
Cengiz Han'ı Aramak
Hele hele şu sert yüzlü, çekik gözlü herif, insan etiyle karnını doyuruyor. Yola çıktığımızdan beri kan istiyorum diye kudurmuş gibi ağzında salyalarla etrafa saldırıyor…
– Bunlara ıssız çölün ortasında ne yapacaksın? Acıma duygusu olmayana ölüm de yok, dedi Emir.
– Yook… Aslanım, bunun gibiler yeryüzüne sığmaz. Burada onlara yer yok. Bunlara ölüm bile az. Bunlar dünyaya öylesine gelmişler. Hepsinin üzerine yırtıcı kuşları saldırtıp cesetlerini kara çölün sıçanlarına ve böceklerine vereceğim. Aslanım iyice dinle. Bir cesedi kurt yerse cesedin kendisi kalır, tilki kemirirse aşık kemiği kalır, çakal yerse baldırı kalır… Eğer böcekler yerse hiçbir şeyi kalmaz… İhtiyar kaba saba konuşuyordu. Böyle kötü bir ölümden başka onlara çare yok…
Emir işin aslını anladıktan sonra meczupları öldürmek için oklarını boşuna harcamak istemedi. Zaten biliyordu bu günahkârları ölümün beklediğini. Bir de ileride yolun uzun olduğunu ve ulaşacağı yere varmak için uzun süre yollarda olacağını da iyi biliyordu. Derken aniden gökyüzünde bulutlar peyda oldu, yağmur yağmaya başladı. O anda gelen gruptaki meczuplardan birisi kudurmuş gibi bağırmaya başladı:
– Ben biliyorum! Hissediyorum! Siz boşuna gezmiyorsunuz buralarda. Aranızda bir ceset var. Onu gömeceksiniz. Ceset çürüyüp kokacağına hiç uğraşmayın bana verin. Ben yiyeceğim onu! Çok acıktım. Bunu söyleyen boynunda boyunduruğu ve ayaklarında demir zinciri olan yamyamdı. Evet, biraz önce ihtiyar onun hakkında konuşuyordu. Dış görüntüsü çirkin, elmacık kemiği küçücük olan dişlek yamyam gürültüyle yine bağırdı:
– Cesedi bana verin! Kemireyim!
Bu yamyamın çığlığı emirin öfkesini oldukça şiddetlendirdi. Yamyam yüksek sesle bağırdıkça gök gürlüyor, şimşekler çakıyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
– Cesedi bana verin diyorum! Yemek istiyorum. Kemiklerine kadar yemek istiyorum. Tertemiz bir şekilde kemiririm ha! T-e-r-t-e-m-i-z! diye bağırıyordu yamyam.
Emir Cengiz Han’ın ruhunun onları takip ettiğini düşündü. Sonra elini yukarı kaldırıp “Bunların hepsini öldürün!” diyerek cellatlarına işaret verdi. Yağmurla birlikte hızla gelen ok, ilk sırada içine cin girmiş yamyama geldi. Ok ağzından girip kafasından çıkıverdi. Cellatlar bu meczupları göz açıp kapatıncaya kadar öldürüverdiler…
Üç gün yol yürümelerine rağmen önlerine hiçbir canlı çıkmamıştı. Bu durum emiri şüphelendirdi. Bunların kim oldukları, ne oldukları ve nereden gelip nereye gittikleri belli değildi. Eğer emir karşısına çıkanlara önem vermeden yürümeye devam etseydi rahmetli Han’ın dediklerini yapmamış olacaktı… Gökyüzünden onu takip eden Yüce Tanrı’yı hisseti…
Üçüncü gün emir, cellatları ve develeri ile sabah erkenden iki dağ geçidinin birleştiği yere, eski ceviz ağacının dibine geldi. Buraya gelince muhafızlarına ve cellatlara “Dinlenin!” diye emir verdi ve burada tek başına kaldı. Yalnız kalmasının başka sebebi de şuydu: Kimsenin olmadığı yerde sarı kesenin içindeki yazıyı açıp okumaktı. Ve yazıyı keseden çıkartıp okumaya başladı. “Emirim seninle gurur duyuyorum! Övgüye değersin. Hiç yorulmadan, usanmadan nihayet ceviz ağacına da ulaşabildin. Buraya sabahın erken saatlerinde gelerek iyi yaptın. Şimdi güneş biraz yükselince yaşlı