
Biz Babasız Büyüdük
–Verecek olsam yok ki… Rüyama girdi… diyor annem.
–Ben rüyamda yufka vermiştim, diyorum kafamı kaldırıp, övünç dolu gözlerle anneme bakarak.
–Ahmağım benim, diye konuşuyor annem, başımı okşayarak, babana vermeden kendin yemişsin ya!
–Hiii…
Sonra… geceleyin Temir’le yaptıklarımız aklıma geliyor bir anda, o an dilim tutuluyor.
Gerçekten de düşümde, pınarın başındayken babam benim verdiğim yufkadan yememiş, nedense bana darılmış gibi bakarak oturmuştu. Demek ki köyden gönderilen hediyelerden ona gitmemiş. Başka askerler doyana kadar yemiş, babama ise “Senin payını oğlun yedi” denmiş…
Tüh!..
O günden başlayarak kendimce babama azık toplamaya başladım. Anneme göstermeden biriktirdiğim azığı babama göndereyim, herkesi şöyle bir şaşırtayım, yaptığım ayıbı temizleyeyim, babama bir de mektup yazıp sevindireyim diye düşünüp gayretlendim. Yediğim ekmeklerden, kavuttan artırıp, yüklüğün yanındaki boşluğa saklamaya başladım. Bir gün baktım ki küçük küçük ekmek parçaları ben farkına varmadan epey çoğalmış. Ekmekler kurumuş, bazılarının üzeri küf tutmuş. Kavutun tadına baktım, o da ekşimiş. Anneme gösterip, sırrımı ortaya dökmek istemedim. Ekmekleri ayrı, kavutu ayrı bağladım ve bir de mektup yazdım:
“Babacığım, karnın aç mıydı? Geçenlerde sana gönderdiğimiz azıktan az bir şey yemiştim, bana darılmadın değil mi? İşte, bu ekmekleri sana gönderiyorum. Bana darılma, tamam mı babacığım?.. Bir an önce evimize gel, iyi mi? Temir’in babası gelip gitti. Sen neden gelmiyorsun? Erlik gösterip sen de gel olur mu? Sonra bana Temir’inki gibi mızıka al, defter al, kalem al, öyle gel olur mu babacığım?”
Hemen o gün yazdığım mektubu ekmeklerin arasına sıkıştırıp, ağzını iyice bağladıktan sonra, yükümü alıp postacı dedeye gitmiştim. Postacı dede sallanarak yürüyen atıyla ileriden görünmüş, önüne geçip selamlayarak karşılamıştım onu. Dede, selamımı alıp, uzun kirpiklerini beni nereden tanıdığını hatırlamaya çalışırcasına kırpıştırıp durdurmuştu atını.
–Dedee, bunu babama verir misiniz?
–Bu elindeki ne?
–Azık…
–Azık böyle gönderilir miymiş. Sen kimin oğlusun bakayım?
–Aralbay’ın…
İhtiyarın yüz hatları bir anda gerilmişti.
–Aralbay’ın mı dedin?..
O gün postacı dede “Vay benim başıma gelenler!” diyerek, kamçısıyla giydiği kaftanın eteklerini sert bir hareketle toplamış ve atını sürüp gitmişti. Elimde azık çıkını, tek başıma sokağın ortasında kala-kalmıştım. İhtiyar biraz gittikten ve benim anlayamadığım bir şeyler mırıldadıktan sonra atının yönünü bana çevirip yeniden yanıma gelmişti. Göz göze gelmemeye çalışmıştı benimle.
–Gel, gel yavrum, kurbanın olayım, ver azığını, ver, demiş aceleyle elimden hazırladığım çıkınları alarak yüzüme bile bakmadan ayrılmıştı yanımdan.
