Kardeş Sesler 2014 - читать онлайн бесплатно, автор Анонимный автор, ЛитПортал
bannerbanner
Kardeş Sesler 2014
Добавить В библиотеку
Оценить:

Рейтинг: 5

Поделиться
Купить и скачать

Kardeş Sesler 2014

Год написания книги: 2023
Тэги:
На страницу:
3 из 4
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля

Birkaç yıl böyle perişan geçti. İlk çalıştığım yerden ayrıldıktan sonra kısa süreli iki dergide daha şansımı denedim yine de kapasitemi görebilecek müdürlere denk gelemedim. Hâlbuki çok iyi fikirlerim, yazılarım vardı. Ne zaman yakın bulduğum biriyle paylaşsam kendilerine aitmiş gibi pazarladılar benden aldıklarını. Bu sayede terfi edenler bile oldu. Hepsine küstüm, ayrıldım. Gururum var sonuçta, o saatten sonra yüzlerine bakacak değildim.

Sonunda bir gün benim okuldaki elemanlardan ikisi geldi yanıma. Onlar da bunalmış el alemin yanında çalışmaktan, hiçbiri kendi prensiplerine uygun değilmiş. Düşünüp taşınmışlar, yeni bir dergi çıkarmaya karar vermişler. Sen de katıl bize dediler. Katılmaz mıyım? Çektiğim tüm eziyetlerin bir anlamı varmış demek ki diye düşündüğümü hatırlıyorum. O zamanlar her şeyi kadere yormak gibi bir huyum vardı. Çömezlikte öğrendiğim bütün o ıvır zıvır işler artık bana lazım olacaktı. Hemen çalışmalara başladık. Azim, hırs, idealler ne ararsan bizde. Aysel hala aklımda tabi, gözünde saygınlığım artacak diye kendimle övünüyorum.

Tam o dönemde yollar ikiye ayrılıverdi. Kendimize ait bir dergi için heveslenmişim, hayatımı ona odaklamışım, mutluyum derken bir telefon; “İyi günler, Gizli Sandık dergisinden arıyoruz. İş başvurusunda bulunmuşsunuz. Hala düşünüyorsanız Salı günü sabah onda görüşmeye çağırıyoruz.” Keşke telefonum bozuk olsaydı diye düşünmüştüm. Karşılarına dikilip, ‘Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Yıllardır durdunuz da şimdi mi aklınıza geldi?’ diye haykırmak istemiştim. Nafile tabi, hiçbirini yapamadım. Arkadaşlara haber vermeden görüşmeye gittim. Okuldaki başarımı, deneyimimi beğendiler, beni denemek istediklerini söylediler. Ben böyle zamanlamanın…

Günlerce kararsızlıktan deliye döndüm o dönem. Baktım kendim baş edemiyorum, kadere bıraktım seçimi. Tabi akılsızlık diz boyu, kader diye geleceğini dişçinin ellerine bırakırsan kendini bugün benim olduğum yerde bulursun. Ne bekliyordum ki?

Teklifi mi kabul etsem, yeni çıkacak bir derginin kurucularından mı olsam diye düşündüğüm o günlerde bir diş ağrısı girdi hayatıma. Ağrı kesiciler fayda etmiyor, kalktım bizim ailenin eski dişçisine gittim. İyice ihtiyarlamış Mahmut Abi. İşini iyi yapabilir mi diye endişelensem de ayıp olur diye geri dönemedim, oturdum koltuğuna. Açtım ağzımı bir karış, neredeyse iki elini birden içeriye soktu. Bir sağdan baktı, bir soldan. Ayna tuttu, ışığı yaklaştırdı, sonunda çürük dedi. Dolgu yapacakmış, yap dedim. Gözlerimi kapadım, yine hangi yolu seçmeliyim sorusuna takıldım. ‘Bir işaret alsam, bir şey olsa da doğru olanı anlasam’ diye düşünmeye başladım. Gizli Sandık’ı yıllarca beklemiştim, tam böyle bir anda aramaları bir işaret olabilir miydi? Bunca zaman sağda solda sürünmüş olmam orası için bir altyapı çalışması mıydı? Evet, öyle olmalıydı. İşaret çoktan gelmişti de görememiştim diye düşündüm. Derken bir acı ansızın düşüncelerimi böldü. Mahmut Abi sanki sinirlerimi delip geçmişti, uyuşturmaya gerek görmemişti oysa derin bir çürük değil demişti. Biraz sakinleştikten sonra tekrar ağzımı açtım. O işlemine devam ederken ben geleceğime döndüm. Tam kararımı vermişken yeni bir işaret gelmişti az önce, Gizli Sandık dergisi yanlış karar olmalıydı. İçimden dua etmiştim, işaret beklemiştim ve teklifi kabul etmeyi düşünürken ‘O yanlış olan yooool’ diyen bir darbe inmişti sanki. Umutlanıverdim. Ben başkalarının yanında bir piyon değil, kendi sahalarımda bir şah olmalıydım. Son kararımı o an vermiştim. Dolgu işleminde başka acı da olmamıştı. Her şey apaçık aydınlanmıştı sanki. Geleceğin büyük yayıncılarından olacaktım.