ceviz ağacının gölgesi düşmeye başlayacak. O gölgenin ucuna doğru yürüyün. Giderken karşınıza büyük, coşkulu bir nehir çıkacak. O nehrin akışına karşı yürüyeceksiniz. Bu sizin bir gününüzün yarısını alacak. Ve bu yolda giderken artık gece olacak. Bu arada gökyüzünde kutup yıldızını göreceksiniz. Yıldıza doğru ilerleyin. Şafak sökene kadar iki tane dağ silsilesinden geçeceksiniz. Sonra nehrin ikiye ayrıldığı yere geleceksiniz. Buradan dümdüz batıya doğru gidin… Yol ilerledikçe tehlikeli bir yere geleceksiniz. Burada dar bir dağ geçidi var. Çok dikkatli olun. O dar dağ geçidinde akbabalar var binlerce. Ölü kokusunu uzaktan anlar ve size topluca saldırabilirler Emir’im. Dikkatli olur da aklı başında davranırsanız onlardan kurtulur ve dağ geçidinden geçersiniz. Sonra sarp dağlara geleceksiniz. Dağların arkasındaki düz yamaca geldiğinizde büyük bir taş göreceksiniz. Bu taşa gelince benim verdiğim üçüncü torbayı açacaksın Emir’im… Ama önce o yaşlı ceviz ağacını kökünden kesin. Sonra köklerini yerden kazıyın ve son filizine kadar ateşte yakın!”
Emir mektubu okuyup bitirince güneş çıkana kadar bekledi. Sonra cevizin gölgesinin ucunu belirleyip cellatlarına: “Eski ceviz ağacını kökü ile birlikte kesin, ateşte yakın!” diye emir verdi… Ceviz ağacı son dalına kadar yanıp kül olduktan sonra yukarı tarafa doğru gittiler… Dağ geçidine gelince büyük taşların üzerine tünemiş akbabalar görünmeye başladı. Emir cellatlarına: Onlar bize yaklaşınca ok atacaksınız, dedi… Bu yırtıcı kuşların insanlara bulundukları yükseklikten hiç kıpırdamadan bakmaları ürperti vericiydi. Karınları toktu. Cesedin etrafa yaydığı kokuyu hissetseler bile saldırmadılar. Akbabalar Emir ve adamlarının öldürdüğü ihtiyarın ve yanındaki günahkâr meczupların cesetlerini kemiklerine kadar yiyip bitirmişlerdi. Artık kanatlarını açacak halleri yoktu… Burası bu yırtıcıların yuvasıydı. Emir, Cengiz Han’ın ölümünün son dakikalarında “Önüne ne veya kim çıkarsa çıksın hepsini tek tek öldürerek yolunuza devam edeceksiniz” dediğini bir an hatırladı. Ama ala renkli tüyleri olan, büyük kanatlı bu yırtıcıları öldürmeye erindi. Tam bu sırada gökyüzünde büyük bir leyleğin “kayk kayk” diye çıkardığı sesler kulaklarında çınladı. Leylek, Cengiz Han’ın ruhunu kanadında saklayan uçan perende idi. Emir leyleğin sesini duyunca hiçbir şey düşünmeden aceleyle yanındaki katillere: “Taşların üzerindeki yırtıcı kuşları oklayın!” emrini verdi. Okların isabet ettiği akbabalar büyük taşlardan teker teker düşüyorlardı… Dağ geçidinin içi kuşların çıkardığı seslerle yankılanıyordu. Son leş yiyen de taştan düştükten sonra etraf sessizliğe büründü…
Emir yedi muhafızı ile at ve develerin arkasında, zincir gibi dizilen kırk askerin önünde yürüyordu. Sarp dağlara yaklaştılar… Emir bu dağların yamaçlarına gelince önceki kâğıtta yazılı olan taşı gördü… Taşa gelince kimsenin olmadığı bir yere gidip gizlice sarı keseyi yaktı, sonra yeşil keseyi açarak içinden çıkan yeni talimatları okumaya başladı… “Emir’im seninle gurur duyuyorum! Eğer taşa geldiyseniz burada çok fazla oyalanmadan yolunuza devam edin. Burada kimse kalmasın. Burası kötü bir yer. Kim burada gecelerse ertesi güne sağ olarak ulaşamaz. Bu lânet yerdeki ejderler gündüzleri