. Fakat köyü, bulunduğu yerden ayıran derenin üzerinde bir köprü bulamamış ve kurdun kendisine yetişmek üzere olduğunu görmüş. Bu durum karşısında iyi yüzme bilmediği hâlde kendisini dereye atmış. Köy halkından birkaçı tarafından görülmemiş ve imdadına yetişilmemiş olsaydı az kaldı batacak ve boğulacakmış. Fakat köy halkı yetişmiş ve onu ölmek üzere iken kurtarmışlar. Bu adam, köy halkı arasında bulunduğuna bakarak kurt gailesinden kurtulduğuna inandıktan sonra vadinin bir kıyısında tek başına duran bir evi görmüş, bari şu eve gireyim de dinleneyim demiş ve bu eve doğru giderek içeri girmiş. Fakat içeri girdiği zaman bir sürü hırsızın, yolunu kestikleri bir tacirin malını paylaşmakla ve kendisini öldürmek için bahaneler aramakla meşgul olduklarını anlamış. Bu manzara karşısında hayatının tekrar tehlikeye girmesinden korkan bu adam hemen köye dönmüş ve uğradığı kalp çarpıntısı ve yorgunluktan dinlenmek için bir duvara yaslanarak oturmuş. Fakat yaslandığı duvar üzerine yıkılmış, o da ölmüş…”

Öküzün sahibi de bu hikâyeyi dinledikten sonra:

“Haklısın, ben de bu hikâyeyi işitmiştim!” demişti.

Öküze gelince, içine battığı çamurlardan kurtularak gide gide yemyeşil, suyu ve otu bol bir yer bulur, burada yiye içe semizleşir ve rahata kavuşur. Şetrebe burada böğürüyor ve gittikçe sesi yükseliyordu. Meğer ona yakın bir koruda, bu bölgenin hükümdarı olan ünlü bir aslan bulunuyor ve emrinde bir sürü canavarlar, kurtlar, çakallar, tilkiler, parslar ve kaplanlar bulunuyormuş. Bu aslan, kendi düşüncesi ile hareket eder, arkadaşlarından hiçbirine bir şey danışmazmış. Aslan, öküzün bağırmasını işitince içine korku girmiş. Çünkü daha önce ömründe öküz görmemiş ve öküz böğürtüsü işitmemişti. Bu yüzden yerinde oturup bir yere gitmiyor ve hiçbir işe bakmıyordu. Ordusu onun yiyeceğini bulup getiriyordu. Onunla beraber olan yırtıcı hayvanlar içinde iki çakal vardı ki birinin adı Kelile, diğerinin adı Dimne idi; ikisi de zekâ, bilgi ve ilim sahibi idiler.

Bir gün Dimne, kardeşi Kelile’ye dedi ki:

“Kardeşceğizim, şu bizim aslana ne oluyor ki yerinden kımıldamıyor ve bir yere çıkmıyor?..”

Kelile cevap verdi:

“Sana ne? Bu işe karışmak bize düşer mi? Biz hükümdarımızın kapısında yaşayan kimseleriz. Onun dilediğini yapar, dilemediğinden yüz çeviririz. Sonra biz, hükümdarların sözü ile uğraşacak, onların işleriyle ilgilenecek kimseler miyiz? Onun için dilini tut ve bil ki her kim kendisine ait olmayan bir işe ve söze karışırsa maymunun dülgerden bulduğunu bulur.”

Dimne sordu:

“O nasıl oldu?”