Sonra ne mi oldu? Dolgu işlemi yapılırken acı çekmenin kaderle bir alakası olmadığını fark ettim. Kurduğumuz dergi sekiz ay sonra battı, bütün ekip açıkta kaldık. Gizli Sandık’ı arayıp tekliflerinin geçerli olup olmadığını sordum, başkasını aldık dediler. Sonradan öğrendim ki o kişi Aysel’miş. İşe girdikten sonra oradan biriyle nişanlanmış üstelik. Aşka da inanmıyorum artık.

Şimdi çulsuz, aşksız kalmış adamın tekiyim. Neyse ki sağlığım yerinde derken dün çürük olan dişimin dolgusu da düştü. Ben böyle talihin…

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 31.03.2014)

ALIŞKANLIKLARA KELEPÇELENMEK

Alışkanlık, eskimişlik, sıradanlık, birbirine kelepçeyle bağlanmış üç kavramı çağrıştırmaz mı size de? Benim zihnimde, biri ne tarafa gitse, öteki peşinden sürüklenir. Ve hep aynı çemberin etrafında dönüp, farklı olanı aramayı unutan bir döngüdürler.

Korkutur beni alışkanlıklar. Ne zaman hayatıma giren bir yeninin beni uzun süre terk etmeyeceğini hissetsem, karanlık çökmeye başlar hayallerime. Sarılı yeşilli, morlu kırmızılı düşlerim, gözle görülmez bir ağırlıkta birbirine geçmeye başlar. Ve günün birinde tek bir renk oluverirler. Ondan ne kadar kurtulmak istesem de bilinçaltıma yayılan o miskinlik duygusu, bir hortum gibi içine çeker beni, kolay kolay kurtulamam. Bu yüzden sevmem alışmayı, fakirleştirir beni.

Peki ya alışmasaydım hayat her zaman daha mı tatlı olacaktı diye bir yanıma inat sorar diğer yanım bazen. Ayrılmaya alışmasaydım, hastalıklara alışmasaydım, ölümlere alışmasaydım… Bir hikmeti var belki de alışmanın. O, tek başına ne siyah, ne beyaz benim gözümde. Hatta bazen yola devam etmek için önüme açılan tek kapı. Ama kapıdan geçip, tekrar yürüme vakti geldiğinde… İşte o zaman alışkanlıkları bir kenara bırakma vaktidir benim için. Nasıl ki tırtıl bile kendinden vazgeçip, hiç bilmediği bir kimliğe bürünürse vakit geldiğinde, ben de kabuğumdan sıyrılıp yenilenmek isterim.

Sıradan olmak değil de nedir alışmak? Dağın tepesinde bir başımıza kalsak, alışırız soğuklara, yabani hayatla iç içe yaşamaya… Bir savaşın orta yerinde bulsak kendimizi, korkuya, açlığa, yoksulluğa alışırız. Ya da bir piyango biletiyle hayatımız değişse, yaldızlı, lüks kokan günlere alışırız. Başlangıçta farklı gelen bütün o kokuları içindeyken hissetmez olduğumuzda, bana göre tüm o yenilikler sıradanlaşmıştır. Kötü müdür sıradanlaşmak? Belki biraz kötü, biraz da iyidir. Biraz köreltir insanı, biraz da hayatla ahenkli yürümeyi getirir.