Akşamleyin annem işten gelince, “Sırrımı nasıl açsam, annemi nasıl sevindirsem?” diye düşünüyor, neşeyle gülümsüyordum. O sırada kapının önünde ayak sesleri duyuldu. Dışarıdan ihtiyar nineler ve dedeler geldi. İçlerinde postacı dede ve köyün muhtarı da vardı. Nedense korkmuşa benziyordu annem, gelenleri sorgulayan gözlerle süzüp öylece ayakta kaldı. Gelenler de bir an için ne yapacaklarını şaşırmışlar gibi anneme bakıyorlardı. Sonra kadınlardan biri beni dışarıya çıkardı, cebinden küçük bir ekmek parçası çıkararak tutuşturdu elime, yanağımdan öpmüştü. Yüzüme iki damla ılık su damladı. Tam o sırada içerden annemin acı çığlığı duyuldu…
Sonraları Temir’in annesinin de böyle bağırdığını duymuştum.
Git gide böyle çığlıklar köyün hemen her evinde sıkça duyulur oldu…
İşte!..
“Baban var mı?” diye sorduklarında “Yok!” demeye o günlerde alıştık biz…
SALİMA
… Ben o zamanlar on üç yaşındaydım. Salima da on üçündeydi. İkimiz de aynı sınıfta okumuş, aynı sırada oturmuştuk…
Salimalar da bizim köydendi, ama o şehirde doğmuş. Babası şehirde önemli görevlerde bulunmuş; sonraları gözden düştüğü için mi veya tayini mi çıktı tam olarak bilmiyorum, yeniden köye gelmişlerdi. Onlar geleli bir yıl oluyordu. Babası ilçe merkezinde çalışıyor, karısıyla beraber ilçede yaşıyorlardı. Salima ise köyde, büyük annesinin yanındaydı. Ailesi şehirden geldikten sonra Salima, bir sene de ilçedeki okulda okumuştu. Bizim okula ise bu kış gelmişti.
İkimizin aynı sırada oturmamıza da, yakın arkadaş olmamıza da kendisi sebep oldu.
… Kışın en soğuk günleriydi. Dışarıda esen rüzgarın uğultuları duyuluyor, nefes kesen sert ayaz, ıslık çalar gibi insanın yüzünü yalayıp geçiyordu. Dersleri sabahları görürdük. Okulumuz köyün üstündeki küçük bir tepenin yamacındaydı.
O gün okula gitmek için evden çıktığımızda elimizi ayağımızı donduran ayaza aldırmadan, Kamçıbek’le ikimiz soğuktan donmuş bir inek tezeğine “Kim önce vuracak?” diye itişip kakışarak oynamıştık.
Üzerimde, artık eskimiş, kuzu derisinden yapılma; yakaları, üzerine un serpilmiş gibi ağarmış, sabaha kadar dışarıda kalmış da kırağı düşmüş görüntüsü veren sarı gocuğum vardı. Soğuktan kızarmış yusyuvarlak bir yüz, şişmiş bir burun, içine çökmüş gözler… Kamçıbek’in üzerinde ise babasının eski işçi tulumu… İkimizin de ıslanan kafalarımızdan buhar çıkıyordu. Oyuna dalmış, derse geç kalmışız. Nefes nefese, gürültüler çıkararak sınıfa girdik. Fakat, zamanın kurallarına göre kapıda dimdik durup beklemek lazımdı. Sınıftakiler bizim perişan halimize bakıp uğultuyla güldü.
Arada sırada sınıfa geç kalanların gözünü korkutmak için onları azarlayarak karşılayan öğretmenimiz, bu defa bize sakin davrandı. Fakat kaşlarını çatarak bizi karşılayan öğretmenin ses ifadesindeki değişiklik, beni şüphelendirmişti. Bizim öğretmen genellikle sınıfa müfettiş ya da bakanlıktan birileri geldiği zamanlarda onların gözünde kendisinin sınıfa olan hakimiyetini göstermek için midir ne, her zaman böyle ağır bir ses tonuyla konuşur, ciddî bir tavır takınırdı. Fakat bu halinin normal karakterine uymadığı ve özel olarak böyle davrandığı hemen anlaşılırdı… İşte bundan sonra “Acaba dersi dinlemeye kim geldi?” diye düşünmeye başladım. Arka taraftaki sıraları gizlice gözümün ucuyla süzdüğüm zaman bir çiçeğin üzerine konan beyaz bir kelebek misali tatlı mı tatlı bir hayal gözüme çalındı. Alıcı gözle bakmaya kalmadan Kamçıbek burnunu “şorr” diye çekmesin mi! Sınıftakiler yeniden gülmeye başladı. Öğretmenin de elinde olmadan yüz hatları gerilmiş, yanaklarında tebessüm eden bir ifade belirmişti. Gülümseyerek arka tarafa doğru istemeden bir göz attı. Kafasını bize çevirmesiyle yüzündeki gülümseyen ifadenin kaybolup yeniden ciddileşmesi bir oldu. Bunu gören sınıftakiler de hemen gülmeyi kestiler. Öğretmen, hızlı adımlarla karşımıza gelip dikildi.