Kelile de anlattı:

“Derler ki: Maymunun biri bir dülgerin bir ağaç üstüne binerek onu kestiğini ve bir arşın kadarını kestikçe içine bir kama soktuğunu görür. Bu manzara hoşuna giderek seyre dalar. Dülger, bir aralık başka bir iş görmek için gidince maymun da kalkar, kendisine ait olmayan bu işe burnunu sokarak dülger gibi ağacın üstüne biner fakat sırtını kamanın bulunduğu yere verir ve yüzünü öbür tarafa çevirir; kuyruğu da açık olan yarığın içinde sallanır. Bunun farkında olmayan maymun kamayı çıkarır çıkarmaz ağacın yarığı kuyruğunun üzerine kapanır, o da duyduğu acıdan bayılacak hâle gelir. Bu sırada geri dönen dülger, maymunu bu hâl üzere görünce ona dayak atmaya başlar ve maymunun dülgerden yediği dayak, kuyruğunun kısılması yüzünden çektiği acıdan kat kat beter olur.”

Dimne dedi ki:

“Haklısın kardeş! Fakat bil ki hükümdarlara yaklaşan her kimse, sırf karnını doyurmak için yaklaşmaz. Belki dostları sevindirmek ve düşmanları kahretmek için yaklaşır. İnsanlar içinde azla sevinen ve bir lokma ile kanan korkaklar, kupkuru bir kemik parçası bulup sevinen köpeğe benzerler. Erdemli ve insanlıkla dolu olanlarsa azla kanaat etmezler ancak layık oldukları ve kendilerine de layık olan yere yükselmek ve kavuşmak isterler. Bunlar o aslan gibidir ki bir tavşanı bırakır ve deve yavrusunu pençesine düşürür. Görmüyor musun ki köpek, kendisine bir lokma atılıncaya kadar kuyruğunu oynatıp durur. Fakat kuvvet ve kudret sahibi olarak tanınan fil, kendisine yemi verildiği zaman, yüzü okşanmadan ve kendisine türlü türlü sevgiler gösterilmeden yemini yemez. Kim ki servet sahibi olarak yaşar, akrabasına ve dostlarına iyilik ederse kısa bir ömür sürmekle beraber uzun ömürlü sayılır. Darlık, yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşayan, kendisini de başkalarını da sıkan kimseye gelince mezara girenler bile onlardan daha canlı sayılır. Yalnız karnını doyurmak için uğraşarak bununla kanaat eden ve daha ilerisine bakmayan kimse hayvanlardan sayılmaya layıktır.”

Kelile dedi ki:

“Senin ne demek istediğini anladım. Sen gene düşün ve bil ki her insanın kendine göre bir mevkisi, bir değeri vardır. Layık olduğu mevki ile kanaat etmesi icap eder. Bizim ise şimdiki hâlimizi hor görmeye sebep yoktur.”

Dimne şu cevabı verdi:

“Mevki dediğimiz şey, insanların çalışmasına bağlı ve insanlar arasında bu bakımdan birtakım savaşlara sebep olan yahut aralarında bir denkleşme sağlayan bir şeydir. İnsan çalışması sayesinde küçük mevkiden yüksek mevkiye varır. Tembel bir kimse, kendisini yüksek mevkiden alçak mevkiye düşürür. Şerefli mevkiye yükselmek güç olduğu hâlde yüksekten düşmek çok kolaydır. Nasıl ki ağır bir taşı yerden kaldırıp sırta yerleştirmek güçtür. Fakat sırttan indirip yere koymak kolaydır. Bize gereken bizden üstün olan mevkilere göz dikmek ve bunu gayretiyle istemektir. Biz bir mevkiden bir mevkiye geçebileceğimize göre ne diye kendi mevkimize kanaat edelim?”

Kelile buna karşı:

“O hâlde ne düşünüyorsun?” dedi.

Dimne de:

“Ben, bu fırsattan faydalanarak aslanla konuşmak istiyorum. Çünkü onun kafaca zayıf olduğunu görüyorum. Belki bu sayede kendisine yaklaşır, onun yanında bir mevki ve makam sahibi olurum.” dedi.

Kelile sordu:

“Aslanın bu işte şaşırmış olduğunu nereden anladın?”

Dimne cevap verdi:

“Bunu hissimle, düşüncemle kavradım. Fikir sahibi olan insan, arkadaşının dış görünüşünden ve bu dış görünüşün verdiği ipuçlarından hakiki hâlini ve içyüzünü anlar.”