mağaralarda uyuyor geceleri ise avlanmaya çıkıyor karşılarına çıkan bütün canlıları öldürerek yiyorlardı. İşte sarp dağlar burada… Taşın güney tarafında Tibetli din adamlarının çivi yazısıyla yazdıkları yazı var. Sakın o yazıyı senden başka kimse okumasın. Yazıyı keskin bir hançerin sivri ucuyla okunamaz hale getir. Bu yazıyı Tibetli din adamları Tanrı’dan gelen bir işaret olarak kabul ediyor. Yani âlemin yüce Tanrısı benim! Benden daha güçlü Tanrı yoktur! Şimdi benim işaretim senin dilinde. Bu yalancı Tanrılar kendi işaretlerini taş üzerine bırakır, ben ise işaretimi senin gibilerin yüreğine bırakırım. Kim güçlüyse Tanrı ona kuvvet verir! Emir’im, sahte Tanrı’nın şeytani işaretini sil! Silme işini bitirdiğinde doğuya doğru yol al. Ulaşacağınız yere bir günlük ve bir gecelik yolunuz var. Biliyorum, kendi Tanrı’nı çok seviyorsun, tüm gönlünle ona bağlısın. Bunu çok iyi hissediyorum… Haydi, şimdi doğuya doğru ilerlemeye devam et. Şafak sökünce ıssız bir dağa geleceksiniz. O dağın eteklerinde yapayalnız duran ulu bir arça göreceksiniz. Arçanın yanına geldiğinde bu yazıyı yakacaksın ve kahverengi kesedeki yazıyı alıp okuyacaksın… Orada yerine getirmen gereken görevlerin var… Haydi, Emir’im yürü! Emir kesedeki kâğıdı okuduktan sonra koynundan çıkardığı keskin hançerle harfleri birer birer çizip okunmaz hale getirdi. İşin doğrusu bu taşta nelerin yazılı olduğunu anlamıyordu…
Emir taşın üzerindeki yazıyı son harfine kadar okunmaz hale getirdikten sonra yola devam etti…
Bir gün, bir gece sonra doğudaki büyük dağların eteklerindeki ovaya geldiler. Kâğıtta yazılı olduğu gibi ulu bir arça gördüler… İki dağın birleştiği yerde göğüs gibi iki ova vardı. Bu iki ovanın ortasında yalnız tek başına yükselen arçanın yanına vardıklarında, Emir, siyah keseyi açtı ve içindeki kâğıdı çıkarıp kimsenin olmadığı bir yerde okumaya başladı…
“Emir’im, bu siyah torbaya yapmanı istediğim pek çok görev yazdım. Onları dikkatle okuyup içindeki görevlerin hepsini teker teker yapacaksın. Bu arada kahverengi torbadaki yazıyı ateşe attın mı? (Emir bu sözü okuyunca korkmuş gibi kahverengi kâğıdı çakmak taşıyla yakıverdi.) Şimdi ise her bir kelimeyi dikkatle oku, Emiri’m. Siz iki dağın ortasında yetişmiş yüksek arçaya vardınız. Bu arçanın bin yıllık geçmişi vardır. Siz buraya benim cesedimi gömeceksiniz. Emir’im, biliyorsun cesedim yerde ebedi kalacak. Arçanın kökü ne kadar derinse mezarımı o kadar derin, ne kadar yaygınsa mezarımı da o kadar geniş kazacaksınız… Bu işi yazın Akşam yıldızı sönene kadar yapacaksınız. Mezar kazarken kimse ses çıkarmasın. Atlar kişnemesin, develer bozlamasın. Onları mezardan biraz uzak tutun, rahatsız etmesinler… Kazılan mezarın toprağını bir kenara toplayın, kesilen arçaya durmadan su koyun. Arça ağacının gövdesi kurumasın. Kazma işini bitirdikten sonra özellikle bu isteklerime dikkat et, Emir’im. Gökte Süreyya yıldızı sönene kadar kırk askerin kırkıncısını kurban edeceksin. Onun kanını mezarın en dibine saçacaksın. Sonra kesilmiş arçanın aşağıdan yukarıya doğru sayıldığında yedinci dalını, yukarıdan aşağı tarafa sayıldığında yedinci dalını keseceksin. Benim ervahımı çağırıp Tanrı’ya tövbe edecek o arçanın dallarını ateşte yakacak, külünü mezarın