–Neden geç kalıyorsunuz?
–Yolda… diye ne söyleyeceğimi şaşırmış, bir an için duraklamıştım ki Kamçıbek:
–Annem… diye birden lafa karıştı. Birbirini tutmayan bahaneler bizi iyiden iyiye maskara etmişti.
Öğretmen tam da beklediğim gibi özenle seçtiği tehdit cümlelerinden oluşan bildik nasihatlerinden birini çekti.
–Oturun, bundan sonra derse geç kalmayın, diyerek nasihatini bitirdi. Fakat bugün sarf ettiği sözler özel bir itina ile seçilmiş, lafı döndürüp dolaştırmış, uzattıkça uzatmıştı. Öyle ya, ihtimal biraz önce gördüğüm tatlı siluet, yukarılarda bir yerlerde oturan büyüklerden birinin kızı olmalıydı.
Öğretmen sözlerini bitirinceye kadar başımı kaldırıp biraz önce anlattığım kelebeğe, bir defa daha bakamamıştım. Fakat sıra oturmaya gelince böyle durumlarda bir türlü peşimi bırakmayan talihsizliğim yine ayağıma sarıldı. O da nesi, kaküllü saçlarına bağladığı bembeyaz kurdelesi tıpkı bir kelebeğin kanadına benzeyen, yüzü de o beyaz kurdele gibi apaydınlık, şirin mi şirin küçük kız benim sıramda oturuyordu. Ben hep yalnız otururdum. O ise benim sırama yerleştiği yetmezmiş gibi, üstelik bir de sıranın her zaman oturduğum tarafına oturmuştu. Üzerimde sallım süllüm duran gocuğumun bağlarını çözüp de kafamı kaldırdığımda, küçük bir ceylan yavrusununki gibi koca koca bir çift gözün önünde ne yapacağımı şaşırıp kaldığımı hatırlıyorum.
O bir çift göz, derse geç kalmamı, üstümün başımın halini görüp, hepsinden de kötüsü sanki öğretmen hakkında hiç de iyi olmayan düşüncelerimi sezmiş, “Böyle de edepsizlik olur muymuş?” der gibi hayretler içerisinde bana bakıyormuş gibi gelmişti. Yüzünü doğru düzgün süzüp de ona bakamadım; bu yabancı kızın önünde nedense kendimi işe yaramazın biriymiş gibi hissedip mahcup oldum. Sıramın yanına geldiğimde elimde olmadan biraz duraksadım, fakat onunla göz göze gelmekten çekinerek aniden yanından geçiverdim.
Gidip arkadaki sıraya oturdum. Oturdum oturmasına fakat yine de nefes nefeseydim. Belki de çoktan geçmesi gereken bu hal, yabancı kız yüzünden heyecanlanmamdan olsa gerek daha da beter hızlanmışa benziyordu. Nefes alışım büyük kursaklı ineklerinki gibi öyle gürültüyle oluyordu ki hemen önümde oturan kızın duymaması için kendimi sıktıkça sıkıyordum. Bütün bunların üzerine bir de dışarıdan gelip de gocuğumu çıkarmamam –o zamanlar sınıfta üzerimizdekileri çıkarmak nedir bilmezdik- yüzünden beni ter bastı. Sıcağı görünce burnumdan akmaya başlayan ılık su durmuyor. Burnumu çekeyim desem, “Çıkacak ‘şorultu’yu kız duyar mı acaba?” diye nefesimi tutuyor, kendimi sıkıyordum. Fakat ne kadar tutmaya çalışsam da burnumdan dudaklarıma doğru yavaşça süzülen ılıklığı hissediyordum…
Bütün bunlar olurken kendi sıramda oturmadığımı fark eden öğretmen;
–Surançiev, ne oldu sana?… Rüya mı gördün? Kendi yerine otur! diye beni azarlamaz mı?..