Kelile gene sordu:

“Sen, aslanın dostlarından olmadığın ve aslana nasıl hizmet edilmesi lazım geldiğini bilmediğin hâlde aslanın yanında mevki sahibi olmayı nasıl umuyorsun?”

Dimne anlattı:

“Kuvvetli ve kudretli olan adam, yük taşımaya alışık olmasa da en ağır yükü taşıyabilir. Zayıf adam ise hamal da olsa yük taşımaktan âciz kalır.”

Kelile buna karşı:

“Hayvanların kralı, meclisinde bulunanlar içinde ahlak sahibi olanları aramaz, belki yakınlarına iltifat eder. O hâlde aslanın yakınlarından olmadığın hâlde onun yanında mevki sahibi olmayı nasıl umuyorsun?” dedi.

Dimne de şu cevabı verdi:

“Söylediğin sözlerin hepsini anladım ve düşündüm. Doğru söylüyorsun. Fakat hakkı olmadığı hâlde aslana yaklaşan ve onun meclisinde mevki sahibi olan kimse, uzak kaldıktan sonra yaklaşan kimse gibi değildir. Ona yakın olan kimselerin hakkı gözetilir ve bunlara saygı gösterilir. Ben de çaba harcayarak bunların mevkisine benzer bir mevki elde etmeye çalışacağım. Padişaha yaklaşmak isteyen kimsenin evvela gurursuz olması, eziyete katlanması, kızdığını belli etmemesi, herkese karşı yumuşak davranması icap ettiği ve bunları yapan kimsenin muradına ereceği söylenmektedir.”

Buna karşı Kelile:

“Diyelim ki aslanın yanına vardın. Başarmak için elinde ne var? Neyle onun yanında mevki sahibi olmak ve göze girmek istiyorsun?” dedi.

Dimne şu cevabı verdi:

“Ona yaklaşır ve huyunu öğrenirsem suyuna göre gider, ona karşı gelmemeye dikkat eder, doğru bir şey isterse onun doğruluğunu belirtir; onun üzerinde durmasını sağlar, ondaki iyiliği ve faydayı gösterir, o doğru şeyi yapması için her türlü teşvikte bulunur ve onu gerçekleştirerek sevinç duyması için çalışırım. Yahut zarar getirmesi ve şerefsizliğe sebep olabilecek bir şeyi yapmak isterse zararı ve şerefsizliği ve bunu yapmamaktaki fayda ve iyiliği belirtirim. Böylece aslanın yanında mevkimin yükselmesini ve başkasından görmediklerini bende görmesini ümit ediyorum. Bilgili ve yumuşak davranmasını bilen adam, bir hakkın değerini vermemek yahut bir yanlışı haklı göstermek isterse duvarlar üzerine resimler yapan ve bunları dışarı aksediyormuş yahut içeriye giriyormuş gibi gösteren hünerli ressam gibi hareket eder. Bu yüzden aslan beni anlar ve iyi düşündüğümü görürse beni ağırlar ve biz de kendisine yaklaşırız.”

Buna karşı Kelile:

“Şunu da söylesen bunu da söylesen…” dedi. “Aslana yaklaşmandan korkarım, onun dostluğu tehlikelidir. Diyorlar ki: Üç şey var ki bunlara ancak ahmaklar cüret eder ve bunlardan çok az kişi kurtulur. Bunlar: Padişaha arkadaş olmak, kadınlara güvenmek, tecrübe için zehir içmektir. Bilginler, devleti, güçlükle tırmanılır fakat güzel meyve ağaçlarla, kıymetli mücevherlerle, faydalı otlarla; bununla beraber yırtıcı aslanlarla, kaplanlarla, kurtlarla, korkunç ve zararlı her şeyle de dolu olan dağa benzetirler. Bu dağa tırmanmak çok güçtür fakat bu dağda yerleşmek daha çok güçtür.”