Ama bir zaman gelir ki, sıradanlığın tehlike çanlarını işitir kulaklarım. Düşünmeyi, üretmeyi, keşfetmeyi unutturduğu anda bohçayı alıp ayrılmak gerekir bence onun kucağından. Alışkanlıkları geçmişin dingin sularına akıtıp, fırtınanın, tipinin peşinden gitmek gerekir. Zihin, böylece dinç kalır. Beden, böylece zihne ayak uydurur. Merak etmeyen bir akıl, kelepçelerinden kurtulup nasıl özgürlüğüne kavuşur ki?

Yıldızım barışık değildir uyutan alışkanlıklarla. Farklı renkler, renkli hikâyeler katmak gerek hayata diye düşünürüm. Varsın bedeli alıştıklarımdan vazgeçmek olsun. Varsın bedeli bu uğurda eski alışkanlıkları mumla arayabileceğim günlere uyanmak olsun. Gizemli olanı merak etmeye devam ettikçe, onların eski bir kutuda hatıraya dönüşmesinin hiçbir sakıncası olmaz gözümde. Hatta tavan arasına koyup sakladığımız bu hatıralar, gün gelip daha değerli hale gelmez mi sizce de?

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi 23.11.2013)

MAZİNİN KAPISI

Bir kapısı olsaydı, zamanın. İçinden geçip, maziye dair yazılan kitapların satırlarına şahit olabilseydim. Hayal gücüme sığdırdığım, geçmişte kalmış yaşamlara dokunabilseydim. Yalnız yazılanlara değil, kelimelere dökülmemiş, gizli saklı anlara, duygulara da tanık olabilseydim keşke. Zaman, konuk ağırlamayı seven bir kapı olsaydı, bugün sahip olduklarımızın değerini de daha iyi bilirdik belki.

Âdem ile Havva’nın kapısını çalsaydım evvela. Cenneti onların ağızlarından duysaydım, dünyadaki yalnızlıklarını, bugünkü kalabalıklarla karşılaştırabilseydim. Sorabilseydim keşke, ilk insan olmak nasıl bir his diye. Gözlerinin rengini, yüzlerinin güzelliğini, yaşamla, yasak meyvenin pişmanlığıyla mücadelelerini izleyebilseydim. Her akılda merak uyandıran bir kapı olurdu sanırım onlarınki. Belki birçokları da zaman yolculuğuna benim gibi en başından başlamak isterdi. Bizim kitabımız yazılsa, ilk sayfa onlara ait olmaz mıydı?

İki kişilik dünyanın tılsımından çıkma vakti geldiğinde, bilinen ilk uygarlıkların diyarına doğru yola koyulurdum. Mezopotamya’nın yahut Akdeniz topraklarının kapısını çalar, bir Sümerlinin, Yunanlının veya Romalının beni içeri davet etmesini beklerdim. Bizden daha mı mutlulardı, hayattan beklentileri daha mı çoktu, bugünkü medeniyetlere inat onlar daha mı medeni idi evvel zaman içinde? Belki daha içten yaşıyorlardı, belki yaşamak için maskelere bürünmek zorunda değillerdi. Gerçekten hayal ettiğim gibi antik kentlerde izlerine rastladığımız o dev sütunların arasında, beyaz elbiseleriyle gökyüzünü izliyor, günlerini varoluş sebepleri üzerinde düşünerek mi geçiriyorlardı? Kırlarda özgürce ata binmenin keyfini çıkarıyorlardı belki ya da at sırtında olmak savaşmak demekti, korkmak demekti kim bilir?