İşte bu kadarı fazlaydı. Her yanımı ter basmış, burnum durmuyor… Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de bu haldeyken yabancı kızın yanına oturmak zorunda kalmak çok ağırıma gitmişti. Ya öğretmenin yabancı kızın gözleri önünde suçum olmadığı halde beni azarlamasına ne demeliydi!.. Rezil olmuştum.
Öğretmen beni azarlarken sınıftakiler arkaya dönüp alaylı gözlerle bana bakmıştı. Fakat bunları önemsemedim. Yabancı kızla bir an göz göze geldik. Onun ise düştüğüm durumla alay etmekten çok bana acıyan gözlerle öyle bir bakışı vardı ki… Keşke yer yarılsa da içine girseydim. Herhangi biri gibi, hatta alaylı gözlerle baksa bile belki de ona bu kadar gücenmeyecektim; fakat ben sanki çok acınacak bir duruma düşmüşüm de onun da içi sızlamış gibi bana böyle bakması, beni zavallı biri olarak gördüğünü gösteriyordu.
O zamanlar inatçının tekiydim, böyle durumlara düştüğümde canım çok sıkılırdı. Sinirlendim. Çok kinlenmiş, hırslanmıştım. Öğretmene içimden söylemediğimi bırakmadım. İki karış suratla ayağa kalktım ve beklemeye başladım.
Fakat, bizim yalaka öğretmen sınıfa yeni gelen kıza;
– Siz… Ön tarafa oturunuz. Evet, evet şuraya, öne gelin lütfen, diyerek, sanki bir suç işlemiş de af diliyormuş gibi kısık bir sesle rica etmeye başladı.
Kendisinden büyük bir kişinin, üstelik öğretmeninin böyle davranmasını yadırgadığı her halinden belli olan kızcağızın yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Ortada, üç garip hâl vardı: Birincisi, sanki amirinin karşısındaymış gibi eğile büküle konuşan öğretmenin durumuydu ve ben onun bu haline hem gülmek istiyor, hem de epey sinirleniyordum; diğer taraftansa zor duruma düşmüş, işin içinden nasıl çıkacağımı bilemezken yeni gelen kızın sıramı boşaltıp ön tarafa oturacak olması, bana rahat bir nefes aldırmıştı. Sonuncusu ise; aslında daha önce hayatında hiç şehir görmeyen küçük bir çocuğun kafasında, şehir ve şehirlilerle alâkalı kurduğu hayallerden olsa gerek çok aptalcaydı. Yabancı kızı gördüğüm andan itibaren kafamda, sanki o benden yüksek seviyede biriymiş gibi bir düşünce belirmişti. Yabancı kızın, öğretmenin sözlerinden sonra kıpkırmızı olan yüzünü görünce “Bu da aynı benim gibi utanıyormuş ya” diyerek, derin bir nefes almış, rahatlamıştım.
Kız, hiç sesini çıkarmadan başını önüne eğip ön taraftaki sıraya gitti ve Kamçıbek’in yanına oturdu. Zilin çalmasıyla öğretmen sınıftan çıktı. Sınıftakiler âdetleri olduğu üzere her zamanki gibi gürültüyle oraya buraya koşmaya, oyun oynamaya başlamışlardı. Kamçıbek de yerinden kalkıp koşanların arasına giderken birden yeni sıra arkadaşına döndü;
–Oo, senin adın ne bakalım? dedi. Kamçıbek’in kaba saba hareketlerinden hoşlanmamış olacak ki yabancı kız hayretler içerisinde Kamçıbek’e bakıp yüzünü buruşturdu ve cevap vermeden kafasını çevirdi.