Dimne cevap verdi:

“Haklısın! Fakat tehlikelere dizgin vurmayan kimse de hiçbir meramına eremez. Kendisini, muradına erdirecek bir işi, korunabileceği bir korku yüzünden bırakan kimse de hiçbir büyük iş başaramaz. Deniliyor ki: Her şeyden fazla üç şey ancak yüksek bir gayretin, büyük bir düşüncenin yardımı ile elde edilebilir. Bunlar: Hükümdarla dost olmak, deniz ticaretine çıkmak ve düşmanla uğraşmaktır. Bilginler, iyi huylu ve ergin kimsenin ancak iki yerde görülebileceğini ve ancak bu iki yere layık olduğunu söylüyorlar. Bunlardan biri, hükümdar yanında ağırlanmak yahut zahitlerle birlikte ibadetle meşgul olmaktır. Nasıl ki bir file de ancak iki yerden biri yakışır. Ya vahşi bir hâlde yaşamak yahut hükümdarların bineği olmak.”

Bunun üzerine Kelile:

“Öyle ise Allah seni yapacağın işte başarılı eylesin!..” dedi.

Dimne de kalkıp gitti. Aslanın yanına girdi; yüzünü yerlere sürerek selam verdi.

Aslan yanında bulunanlara dönerek:

“Bu kim?” diye sordu.

Bunlardan biri:

“Bu filan oğlu filandır!” dedi.

Aslan:

“Evet, babasını tanırdım!” dedi.

Sonra Dimne’ye dönerek sordu:

“Nerelerdesin?”

Dimne cevap verdi:

“Efendimizin kapısında bulunuyor ve kafamla, gücümle efendimize yardım için imkân verecek bir işin çıkmasını bekliyorum. Çünkü hükümdarların kapısında, gözde olmayan kimselerin de yardım edebileceği işler çıkabilir. Nitekim bu kapıda duran hiçbir kimse küçük görülmez. Herkesten, kendi kudretince faydalanmak mümkündür. Hatta yere atılan bir çöp bile işe yarar ve onu yerden kaldıran adam icabında kullanmak üzere bir tarafa saklar.”

Aslan, Dimne’nin bu sözlerini dinledi ve beğendi. Kendi kendine, “Galiba bize vereceği bir nasihat veya anlatacağı bir düşünce var.” diyerek meclisinde hazır bulunanlara:

“Bazı kimseler, zekâ ve asalet sahibi oldukları hâlde bu meziyetleri tanınmaz ve bu yüzden mevkileri yükselmezse de bunların yetenekleri, kendilerini mutlaka ileri sürmek ister ve içlerindeki yükselme arzusu üflendikçe alevi şiddetlenen bir ateş gibi yanar.” dedi.

Dimne, aslanın kendisinden hoşlandığını anlayarak dedi ki:

“Ey hükümdar, halkınızın kapınızda bulunmalarının sebebi, geniş bilgilerini tanıtmak ümididir. Denildiğine göre, iki şeyde insanlar arasındaki üstünlük dikkate değer. Birincisi cenk adamının cenk adamına, ikincisi ilim adamının ilim adamına üstünlüğüdür. Yardımcılar denenmemiş kimseler olurlarsa onların çokluğu, belki de iş bakımından zararlı olur. Çünkü iş, yardımcıların çokluğu ile değil belki bunların özlülüğü ve yararlığı ile yürür. Yoksa yardımcıların çokluğu, kendini öldüresiye bir taş taşımaktan ve bu taşa bir değer bulamamaktan farksızdır. Ağaç gövdelerine muhtaç olan kimse, ağaç dallarının çokluğundan faydalanamaz. Onun için siz de ey hükümdar, derecesi küçük olan bir kişinin sahip olduğu meziyeti azımsamamak ve küçümsememek mevkisindesiniz. Çünkü küçük, büyüyebilir. Onun bu hâli, yay yapmak için ölülerin cesedinden alınan kiriş gibidir. Kiriş, ölülerin cesedinden alınan hor bir şey olduğu hâlde yaya gerildikten sonra mevkice yükselir ve hükümdarların eline geçerek kuvvetlerini göstermek ve eğlenmek için kullanılır.”