dibindeki kırkıncı askerin kanına saçacaksınız. Ondan sonra kurban olan askerin cesedini büyük saygıyla benim mezarımın yanına gömeceksiniz. Askere Han giysimi giydirteceksiniz. Başı güney tarafta, ayakları ise batı tarafta olsun. Öbür dünyada melekler doğudan ve batıdan gelir, sorguya çekmeye başlar. Bu sürede benim ervahımın yerine o askerin ervahını koyarsınız. Böylece meleklerden de kurtulmuş oluruz. Askerin mezarına bir atın büyüklüğünce toprak atın. Sonra kesilen arçanın dallarından bana bir taht yapın. Bir de üzerime ve üstüme kesilen arçanın dallarını koyun. Cesedimin hiçbir yeri gözükmesin. Oturmuş şekilde yüzümü batıya çevirmenizi istiyorum. Diriyken gidemediğim batıya öte dünyada boyun eğdireceğim. Üstüme âlimin kürkünü giydirin. Öbür dünyada şeytanlar bilginin kürküne bile yaklaşamazlar. Beni gömmeden önce bir elime kan, bir elime bal sürün. Ervahıma tövbe edin, gökyüzünden Süreyya yıldızı sönünce önce gözüme sonra mezarıma toprak koyun… Toprak tepeme kadar olunca deve ile gelen yedi sandık altın, inci, kuyum eşyalarını üstüme saçın. Mezar Padişahı beyaz yılan bu serveti koruyacak… Yani benim cesedimi intikam alacak olanlardan koruyacak… Emirim, kalan otuz dokuz askeri mezarın etrafına dizip her birinin gözünü siyah paçavra ile bağla. Süreyya yıldızı söner sönmez ona bakarak ruhuma tövbe et. Yıldız sönünce cesedimi hiçbir melek bulamaz. Sonra ruhumu çağırın, cesedimi ondan ayırın. Ne zaman ki uzaklardan atların ürküp develerin bozlama sesleri gelmeye başlarsa ve gökyüzünde bir leylek sesi duyulursa anla ki artık ruhum cesedimden ayrıldı… Ama bunu kimse görmemeli, Emir’im. Ve sen de… Ruhumu gökyüzüne yolladıktan sonra yedi cellat ile benim mezarıma tövbe edeceksin. Onlar ervahımla ilgilenen otuz dokuz askeri mezarıma itmeye başlayacak. İşi bitirdikten sonra yedi cellat onların üstüne insan boyu kadar toprak atsın ve onları gömsün. Daha sonra buraya kırk atı getirin. Onları da mezarın üstüne atın. Sonra mezarın üstüne bucak bucak taşlar dizin. Su ve yağmur girmemesi için üstümü beyaz toprakla kapatın. Sonunda kendi ellerin ile devenin yavrusunu annesine göstermeden kesiver. Ve onun kanını mezara dök. Sonra deveyi buraya getireceksin. Çünkü deve kendi yavrusunun burada öldüğünü, kanının yere döküldüğünü bilsin, ölen yavrusunun kanı burnunda tütsün. Sen bir yıl sonra deveye binip buraya geleceksin. Benim ervahıma dua edeceksin. Beni gömdüğün yerde güneş doğana kadar develere yeri çiğnet ki mezarım dümdüz olsun… Develer oraya buraya yürüyünce yürüdükleri alanın üstüne su serpeceksin. Onlar şafak sökene kadar mezarın üstünü çiğneyecekler. Bir yeri bin kere çiğneyen develerin hepsinin başı dönüp gözleri kararmaya başlar. Bu esnada hepsi işeyecekler. Bu iyi. Çünkü devenin işediği yere sürüngenler, sıçanlar, fareler yuva yapamaz… Develer çiğnettiğin yeri düzledikten sonra yedi cellat yavrusu olan devenin haricinde her şeyi oklarıyla öldürsünler. Sağ bıraktıkları deve ile bir yıl geçtikten sonra mezarımı ziyaret edeceğini biliyorsun. Aradan bir yıl geçse bile deve burnunda tüten yavrusunun kokusunu rahatlıkla bulacaktır. Ölen develerin etini uzaktan gelen akbaba ve kuzgunlar yemeye başladığında siz onları gizlice takip edin. Develerin etini yiyip bitirdikten sonra yırtıcı kuşların hepsini öldürün. Sonra develerin, akbabaların ve kuzgunların cesetlerini büyükçe bir ateşte yakın… Emir’im, siyah torbadaki yazının hacmi geniştir. Buradaki görevleri yerine getirmek senin boynunun borcudur. Sana verdiğim görevleri bitirdiğin zaman kırmızı torbayı açacaksın. Böylece diğer görevlerini de öğreneceksin, Emir’im. Tanrı seni esirgesin! Siyah torbadaki yazı böylece sona ermişti…