Eğer Kamçıbek’in yerinde ben olsaydım sanırım pancar gibi kıpkırmızı olurdum. Fakat o, ne kızın cevap vermemesine ne de kendi kabalığına aldırmadı bile, gidip oyun oynayanların arasına karıştı. Fakat Kamçıbek’in bu kabalığı sadece kızın değil, benim de tüylerimi diken diken etti. Yabancı kız hepimizi Kamçıbek gibi yabani zannedecek diye telaşlandım. Kız, oyun oynayanların arasına karışmadan bir kenarda sessizce oturdu ve sonra nasıl oldu, ne oldu tam anlayamadım, bir anda bana bakarak yanıma doğru yürümeye başladı. Ben de oyuna katılmamıştım. Kızın neyi düşünüp ne söylemek istediğini anlamaya çalışıyordum. Karşıma geçip işaret parmağını yanağına dayayarak küçük bebeklerin yüzünde beliren o tatlı tebessüme benzer bir gülüşle gözümün içine bakıp:
–Ben senin yanında otursam olur mu? dedi.
Daha ben ne diyeceğimi düşünemeden birdenbire ağzımdan “Olur” diyen bir sesin çıktığını hatırlıyorum.
“Bu da ne demek oluyor? Benim yanıma gelmese de ön tarafta otursa olmaz mı? Ya da Kamçıbek mi hoşuna gitmedi? Tüh, gafil avlandık, böyle olacağını bilseydim ben de oyuna karışır, bu kızdan uzak dururdum.” diye kendi kendime kızdım. Fakat kendime kızmakla beraber kızın Kamçıbek’i istemeyerek benim yanıma oturması, kalbimde bir yerlerde bir sıcaklığın oluşmasına da neden olmadı değil. Öyle ya, Kamçıbek’in değil, benim yanımda oturacaktı. Hatta birden gururlanıp, epey hoşuma giden bu hali “Bizim çocuklar da görse..” diyerek içten içe heyecanlanmıştım bile.
Yabancı kız kitaplarını alarak yanıma oturdu. Bir müddet ikimiz de konuşmadık. O, çocukların oyununu izliyordu, ben de izliyordum… Arada bir göz ucuyla bana bakıyordu, ben de bakıyordum… Bakışlarımız karşılaşacak olsa, ikimiz de birdenbire gözlerimizi kaçırıp başka taraflara bakıyorduk. Galiba konuşmaya benim başlamamı bekliyordu. Bense nereden başlayacağımı bilemeden sıkıntıyla oturuyordum.
Bir müddet sonra;
–Sen neden oynamıyorsun? dedi.
–Öylesine…
–Senin adın ne?
–Alım.
Biraz daha sessizlik oldu. Fakat benim konuşmama fırsat kalmadan.
–Yanında oturmama kızmıyorsun değil mi?
Yabancı kızın bu sözlerine çok şaşırmıştım.
–Otur…
Biraz daha ses çıkarmadan bir şeyler düşünüyormuş gibi durdu ve sonra sanki çok eskiden tanışmışız gibi gülerek bana dönüp:
–Sen ne kadar da utangaçmışsın! dedi.
Tövbe, hiç beklemediğim bir anda yapılan bu saldırı karşısında, dışarıdan hiçbir şey belli etmesem de beynimden vurulmuşa döndüm. Kimseye belli etmediğim gizli sırrımı nasıl oldu da hemen anladı diye aklıma türlü düşünceler geldi. Her taraftan kuşku çemberi içinde kaldım. Doğru düzgün bir cevap aklıma gelmediğinden sorduğu soruyu duymamış gibi yapıp ona dönerek ;
–Efendim? dedim.
O da şaşırmıştı. Herhalde pot kırdığını anlamış olacak ki hiç sesini çıkarmadı.
Aslında benimle açık konuşmasını anlayabilirdim. Zaten kendi halinde, utangacın tekiydim. Bunları düşününce sinirim yavaş yavaş geçmeye başladı. Fakat nedense eskisinden de beter terlemeye başlamıştım.
“En başından yanına oturtmamalıydım. Acaba nasıl biri? Adı? Adını sormalıyım…”
Galiba durgun halim ilgisini çekmiş olacak ki gözlerini üzerimden ayırmadan bana bakıyordu. Bu bakışlardan olsa gerek iyiden iyiye aptallaşmış, bırak adını sormayı yüzüne bile bakamaz olmuştum. Baktı ki olacak gibi değil, yine kendisi, -Peki sen neden benim adımı sormuyorsun? diyerek, gülümsedi. “Benim adım Salima… bundan sonra ikimiz beraber oturup arkadaş olalım, olur mu? dedi.