Zamanın araladığı kapıların ardında, inanmaya ihtiyaç duyan insanlar görürdüm sanırım. Güneşe, fırtınalara, denizlerin asi dalgalarına adaklar sunan paganları, ruhların kutsallığına boyun eğmiş şamanları, mucizelerle gelen Yahudiliğin, Hristiyanlığın, Müslümanlığın en çetrefilli zamanları olan o ilk günlerinde, sevdasını terk etmeyenleri izlerdim. Bir güce inanmanın, yürekleri her dönemde cesaretlendirdiğine şahit olur muydum gerçekten? Yoksa bütün gücü kendi egosunda toplamış yüreği şişkinlere de denk gelir miydim? Gurur ve kibir, her dönemde benzer şekilde imzasını attı insanlık tarihine belki de.

En fazla savaşlara mı tanık olurdum, bilemiyorum. Belki geçmiş zamanın kapılarının ardı en çok vahşet kokuyor olurdu. Gözleri doymak bilmeyen, gönülleri bereketli topraklara aç insan topluluklarının bugünden farksız olduğu gözlerimin önüne serilseydi hayal kırıklığı duyabilirdim. Kim bilir, tarihin romantizmi yalnız filmlerde, kitaplarda kalırdı da gerçeklerin içinden keskin kılıçlar geçerdi, kanardı her sevda. Şahin Uçar, belki de bu düşüncelerle yazdı mısralarını;

Ey ikiyüzlü Zervân, şafak kanatlı zamân!Hem gündüz, hem gecesin: yarı ateş, yarı dumanGüneşe bak, gör ki gün / hem eski, hem yeni günİkiyüzlüdür her ân / Janus gibidir zaman

Zamanın geleceğe açılan ön kapısının yanında, maziye açılan bir de arka kapısı olsaydı, kendimi her defasında orada mı bulurdum diye düşünüyorum. Beni kendine hayran bırakan, sakin, samimi bir ev sahibi mi olurdu yoksa ben siyah beyaz bir tablonun köşesine damlamış, aykırı bir renk mi olurdum onun içinde?

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 22.01.2014)

KIYIYA VURAN YALNIZLIK

Yalnızlık bir medcezirdir benim dünyamda. Yüreğimin mevsimi değiştikçe o da bir gider, bir gelir. Tutkunu değilim yalnızlığın lakin onun suları ruhumdan çekildiğinde boşluklar doldurmaya başlar beni. Çoraklaşırım, beslenemem, gözlerim gizliden gizliye onu arar. O uzaklara gittiğinde, bir gün tekrar döneceğini bilmek bana huzur verir.

Zaman zaman, kıyıya vuran yumuşak dalgalar gibi sokulur yanıma. Bir gün batımında, kumların ılık sularla buluştuğu bir kıyıda zamanı, mekânı unutarak yürümek gibidir. Zihnim boşalır, dakikalarım yavaşlar. Dalgaların şırıltısı gibi, yalnızlığın sessizliği de mest eder beni. Gözlerimi kapatır onu dinlerim. Onu dinlerken, kendimi dinlerim. Kalabalıklarda duyamadığım sesleri bana fısıldadığı için severim onu belki de en çok.

Yine de her zaman usulca yaklaşmaz yalnızlık. Medcezirin bir hırçınlığı yok mudur? Bazen önünde ne varsa devirip geçmek ister deli dalgalar. Yalnızlık da edepsizce gelip yerleşir zaman zaman hayatıma. Onunla yüzleşmek istemediğim vakitlerde yanıma sızar. Başına buyruk bir yanı vardır bence onun. Orhan Veli’nin, Atilla İlhan’ın mısralarına izin isteyerek mi girmiştir? O, bir yanı pirüpak öte yanı mürekkep lekeleriyle dolu bir sayfa gibi görünür gözüme.

Bir ölümün, sürgünün veya terk edilişin yanında eşlik eder de küseriz bazen ona. Yalnızlık, kapıyı çalmadan geldiği vakit hayatımızdan çalan bir hırsız gibi değil midir? Oysa onun da arkasından gelen, sessiz sedasız misafirler vardır kimi zaman. Bir yazarın yalnızlığı satırlara dökülür de ölümsüzleşir. Bir müzisyeninki notalarıyla nesillere uzanır. Evladını kaybetmiş bir anne, yetim bir kız çocuğunun hayatına ortak olur vakti geldiğinde kim bilir. Zamansız gelen yalnızlığın arkasında gizlice ışıldayan bir pırlantanın olmadığının garantisini kim verebilir?