Geceleyin, şafak sökene kadar Emir siyah torbadaki görevlerin hepsini yerine getirdi… Ulu Cengiz Han soğuk toprağın altında ebedi uykuya dalmıştı…
Mezar kazılmaya başlandı. Topraklar dışarı atılıyordu. Emir otuz dokuz askeri mezarın etrafına dizdi, gözlerini siyah bez ile bağladı. Sonra Yüce Tanrı’ya tövbe edip deve yavrusunun derisinden yapılmış “def”e vurdu. Emir terlemeye başladı. Defin sesi yükseldikçe yer titriyormuş gibi oluyordu. Emir bir o tarafa bir bu tarafa koşuşturuyor, Şaman gibi kötü bir ruh haline bürünüyordu. Ses yükselince etraftaki askerlerin kalpleri titredi ve onlar da Şamanlar gibi tuhaf hareketlerle ayine katıldılar. Emir çöküyor ve yeri dinliyor, sonra kalkıyor göğü dinliyordu. Ayinde söyledikleriyle etrafındaki askerleri yılan gibi zehirlemiş ve onları hipnoz etmiş gibi etkisi altına almıştı… Tanrı’ya dua etti. Bu sırada göğsünü yumrukluyor ve bağırıyordu: “Yüce Tanrım! Sen bizi yanına al! Makamına yükselt bizleri de! Yanına al!” Askerleri cinler çarpmış gibiydi ve tamamı Emir’in sözlerini bağırarak tekrarlıyorlardı. Onlar da gökyüzüne bakıyor, ellerini havaya kaldırarak avazları çıktığı kadar bağırarak Emir’in kelimelerini tekrar ediyorlardı:
– Yanına al bizi de! Yanına al bizi de! Yanına al! Muhafızların sesi kapkara bir güç haline döndü ve etrafı gürültüyle inletti. Onlar Cengiz Han’ın mezarına kendi istekleriyle atlıyor ve seve seve can veriyorlardı. Fakat onlar kendi istekleriyle atlamamalıydı mezara, bizzat onları mezara Emir atmalıydı… Emir yedi deve ve cellatları ile Cengiz Han’ın mezarını düzledi. Artık yer dümdüz olmuştu. Emir gökyüzüne baktı. Etraf çok sessizdi. Gökyüzünde ne bir bulut ne de uçan kuşlar vardı…
Cengiz Han’ın mezarına kurban olan kırkıncı muhafızı attılar. Sonra arçadan taht yaptılar ve mezara tahtı yerleştirdiler. Tahtın üzerine de Cengiz Han’ı oturttular. Ayrıca mezarın üstüne yedi sandık altın, gümüş, inci, değerli taşlar atıldı. Bu servete yerin Padişahı beyaz yılan sahiplik yapmaya başladı. Yani hazineyi çalacak olanlardan, Cengiz Han’ın cesedini rahatsız edecek olanlardan korumaya başladı. Artık beyaz yılan mezara yerleşmişti. Emir, kimsenin bilmediği, görmediği bu garip yeri Cengiz Han’ın nasıl bulduğuna çok şaşırdı. Bu ona gizemli bir olay gibi geldi. Cengiz Han’ın isteklerinin tümünü yapmış olmak Emir’in kendisini bir kuş gibi hafif hissetmesini sağladı. Yavru deveyi annesinin üzerinde kesti. Anne deve çıldırmışçasına bir o tarafa bir bu tarafa koşturdu. Devenin ağzından beyaz salyalar, gözlerinden yaşlar akıyordu. Deve bozlayıp iki hörgücünü silkeliyor, uzun ayaklarıyla yeri dövüyordu. Az önce yavrucağı annesinin yanında oynuyordu. Annesi onun parlayan gözlerine bakarak ne kadar da mutlu oluyordu. Şimdi ise yavrusunun kanının yere döküldüğünü görünce bu acıya kalbi