Sözlerini bitirmesiyle cevap bekleyen gözlerle bana bakmaya başlaması bir oldu. Konuşma sırasının bende olduğunu biraz sonra ancak idrak edip, aramızda yeni yeni gelişen sohbeti soğutmamak için uygun bir şeyler söylemek için gayretlendim. Fakat aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Ben düşünürken o hala cevap bekler gibi bana bakıyordu. Bense ne diyeceğimi bilemez bir halde düşünüp duruyor, aradan biraz vakit geçince “İki çift laf bile edemedik..” diye sinirlenmeye, sinirlendikçe de aklımdakileri unutmaya başlıyordum… “Bu şekilde oturup kendimi Salima’ya salak gibi mi göstereceğim?” diye ödüm koptu. “Bir an önce teneffüs zili çalsa da bu işkenceden kurtulsak!” diye sabırsızlıkla beklemeye başladım. Fakat oyun oynadığımız zamanlarda on saniye gibi geçip giden on dakikalık teneffüs, sanki on ay gibi geçti. Alnım boncuk boncuk ter içinde kalmış, burnuma kadar akıp gelen ter damlaları burnumun ucundan elimin üzerine düşmüştü. Ya Salima’nın bakacak başka yer yokmuş gibi bana baktığı için saniye saniye ter damlasının elime düştüğü anı görmesine ne demeliydi?..
Nihayet teneffüs zilinin çalmasıyla rahat bir nefes almıştım ama, bir taraftan da Salima’ya doğru dürüst cevap veremediğim için kendime çok kızdım. Aslında ona da kızmıştım.
“Ne diye gelip bana yapıştı ki?.. Kamçıbek’in yanında oturmak istemiyorsa gitsin kızların yanında otursun, o da olmadı kendi başına otursun. Arkadaş olalım diye kızlara söylemiyor da gelip bana soruyor, kız başıyla, tövbe!…”
“Fakat çok şirin gülüyor yaa, ne de güzel bakıyor öyle… İyi bir kıza benziyor…”
***İşte Salima’yla böyle tanıştık. Günler birbirini kovaladı. Artık onunla konuşurken utanmıyordum. Salima’yla beraber oturmaya, ona giderek alışmaya başlamıştım.
Gönlümde daha önceleri hiç hissetmediğim garip duygular duyuyordum. Salima’nın yanındayken kendimi kontrol ediyor, sakin, akıllı, terbiyeli görünmeye çalışıyordum. Fakat neden böyle yaptığımı, aklım bir türlü almıyordu. Bildiğim tek bir şey vardı: “Salima, benim hoşuma gidiyordu..” ve “Eğer o benim hoşuma gidiyorsa, ben de onun hoşuna gidiyorumdur.” diye düşünüyordum.
Kendi içime kapanarak kimseyle muhâtap olmayışımın, başkalarına, kendini beğenmişlik, içi boş bir alçakgönüllülük olarak göründüğünü biliyordum; fakat kendi karakterimi nasıl değiştirebilirdim ki?
Sonraları Salima’yla çok yakın arkadaş olduk. Aramızdaki dostluk pekiştikçe ona karşı olan hislerim daha da sıcaklaştı. Mesela Salima hakkında herhangi birinin kötü söz söylemesini, -kötü söz de laf mı, kötü düşünmesini bile- istemiyor; hayaller kuruyor, kurduğum hayallerde onu her beladan koruyordum. Fakat çocuklardan veya büyüklerden biri onu ağzına dolarsa, ya da ansızın birileri gelip de Salima hakkında duymak istemediğim şeyler söylerse diye daima korku içinde, gün geçtikçe etrafımdaki herkesten uzaklaşıyordum. Sadece Salima değil, onun yakınları hakkında bile birilerinin ağzından dedikoduya benzer bir söz duyacak olsam, o dedikoduyu çıkarana da yayana da içimden düşman oluyordum. Fakat, Salima’nın benim hoşuma gittiğini belki de sevdiğimi kimseye söyleyemiyor, onu kötüleyen veya hakkında konuşan her kimse, açıkça ona karşı çıkamıyor, sessiz kalıyordum. Durum böyle olunca da içim içimi yiyordu.