Medcezir gibi yalnızlıklar da bir gelir, bir gider insanın hayatına bence. Ondan korkmamak, diğer yandan onu baş tacı yapmamak gerekir. Varlığında huzuru, yokluğunda yaşamayı bilmek gerekir. Ay, dünya ve güneşin dansında dalgalar nasıl ritim tutuyorsa, insan da yalnızlıkla bu ahengi yakalamalı bence. Ahenk olmaksızın tökezlemez de ne yapar adımlar? Can Yücel, mısralarında vals yapmış sanki yalnızlıkla…

Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla,Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.Bir dost göz arayışıyla,Saat tıkırtısıyla…Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla, ama“Günün aydın, akşamın iyi olsun” diyen biri olmalı.Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.Yoksa zor değil, hiç zor değil,Demli çayı bardakta karıştırıp,Bir başına yudumlamak doyasıya.Ama “Çaya kaç şeker alırsın?”Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra.

Gölgesi olmayan bir sevgili gibi yalnızlık. Ne onunla, ne onsuz oluyor hayat. Gün geliyor apar topar ayrılıyor kıyılardan, gün geliyor geri dönüp yüreklerde oluşan tüm boşlukları bir avuç su berraklığında dolduruveriyor.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 29.01.2014)

BİRAZ CESARET

Uçurumun kenarında, yapraklarının ucundan sarkan kıpkırmızı bir dağ çileği hayal ediyorum. Ağzım sulanıyor gördüğüm anda, bir çırpıda koparıp tadına bakmak istiyorum. Bir yanım ise kolumdan tutup yapma düşersin diyor, beni korkutuyor. Korku ile tutku arasında bir yerde kalıyorum. Her defasında beyaz bir sayfanın önüne geçip, parmaklarımdan dökülecek kelimeleri beklerken olduğu gibi.

Yazmanın bir yanı eşsiz bir lezzet, öte yanı dipsiz bir uçurum bana göre. Satırlar ilerledikçe o uçurumun kenarında koşmaya başlıyorum sanki ama heyecanla iç içe geçen korku sıyrılıp da gitmiyor içimden. Gerilim, yazılarımı sessizce besliyor. Bu yüzden yazarken bir deniz kenarında yumuşak kum taneleri üzerinde yürümenin huzuruna varamıyorum, zihnim hep tetikte. Uyumsuz sözcüklere takılır da düşer miyim diye başıma üşüşen her kelimeyi alıp cümlelerimin içine koyamıyorum. Uçurumun ucuna kadar ürkek adımlarla yürüyüp kıymete değer cümleleri bir bir oradan seçme gerekliliği hissediyorum.

Sahip olduğum en değerli cevher benim için yazabilmek. Onun karşısında bu kadar tedirgin olmamın sebebi de değerinden geliyor sanırım. Hani hastalıkta sağlığın, yaşlılıkta gençliğin değeri daha iyi anlaşılır ya, yazar da kelimelerini kaybederse sahip olduğu mirasın kıymetini bir kat daha fazla anlamaz mı? Yazının başına oturduğunda sözcükler aklına düşmezse paniğe kapılmaz mı? İşte böyle bir endişe benimki de.

Kimi zaman geri adım atıyoruz, korktuklarımızla karşılaştığımızda. Cesaret, korkudan fazla olmadığı zaman o dağ çileğine ulaşmak ‘Keşke’ ile başlayan cümlelerimizde kalıyor. O zaman sırt mı çevirmeli o tatlı lezzete, hep uçurum kenarından uzakta mı yürümeli? Yürekten dökülecek cevherleri görmezden gelip düz bir yolda ilerlemek, bu hayattaki varlığımıza bir ihanet sayılmaz mı?