dayanmıyor ve sızım sızım sızlıyordu. Emir acıklı anne deveye aldırış etmeden onun yavrusunun kanını mezara akıtıyordu. Yedi cellat, deveyi mezarın etrafından uzaklaştırmaya çalışsalar da nafile bütün gücüyle deve cellatları aşarak ölmüş yavrusunun yanına doğru koşturuyordu. Hayvan olsa bile anneydi. Öldürülmüş yavrusunu düşünüyor, kalbinden kan akıyordu. Daha sonra deveyi mezardan uzakta bir taşa bağladılar. Emir yedi cellada: “Develeri okla öldürün” diye işaret etti. Develer bozlayarak birer birer yıkılıyorlardı. Ölen develerin bedenleri mezarın üstünde toplandı. Develeri, ayakları yukarıya bakacak şekilde yatırdılar. Develerin ok ile delinmiş gövdelerinden kanlar sızıyordu. Emir, muhafızlarıyla birlikte develerin olduğu yöne doğru yürüdü. Bu esnada gökyüzünden akbabalar, bayağı kuzgunlar görünmeye başladı. Yırtıcı kuşlar çok sert görünüyordu. Yarı ölü yarı canlı develerin etlerini bu yırtıcı kuşlar yemeye başladı… Gittikçe akbabaların sayısı artıyordu… Göz açıp kapayıncaya kadar leş yiyen kuşlar develerin etlerini yiyip bitirmişti. Sonra tok karınlarıyla uçmak istemiyor, kanat vurmaktan üşeniyorlardı. Derken cellatlar yırtıcı kuşlara okları yağdırmaya başladılar. Hiçbir akbaba canlı bırakılmadı, hepsi atılan oklar ile öldürüldü. Emir kendisine verilen görevi harfiyen yerine getirmiş, arça dallarından büyükçe bir ateş yaktırarak akbabaların, bayağı kuzgunların ve develerden kalan parçalarını bu ateşte yaktırmıştı. Bu leşlerin yanmasıyla oluşan kapkara dumanlar her tarafı kapladı. Sonunda leşler kül haline geldi. Fakat uzunca bir süre etrafa yanık et kokusu yayıldı. Emir uzun bir süredir yanında taşıdığı kırmızı torbayı koynundan çıkarıp gizlice okumaya başladı. “Torbada Cengiz Han’ın son sözü, Emir’im, diye başlıyordu. Emir, bunu okur okumaz gözleri yaşardı. Hatta gözlerinden yere damlayan gözyaşlarını kendi bile hissetmedi…
Cengiz Han’ı hayattayken onu ismi ile çağırmak ölüme kapı açmakla denkti. Onun ismini söylerken yer titriyor, rüzgâr esiyor, seller akıyor, dağlar devriliyor, gökyüzü yırtılıyor, yıldırım çarpıyor gibi oluyordu. Şimdi ise Cengiz Han uzun bir uykuda idi. Emir, başından geçenleri hatırlayıp Cengiz Han’ın boş ve manasız bir hayat yaşadığını düşünüyordu. Kırmızı torbadaki yazıyı okumaya devam etti…
“Emirim! Ben bu yalan dünyayı bırakıp ebedi bir dünyaya gidiyorum. Söylediğim her şeyi yapacağına inanıyorum. Şimdi dikkatini dağıtmadan torbadaki yazıları oku. Her işi dikkatle yap. Bugün gece yola çıkacaksınız. Arkanızdan hiçbir canavar çıkmayacak. Akbabaların yuvası, ceviz ağacı, gökte uçan kuşlar da çıkmayacak…
Şu an sen varsın. Bir de yedi celladın var. Hatırlıyor musun? Sana verdiğim sözüm vardı. Tahtımı, bütün hazinemi, malımı mülkümü, askerlerimi, Moğol bayrağıyla işgal ettiğim yerleri, hatta yatağıma almadığım kadınları mı da sana bırakacaktım. Her yıl mezarımı ziyaret edip bana dua etmeni rica ediyorum. Sakın buraya senden başka kimse gelmesin. Ben rahat uyumak istiyorum. Şimdi sana bu mektuptaki yazıları anlatayım. Gece yola çıkacaksın. Yanında cellatların olsun. Arkanda da güvendiğin bir cellat, güvendiğin cellat kendi önündeki cellatları öldürerek yürümeye devam etsin. Bu işi kimse görmesin. Dönüş yolunda birbirinizden