Salima’yı açıkça savunamamamdan dolayı kendime kızsam da, bazen bu işte suçsuz olduğumu da düşündüğüm olurdu. Çünkü ben böyle konuları açıkça söyleyemeyen, içindeki duyguları sağda solda açıkça anlatmaktan çok kutsal bir hazine gibi görüp içinde tutan tabiatta biriydim. Kamçı-bek çocuklara:
–Salima’nın babası şehirdeyken yükseklerdeymiş, onu koltuğundan indirip buralara sürmüşler, diye kendi babasından duyduklarını anlattığı zamanlarda, bu durum ne kadar zoruma gitse de hiç sesimi çıkarmadan dinlerdim…
***Sonraları derslere de Salima’yla beraber çalışır olduk. Buna sebep olan da kendisiydi.
Bir gün okul dağılmış herkes evine gidiyordu. Salima beni görünce kız arkadaşlarını bırakıp hemen yanıma geldi ;
–Alım, bize gelsene, ev ödevini beraber yapalım, dedi.
Bu teklifi ilk duyduğumda, ne yalan söyleyeyim, epey sevinmiştim. Düşünmeden “Tamam” dedim.
–Oyalanmadan hemen gel, olur mu? Ödevi bitirelim, sonra top oynarız, benim büyük topum var. Anlaştık mı?
–Anlaştık.
Havanın bozuk olduğu zamanlardı. Salimaların evine gidene kadar eski ayakkabılarım boğazlarına kadar çamur içinde kalmış, yolda bir yerde durup da ayakkabıları temizlemek aklıma gelmemişti (aslında onların evini de kendi evimiz gibi görüyordum). Bizim köyde Rus usulü çatısı olan tek ev Salimalarınkiydi.
Eve gider gitmez, yemek yememiş, hiç oyalanmadan yola düşmüştüm. Galiba fazla acele ettiğimden olacak şaşılacak kadar kısa zamanda Salimaların evinin önünde olduğumu gördüm. Eve girdiğimde Salima masada yemek yiyordu. O zamanlar bizim evde masa filan olmadığı için, Salima’yı masada yemek yerken görünce “Keşke benim de bir masam olsaydı, Salimalar bizden daha iyi yaşıyorlar” diye düşünmüş, kendimi ondan daha aşağı gördüğüm için canım sıkılmıştı. Salima beni görünce çok sevindi. Gülen gözlerle bana bakarken “Çabuk gel!” demiştim, “ama bu kadar da çabuk olacağını bilmiyordum” der gibi bir hali vardı.
Onun gülen yüzünü görünce benim yüzümde de kendiliğinden bir gülümseme belirmişti. Hemen yerinden kalkıp yanıma geldi.
–Gel, gelsene Alım. Bak babaanne, hani sana anlattığım sınıf arkadaşım vardı ya, Alım, benim en iyi arkadaşım.
İçerideki odadan çıkan babaannesi beni baştan aşağıya kadar süzdü ve “Maşallah, çok iyi bir çocuğa benziyor” diyerek başını salladı.
Salima neşeli bir halde elimden tutup;
–Çok çabuk geldin, hadi gidip yemek yiyelim… Ben de daha yeni oturmuştum masaya, dedi.
Evin çok temiz ve düzenli olduğunu görünce kapının önünde kala kalmış, hiç bir yere kıpırdamaya cesaret edememiştim. Salima elimden tutup beni mutfağa doğru çekince çaresiz kalıp ben de arkasına düştüm. Fakat daha bir adım atmıştım ki ayakkabımın tabanına yapışan çamur parçaları eşikteki tahtaya düştü. Korktuğum başıma gelmişti. Babaannesinin önünde “Ayakkabılarımı temizleyeyim, ben sonra gelirim.” de diyemedim. Salima tahtanın üzerindeki çamur parçalarını ilk başta fark etmedi, ben ne kadar direndiysem de elimden tutup çekiverdi. Çamurları görecek, diye ödüm kopuyor; ne yapacağımı bilemez bir halde arkasında yürüyordum… Bu sırada Salima, tahtanın üzerindeki çamurları görmüş olacak ki kıkırdayarak gülmeye başladı.