Cesaret, başarısızlık korkusunun bir adım önünde olmalı bence. Belki korku da bir ihtiyaç. Korkmak, tehlikeli anlarda hayatta kalmanın belki de en gerekli unsuru. Ama tuvalinin önündeki ressam, enstrümanının başındaki müzisyen veya yazıyla baş başa kalmış bir yazar, korkusundan tamamen sıyrılamasa da, ilerlemek istediği yolda yürümeyi bilmeli öyle değil mi? Teraziye konulduğunda kendini gerçekleştirme arzusu, yazma korkusundan daha ağır gelmeli bence.

Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi geliyor aklıma. Piramitte yer alan ihtiyaçları bir bir düşünüyorum. Kendi hayatımda geçtiğim evrelere bakıp, şimdi piramidin son katında yer aldığımı hissediyorum. Artık kendini gerçekleştirme sırası diyorum kendi kendime. Yazabilme cevheri bana verildiyse, edebiyat ormanında gizlenmiş kelimelerin peşine düşmeden varlığıma nasıl bir anlam kazandırabilirim?

Emekleyen bir bebek adım atmaya, bir mucit yeni bir keşif yapmaya, bir lider yanlış kararlar almaya korkabilir belki. Adını tarihe yazdıran isimlerden hangisi tamamen korkusuz olduğunu söyleyebilir? Ama dünyanın seyrini değiştirenlerin bir adım atarak bunu başardıklarını görüyor gibiyim. Goethe’nin dediği gibi: “Yapabildiğiniz ya da düşünebildiğiniz her neyse başlayın. Cesaretin dehası, kudreti ve büyüsü vardır.” Gerçekten de başladıktan sonra adım adım uzaklaşıyor sanki korku. Engellere bakmadıkça yavaş yavaş yıkılıyor. Ben de kendime ‘biraz cesaret’ diyorum her başlangıçta. Zihnimde oluşan hayali duvarları üfleyip uçuruma yaklaşıyorum. Bir bakmışım, dipsiz yarların kenarlarında koşuyor, önüme çıkan bütün dağ çileklerini bir bir toplayıp tadına bakıyorum.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 06.02.2013)

PARALEL YAŞAMLARIM

“Paralel evrenler teorisi”ni ne kadar duydunuz, bilmem. Hani şu iki tercih arasından seçmediğinizin, bir başka evrende gerçekleşme durumu. Daha derin ve bilimsel açıklamalarına girmeksizin, kendi paralel yaşamımla ilgili hayallerime götürmek istiyorum sizi. Bir başka deyişle, kişiliğine ve yaşam tarzına bürünmek istediğim yahut bürünsem nasıl olurdu diye düşündüğüm çoktan seçmeli bir evrenin kapılarına…

İlkokul yıllığıma “Gelecekte polis olmak istiyor” diye yazıldığını hatırlıyorum. Amerikan filmlerinin benim yaşamıma ilk tesir ettiği dönemlerin getirisiydi sanırım bu düşünce. Heyecan dolu, hareketli, havalı bir dünyayı sunuyorlardı, üstelik kahramanlar da asla ölmüyordu. Yıllar sonra evimizi soyup kaçan hırsızı, tekrar gelirse diye elimdeki su tabancasıyla kapı arkalarında beklemem de bundandı herhalde. Sahte bir kurgu olmasına rağmen hayalini kurduğum heyecan, korkuya dönüşmüştü. Vazgeçme fikrinin aklıma ilk düşüşü o korkuyla beraber gelmişti sanırım. Yine de bir kaçamak yapıp gerçeklerden uzaklaştığımda “Acaba nasıl olurdu?” sorusu bir tebessüm yayıyor dudaklarıma.

Paralel yaşamlarımın birkaçında meslek hayatıma hobilerimi yerleştiriyorum. “Hobi mesleğe dönüştüğünde, keyif olmaktan çıkar” laflarına tıkıyorum kulaklarımı. Bir yaşamda müziğe adıyorum mesela kendimi. Ortaokul yıllarının kapısında, “Normal okulu mu, konservatuarı mı seçeceksin?” sorusuna bu defa konservatuarı diyerek melodilerle çevrelenmiş bir yaşama adım atıyorum ve hayatımı başka bir kanaldan seyre dalıyorum. Yayın akışında, çok sesli koroları, senfonileri, müziğe eşlik eden sahne sanatçılarını, notalarla süslü gösterileri izliyorum. Belki de elimdeki kumandanın her an kanalı değiştirebileceğini bilmek, bu keyfi ikiye, üçe katlıyor ama onu dışarıdan seyretmek bana hep cazip geliyor.