Dimne bunları söyledikten sonra, hükümdarın iltifatını kazanmış olmasının yalnız düşüncesinin kuvvetinden ve yeteneğinin yüksekliğinden ileri geldiğini yoksa aslanın babasını tanımış olmasından ileri gelmediğini anlatmak isteyerek sözüne şu şekilde devam etti:

“Hükümdar, insanları babalarını tanımak ve onlara vaktiyle mevki vermiş olmak yüzünden, kendisine yaklaştırmaz yahut babalarının kendisinden uzak kalmış olmaları dolayısıyla da onları kendinden uzaklaştırmaz. Belki her adamını dener ve onun ayarını tanır. İnsanın kendisine en yakın yeri, kendi gövdesidir. Gövdesi içinde ise kendisine zarar verecek hastalıklar bulunabilir, hastalık ise ancak tedavi ile giderilir.”

Dimne’nin sözlerini bitirmesi üzerine aslan bu sözleri son derece beğenerek ona çok güzel cevap verdi ve daha fazla sevgi gösterdi. Sonra meclisinde hazır bulunanlara şöyle dedi:

“Hükümdara gereken, hak sahibi olanların hakkını tanımazlık etmemektir. İnsanlarsa bu bakımdan iki çeşittir: Biri huysuzdur. Ve öyle bir yılan gibidir ki üzerine bir kere basılır da adamı sokmazsa adamın buna kanarak yılana bir kere daha basmaması gerçekleşir. Çünkü bir kere daha basarsa yılan da onu sokar. Biri de yumuşaktır ve soğuk sandal ağacı gibidir. Fakat bu ağacı da fazla ovarsanız zarar verici bir sıcaklık verir.”

Daha sonra Dimne, aslanla dost oldu. Onunla baş başa vererek görüşmeye başladı. Dimne bu fırsatların birinden faydalanarak aslana dedi ki:

“Hükümdarın bir yerde oturup dışarı çıkmadığını görüyorum. Bunun sebebi ne olabilir?”

İkisi bu yolda konuşuyorlar iken Şetrebe, şiddetle böğürmeye başladı. Bu böğürme aslanın üzerinde tesir etmekle beraber, aslan hâlini açığa vurmak ve Dimne’ye göstermek istemedi. Fakat Dimne bu sesin aslanı korkuttuğunu ve içine tesir ettiğini anlayarak sordu:

“Bu sesi işitmek hükümdarı rahatsız etti mi?”

Aslan da:

“Bundan başka bir şeyden rahatsız olmuyorum!” dedi.

Dimne:

“Fakat hükümdarın bir tek ses yüzünden yerini bırakması gerekmez. Çünkü bilginler: ‘Her sesten korkmak doğru değil.’ demişlerdir.” dedi.

Aslan sordu:

“Bunun temsili nedir?”

Dimne de anlattı:

“Tilkinin biri, bir ormana dalar. Meğer bu ormanın içinde bir ağacın üzerinde asılı duran bir davul varmış. Rüzgâr estikçe ağacın dalları davula çarpıyor, ortalığı müthiş bir ses kaplıyordu. Tilki sese bakarak bu tarafa doğru gider ve karşısında iri yarı bir şey görür. Bunun, mutlaka et ve yağ ile dolu olduğuna hükmederek davulu ele alır ve onu yarıncaya kadar uğraşır. Yardıktan sonra içinin bomboş olduğunu görünce: ‘Anlaşılan en yüksek sesli ve en iri gövdeli olanlar, içi kof olan şeylerdir!’ der.

На страницу:
2 из 5