fazla uzaklaşmayın. Sen cellatlarının önünde bir deve ile yola devam et. Yedi gece, yedi gün sonra güvendiğin cellat ile Saraya yedi kilometre kala buluşmalısın. Saraya yedi kilometre kala bir nehir göreceksin işte cellat ile bu nehrin kıyısında görüşeceksin… Emir’im cellada buraya kadar bizi getiren atları öldürmemiz gerek diyeceksin ve hemen oracıkta atını boğazlayıp leşini nehre atacaksın. Cellat da kendi atına aynı şeyi yapacak. İki ırmağın birleştiği yerde bana ibadet edip, ruhuma tapındıktan sonra maalesef son yol arkadaşını da hançerleyerek öldürmelisin. Emir’im yavrusunu boğazladığın deveyi de öldürüp suya atmanı istiyorum. Bu hayvan olmadan da mezarımı bulabilirsin. Bir hayvan bile olsa sana şahit tutmak istemiyorum. Sen iyi bir insansın. Sonra nehrin kıyısında benim ruhuma dua edeceksin. Benim mezarımı senden başka kimse bilmemeli. Senin de mezarımın yerini başka birisine söylemeyeceğine inanıyorum… Yedinci günün sonunda yaya olarak Han Saraya varacaksın, senin saraya vardığın sırada herkes uykuda olacak… Han Sarayı’na girdiğin zaman, duvarda asılı bulunan sabadaki kımızı sonuna kadar içeceksin… Sabanın içinde küçük bir deri üzerine işlenmiş sana bıraktığım vasiyeti bulacaksın. Vasiyeti okuduktan sonra halkı toplayıp vasiyetimi onlara da duyuracaksın. Böylece devleti yönetmeye başlayacaksın. Benim senden ricam oğullarıma inanma ve karılarımı Han Sarayı’na yaklaştırma… Adaleti gözeten bir kağan ol ve halkımı koru, diyerek kızıl bir deri üzerine işlenmiş vasiyeti okuyup bitirdi Emir…
Cengiz Han’ın söylediklerini yerine getirmek için Emir ilk olarak en sadık hizmetçisine yapması gerekenleri bir bir anlattı. Koynundan bir kese altın çıkardı ve hizmetçisinin koynuna soktu. Bu onun susması içindi. Bu grup akşam olunca atlarının başlarını çevirdiler… Önlerinde Emir, diğer bir tarafta cellatlar birbirlerini uzak ara takip ederek gidiyorlardı… En arkada bulunan Emir’in muhafızı yedi gün yedi gece sürecek olan dönüş yolunda adamların başlarını bir bir kesiyordu… Sonunda iki nehrin birleştiği yerde emirle son cellat buluştular, önce bineklerini öldürdüler ve onları nehre attılar… İkisi birlikte Cengiz Han’ın ruhuna tapındıktan sonra saraya doğru yürüdükleri sırada emir celladın yüreğine hançerini sapladı ve onu da öldürdü. Cengiz Han’ın vasiyeti böyleydi.
Kendisinden başka hiç kimse kalmayınca Emir şafak sökmeden Han Sarayı’na geldi… Etraf henüz sessizdi… Han Sarayı’nın içine girdiğinde Emir’in gözüne ortadaki saba göründü… Uzun bir yolculuktan sonra Emir yorulmuştu. Sabadaki kımızı nefes bile almadan içtiği sırada eline deri çuval ilişti… Çuvalı aceleyle açtı. Bu sırada içi yandı, gözleri karardı ayakta duramadı. Yerler göçüyormuş gibi hissetti. Emir korku içinde deri çuvaldaki kâğıdı çıkarıp okumaya çalıştığında gözleri kapandı… Sabadaki kımızın zehirli olduğunu yere kapaklandığında anladı, damaktan alınan zehrin tesiri ile damarlarından kanının çekildiğini ve nefesinin kesilmeye başladığını hissetti. Ayaklarının altından yer kaydı. Öyle olsa da son kez şamar gibi kâğıdı açtı… Açtığında gözleri yerinden fırlayacakmış gibi oldu… Gözleri karardı, kâğıttaki yazılar görünmüyordu. Kirpiği kirpiğine yapışsa bile kâğıttaki yazıyı okumaya çalışıyordu.