Enstrümanlardan dökülen notaların ardından başka bir yaşamda doğanın seslerini dinleyen bir gezgin oluyorum. Evliya Çelebi’nin yolunda, bir doğuyu bir batıyı, bir kuzeyi bir güneyi arşınlıyorum. Dünyanın dört yanına, sihirli bir değnek değmişçesine saçılmış bütün güzellikleri keşfetmek için yaşadığımı hissediyorum. Kâh Everest’in zirvelerinde yeryüzünü seyir halinde buluyorum kendimi, kâh Kuzey Buz Denizi’nin ortasında kutup ayılarını izlerken… Gün geliyor Papua adasında yerlilerin ritüellerine, gün geliyor modern dünyanın üzerinde yükselen gökdelenlerin tepesinde leziz bir akşam yemeğine konuk oluyorum. Seyyah olduğum yaşam, hep diğerlerinin bir adım önüne geçiyor.

Kimi zaman da bir başka memlekette, bir başka çevrede yetişmiş olsam neler değişirdi diye düşünüyorum. Kadınların söz hakkının olmadığı, düşünmelerine imkân tanınmayan, yaşamlarının değeri olmayan bir dünyada “Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir” diyebilir miydim? Cehaleti kaderden sıyırıp kitaplarla doğru yolu bulabilir miydim? O zaman da kelimelere böylesine tutkun olabilir miydim? Cevaplar bir bir ‘Hayır’ biçiminde geliyor kulağıma. Böyle zamanlarda, paralel bir yaşamda ellerim bağlı, ayaklarım prangalı, ağzım bantlı, gözlerim ferini yitirmiş bir halde düşüyor aynama. Bazen de aksine, bir sarayda doğmuş olsaydım diye düşünüyorum. Ya o zaman duyarlılığımı, hoşgörümü, fedakârlıklarımı taşıyabilir miydim? Yoksa her şeye sahip olmak; tatminsizliği, tatminsizlik mutsuzluğu mu getirirdi? İçinde bulunduğum çevre, doğuştan sahip olduğum özellikleri bir hortum misali yutar, beni paralelden çok uzak bir evrene mi taşırdı?

Hayal gücü, istekler, merak birçok olası yaşam yaratıyor dünyamda. Bunun gerçekliğini sorgulamıyorum, yalnızca bir yetişkin oyununa çeviriyorum kendimce. Ve çocuklar nasıl oyunla öğrenirse, ben de sonunda hayatıma “keşke” dediklerimden küçük parçalar katmaya uğraşıyorum. O vakit hayalimdeki paralel yaşamlar, içinde yaşadığım şu anki dünyama renk katıyor.

Zenginleşiyorum.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 25.02.2014)

Büşra KONAKTAŞ


Büşra Konaktaş 6 Ocak 1991 de Ankara’da doğdu. İlkokula İbni Sina İlköğretim Okulunda başlayıp 19 Mayıs İlköğretim Okulunda devam etti. Liseyi Etlik Lisesi’nde okudu. Öğrenimine 2010 yılında Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanarak devam etti. Yazmaya olan ilgisi lise yıllarında şairlerin ve yazarların yaşam öyküsünü araştırmasıyla başladı. Necip Fazıl Kısakürek’in “Kaldırımlar” Orhan Veli Kanık’ın “Anlatamıyorum” Sezai Karakoç’un “Mona Roza” Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi” şiirlerini okumaktan ziyade bu şiirleri onlara yazdıran neydi sorusunu aramaya yöneldi. Edebiyata olan ilgisi sayesinde 2012 yılından beri Avrasya Yazarlar Birliği Hikâye Atölyesi çalışmalarına katılmaktadır.