–Ayy, ne bu ayaklarının hali böyle. Hi.. hi.. hi!… Babaanne, bakar mısın?… Ayak izlerin de sanki kaplumbağa gibiymiş.. hi.. hi.. hi!…
Olduğum yerde dona kalmıştım. Vücudum sanki yanıyormuş gibi ateş içindeydi; alnım boncuk boncuk terlemiş, burnumdan ılık sular akmaya başlamıştı… Yolda gelirken duyduğum sevinç, bütün heyecanım, rüzgarda dağılan sis bulutu gibi yok olup gitmişti. Kırılmıştım.
Yaşlı kadın bana “Sen daha küçük bir çocuksun.” der gibi sevgi dolu gözlerle baktı ve, -Olur, olur, temizleriz, diyerek o sırada iyiden iyiye kahkahalarla gülen Salima’ya döndü ve tebessümle, “Şiişt, yavrum, çocuğu utandırıyorsun!” dedi.
Bir anda yaşlı kadına içim ısındı.
Fakat Salima, gülmeyi keseceği yerde “Biliyor muydun babaanne, Alım çok utangaçtır, baksana yüzü kıpkırmızı oldu.. Hi.. hi.. hi!…” deyip sanki özellikle yapıyormuşçasına daha da kuvvetle gülmeye başladı. Her yanım ter içinde kalmıştı.
Salima’ya karşı içim buz gibi oldu.
Halime bakıp, sabredemeyerek, zaten dolan gözlerimden ağlamak üzere olduğumu anlayan yaşlı kadın torununa sert sert bakıp:
– Yavrum yeter artık, çocukcağıza… Evine misafirin geliyor, sen onu ağırlayacağın yerde gülüyorsun. Otur! Yemeğini ye. Güleceğine misafirine saygı göster, dedi.
Babaannesinin kızar gibi konuşması epey tesirli olmuşa benziyordu. Salima’nın gülmesi bir anda duruverdi. Sevimli yüzü kederlenmiş, yaptıklarına bizden çok kendisi kızıyormuş gibi bir hal almıştı. Benim önümde çok büyük bir suç işlemiş de sanki beni affedin der gibi bir bana bir babaannesine yalvaran gözlerle bakıyordu.
Salima’nın acınası halini görünce kendi halimi unutmuş, içim sızlamıştı. Yaşlı kadının Salima’yı yoktan yere azarladığını, bu kadar sert konuşmasının gereksiz olduğunu düşünüyordum…
Böyle karma karışık duygular içerisindeydim.
Salima’nın yüzünden düşen bin parçaydı. Uzun zaman üzgün hali devam etti. Gömleğinin düğmeleriyle sıkıntılı bir halde oynuyor, kafasını kaldırmadan yere bakıyordu. Sonra üzgün bir halde yanıma geldi ve fısıltıyla:
–Alım… beni affettin mi? Affettin değil mi?.. dedi.
Bunları söylerken başını hafifçe kaldırmış, utanarak yüzüme bakmıştı.
Salima’nın “Affettin değil mi?” derkenki bakışları… O an, benim önümde kendini hiç gereği olmadığı halde küçük duruma düşürdüğünü sezer gibi oldum. Acaba ben onun için önemli miydim? Kafam allak bullak olmuştu.
Bu dünyada bana en yakın kişinin, sadece Salima olduğunu hissetmiş, bu durumu sanki biraz önce öğrenmişim gibi nasıl olduğunu anlayamadığım bir coşkuya kapılmıştım. Biraz önce bana gülmesini, ona sinirlenmemi, benden af dilemesini, ona cevap vermeyi… her şeyi unutmuştum.
–Alım gel, hadi yemek yiyelim. Otur…
Salima’nın çehresi biraz sonra yine o sevimli haline dönecek, gülmeye başlayacaktı. Bense doğru düzgün yemek bile yiyemeyecek, gönlümde yaşadığım garip duygu yoğunluğu ile baş başa, öylece sessiz kalacaktım…