Kâğıdın üzerinde kurumuş bir kan lekesi ve onun ölümü sırasında acısını çoğaltan ve gözündeki ferini kaçıran sözler yazılıydı… İçtiği kımız ile zehirlenen Emir, çuvaldaki yazıların ve elindeki yazının Cengiz Han’ın el yazısı olduğunu ve bu yazıların birbirinden farklı olmadığını anladı. Emirim! “Bunun için gelip, bunun için gidiyorum…” Bu kısa yazıyı zar zor okumaya yetişen Emir, Han’ın eliyle vurulmuş gibi oldu. Cengiz Han’ın son sözü zehirden de acı geldi… Bütün damarlarındaki kan çekildi, gözleri yukarıya kaydı ve ağzı yarı açık acılar içerisinde gözlerini kapatmadan bu dünyayı terk etti… Ama Cengiz Han’ın söylediği her şeyi harfiyen yerine getirdiği için alnı ak bir şekilde ölmüştü. Bunun için gelip, bunun için gidiyorum…” Bu sözün gerçek manası neydi? Niye o avuç gibi bu kâğıda kurumuş olan kanı ve şimdi bile anlamsız olan sözü bıraktı. Bu kâğıttaki kurumuş kan lekesi Cengiz Han’ın boynuna yılanı saran, soyunu kuruttuğu Tungut Han’ın kızının kızlık kanıydı. Cengiz Han’ın o gece kızın ağlaması, hiddetle seni öldürmeye geldim demesi hoşuna gitmişti. Sevişme tecrübesi olmayan ve yatakta yatan güzel bir kız gördüğü zaman döşeğinin değer kazandığını düşünürdü. Birçok kadınla yatıp kalkan Cengiz Han için kadınların birbirinden hiçbir farkı kalmamıştı. Tungut Han’ın kızı Cengiz Han’da sevişme isteği uyandırmış ve kız Ulu Han’a olan nefretini öfkeli bir şekilde ifade ettiğinde Cengiz Han’ın kıza kanı kaynamış ve ona olan arzusu çoğalmıştı. Bu iğde gibi kokan Tungut Han’ın kızı yok olmak üzere olan hislerine gül tohumu ekmiş gibi onu güçlendirmişti… Kadınlardan soğuyan Cengiz Han, bu kızla birlikte olma duygusu ile kalbi hızlı hızlı çarpıyor hem genç hem de güzel kızın koynundayken kendini çok huzurlu hissediyordu… Yüreğine hava sığmayıp, dudaklarından öptüğünde… O kızın gözlerinden damlayan yaşın tuzlu tadını tatmıştı… Güzel Tungut Han’ın kızının yüreğinde ise sadece Cengiz Han’a olan nefret vardı… Yaşlansa bile kızın dudağından öpen ve belini sıkıca kavrayan Cengiz Han’ın gücü hâlâ vardı. Cengiz Han’ın beyninde koynuna aldığı kızın beynindeki düşüncelerden farklı düşünceler vardı… Cengiz Han soğuk bir yılanın zehirli dişinin bedenine geçtiğini hissetmemiş ama zehrin verdiği acıyla bağırmıştı… Bu, onu acı ile kıvrandıran yılanın dişleriydi… Üzerindeki örtüyü fırlatıp elinde yılan tutan Tungut Han’n kızının saçlarından tutarak onu koynundan attı. Yılanın kuyruğunu tuttu ve dişlerini boynundan çıkarttı… Yatağın üzerindeki bir avuç kan lekesini gördü, şu anki sinirini unuttu ve sakladığı kâğıdı çıkartıp o kanı kâğıda emdirdi… Cengiz Han için birlikte olduğu kızların kızlık kanını Çin kâğıdına emdirmek bir geleneği idi. Bunu birlikte olduğu kızların bakire olduğunu kanıtlamak için yapardı. Bu sefer de öyle yaptı. Bunu kendisinden başka kimse hatta koynundaki kadınlar bile bilmiyordu… Onun için birlikte olduğu kızların bakireliğini almak büyük bir şehri fethetmekle eş değerdi. Bakireliğini aldığı kızların sayısı oldukça fazlaydı öyle ki hususi sandığında kan emdirilmiş Çin kâğıtlarından oldukça fazla vardı. Fakat bunu hiç kimse bilmiyordu.