HİKÂYE:

Dost Yüzlü Aynalar

Ömrüm Sana Emanet

Oğul

Mektup

Mahcup Şair

Aciziz

DOST YÜZLÜ AYNALAR

Düşünüyorum Abbas…

Güzel, çirkin, uzun, kısa, zengin, fakir kelimeleri üzerine kurulmuş bir hayattı benimkisi… Hepsini tek kelimeyle özetlersem hiç! Ne tuhaf değil mi? Eğer bunlar olmasaydı yüzde yüz mesut olma şansım olurdu. Bazen talihime haykırmak istiyorum, fakat çoğu geceler bu çirkinliğimden, kısalığımdan adeta şeytani bir zevk duyuyorum ve aynanın karşısına geçerek ne kadar küçük, maskara olduğumu görüp gülmekten katılıyorum. Gözlerimden yaş gelene kadar güldüğüm zamanlarım oluyordu. Hep derim; çok çirkin değilim aslında yani, şu kafam olmasa yakışıklı bile sayılabilirdim.

Çirkinlik somut bir şey olduğu için saklanmıyordu. Ben de bu durumu dile getirmekten çekinmiyordum. Hatta zaman zaman zevk aldığım bile oluyordu. Bazı geceler kendi kendime konuşurdum. Gene dün gece bu suratımın hali uykumu kaçırdı. Onu hayalimde şöyle bir düzelteyim istedim. Mesela alnımı daha muntazam bir şekle soktum. Kafamı lepiska saçlarla örttüm. Yanağımdaki Halep çıbanını sildim. Ağzımı ufalttım, çenemi incelttim. Gene de bir şeye benzemedi. Anladım ki, bu kafayı kökünden kesip atmaktan başka çare yoktu.

Lise hayatım boyunca aynı yaşta olmamıza rağmen sınıf arkadaşlarımın birçoğu bana ağabey derdi. Hele de kızların bu hitabı beni kasvetli bir yalnızlığa doğru sürüklerdi. Bu böyle olmamalıydı Abbas. Bir çözüm yolu bulmalıydım. Yıllarca aradım durdum ve sonunda bir sonuca vardım. Madem çirkinim, yetişkin kızlar beni beğenmez o zaman yaşça küçük daha toy kızların gönlüne girebilirdim. Yaşıtlarım artık evlense de ben bununla yetinmek zorundaydım. Aslında âşık olmayı ve sevgiliye kavuşmayı hem çok istiyordum hem de böylesi bir serüvene adım atacak cesareti kendimde bulamıyordum. Kimseyi mesut edemezdim ki, âşık olduğum kadını da göz göre göre yalnızlığıma sürükleyemeye hakkım yoktu.

Küçük değildim artık ve tek korkum birine âşık olmaktı. Hiçbir kızın beni beğenmeyeceğini biliyordum. Aslında beni beğenen biri çıksa onu sevebilirdim. Ömrümün sonuna kadar da hiçbir güzele dönüp bakmayacağıma yemin bile edebilirdim. Mesela dünyanın en çirkin kızı nasıl olabilir diye hayal ediyorum. O da kesin kısa olurdu. Benden farkı; şişman, dişlerinin bazıları çürük ve güldüğünde siyah siyah bana bakabilirdi. Bunların hiçbir önemi yoktu, zaten benim de yüzümde çıban vardı. Unutmadan onun bir özelliği daha olmalıydı o da bir kızda olması gereken en önemli şey; çenesinin düşük olması… Ömrümün sonuna kadar başımın etini yemesini isterdim. İşte böyle biri bana âşık olsa onu bile beğenirdim hatta beğenmemekten hicap duyardım. Ah Abbas! Derdimi anlatabiliyor muyum?

Bu yaşıma kadar hayatıma, evime, koluma girmiş bir kadın ya da genç kız olmadı. İşte hayatım; yarısında çıkıp gitmek istediğim bir film kadar tatsızdı. Korkarım ömrümün sonuna kadar da hayatımdaki kadınlar annem ve kız kardeşlerimden başkası olmayacaktı. Ben de olsun isterdim gündüz kolumda gezdiğim, gece göğsümde uyuttuğum bir yoldaş, sırdaş, hayat arkadaşı ne dersen adına…

На страницу:
3 из 4

Другие электронные книги автора Анонимный автор

Другие аудиокниги автора Анонимный автор