
Mihriban bugün bu tenezzühün nümayişiyle setre çalıştığı, derin bir infiâl-i meyusun merâret-i nihânıyla, Büyükada’nın çamlar arasındaki yumuşak tozlu yolları arasında, arabanın önünde başlarını bir tavr-ı nahvetle sallayarak yürüyen bir çift iri Macar beygirinin reftâr-ı mevzunundan mütehassıl tantana-i muttaridini, dalgın dinlerken gözlerinin önünde bütün bu nevazişler, nimetler, kibarlıklarla açılan güllerin insafsız dikenleri, onun ruhunu incitiyordu. Diyasgelos yolunda araba, çamlıkların arasında, şale tarzında inşa olunmuş bir tirşe köşkün önünden geçerken, şimdiye kadar arabada kendisine tevcih-i hitâb etmeyen kayınvalidesi, siyah iri kaşlarını kaldırarak bir nazar-ı müstehzi ile Mihriban’a: “Bak.” dedi. “Kamra ve Hamra sana sesleniyorlar.” ve arabacıya durmasını işaret etti.
Şimdi bu iki taze, ansızın kafeslerinin kapısı açılıveren bir çift kanarya şakraklığıyla çırpınarak, süzülerek, sekerek, koşarak köşkün demir parmaklı kapısından çıkıp arabanın yanına geldiler. Mihriban’ın kayınvalidesinden müsaade istihsal için latifeler icâd edip, Kamra güle güle: “Vallahi efendim, bu akşam kaynanayı gelinden kurtarmak istiyoruz.” feryadıyla Mihriban’ı hemen zorla, yarım saat kadar, şurada bahçede kanepelerin üstünde, geleni geçeni seyretmek bahanesiyle çektiler, aldılar. Kayınvalidesi nâçâr bir ibtisam-ı zarif-i nezaketle müsaade ederken, Hamra “Hem o kadar anlatalacak şeylerimiz var ki…” diyordu.
Mihriban, Kamra ile Hamra’nın, bu iki hemşirenin arasında bulunmaktan bir azâb-ı müz’ic hissediyor ve usret-i teneffüse uğramış bir hasta eziyetiyle kendisinde lakırdı söylemek için iktidarın, yüreğinin çarpıntılarıyla azaldığını duyuyordu. Şimdi Hamra Mihriban’ın süsünü, bir nigâh-ı seri-i tenkit ile süzerek:
“Kardeş bu yeni manton mu? Bilmem ki fes rengi manto yaptırmak nereden hatırına gelir.”
“Bunu Bey istedi.”
Artık ikisi de dayanamadılar. Kahkahalarla gülerken:
“O! Bey’in hüsn-i tabiatına diyecek bulunmaz. Şimdi buradan geçti. Söyleseniz de fesini o kadar kaşlarının üstüne indirmese.”
Bu sırada Neriman arabasıyla geçiyordu. Arabasını durdurmak istedi, cüret edemedi. Zevcesiyle Hamra ve hemşiresinin akrabalığından istifade ile yanlarına gitmek istemişti. Neriman’ın izhâr eylediği bu tereddüt ve telaşa karşı köşkün bahçesinden fırlayan kahkahalar, uzaklaşmakta olan Neriman’ın kulağına kadar geldi. Şimdi kırılışıyorlar ve ilave ediyorlardı:
“Beceriksiz. Allah için beceriksiz. Yanımıza gelmek istedi baksana. İhtimali yok. Karar veremedi.”
Hamra dedi ki:
“Benim Neriman Bey’den kaçmak hatırıma bile gelmez. Enişteden firar manasız olmaz mı? Ne dersin Mihriban?”
“Tabii!”
Bazen dudakların bitiremediği cümleleri gözler ikmal ve kaşlar tefsir eder. Mihriban’ın bu nâtamam ve müphem cevabı da şimdi mantosunun katmerlerini elleriyle kıvırırken, onların üstüne düşen feryadkâr bir nazar-ı seri-i mühtezi itmama ve amcazadelerini tehdit ve ikaza kifayet etti. Demin mantosunun kıvrımları üstüne düşen o nazar, mebnâ-yı saadetini yıkmak için, sarsan darabat-ı nihaninin şiddetinden inşiâl ve feveran eden bir kıvılcım idi ki şimdi yanında, kendisinin safvet-i kalbinden istifade ile yalnız zevcinin aşkına bürünmüş gönlünü böyle muazzeb istihzalarla çimdikleyen amcazadeleri Hamra ile Kamra’nın, bu iki rakibe-i müstesnanın, cüretlerini tahribe kâfi gelecek zannetti. Hamra Mihriban’ın şetaretsizliğinden bu bahs devam edemeyeceğini anlamakla beraber yekten ayağa kalkarak:
“Bu güzel havada kanepeye çivi gibi mıhlanmakta bir mana göremiyorum. Hiç olmazsa yolda gezinelim iştihâmız açılır.” dedi.
Üçü de kalkmışlardı. Bu iki hemşirenin nefha-ı rüzgâr hafifliğiyle yürüyüşlerini görmek istemeyen Mihriban, yanında yürüyen bu iki güzel rakibenin süslerine ansızın baktı. Hamra’nın pembe bengalinden pelerinli bol mantosu, yukarıdan aşağı kat kat kıvrıklar içinde idi. Hamra ikisinin ortasına girmiş ve şimdi arkalarından Hıristos tepesinden kayarak ve çamlığın üstünden süzülerek üzerlerine gelen baygın, solgun güneşe ha’il olmak ümniyesiyle illüzyon dedikleri, ince ipek tül köpükleriyle kabaran şemsiyesini açmıştı. Başına örttüğü açık pembe ipek örtünün altından ve alnının üstünden fırlayan lüle lüle saçlar akşam rüzgârının küçük fiskeleriyle kıvrıla kıvrıla titriyorlardı. Hemşiresi Kamra’nın tuvaleti dahi Hamra’nın sarısı idi.
Mihriban bu iki hemşirenin tantana-i tezyinâtı karşısında küçülmüş gibi gözlerini kırparak, boynunu bükerek kocasının bunlar için ne dediğini düşünüyordu. Vaktiyle Neriman, bunları böyle kıvrım kıvrım tuvaletleriyle, katmer katmer tülleriyle, lüle lüle sarı saçlarıyla “birini pembe, öbürünü sarı krizanteme” benzetmiş ve içini çekerek “Ne şairane hâlleri var.” itirafında bulunmuştu.
Artık hiç şüphe yoktu. Aralarında küçükten beri hükümran olan bir hiss-i rekabet Hamra’yı, Mihriban’ın kocasını kendi elinden çelmek hıyanetinde bulunmaya sevk etmişti. Ona demişlerdi ki: “Kendi gibi kenarın dilberine Neriman gibi koca memnudur.” Bu söz Hamra’nın idi. Lakin bu hiç sevmediği Büyükada’ya, kendisinin izmihlaline bir dâm-ı ihtiyal olmak için bulunmuş bu sayfiyeye niçin gelmeye razı olmuştu? Kocasının adaya gelmek hususundaki ısrarına niçin mümanaatta sebat etmemişti? Demek ki bugünden sonra önünde bir meydan-ı rekabet açılmıştı. Esasen hüsnüne, güzelliklerinin şaşaasına kapılan gençleri bile su-i şöhretlerinin şayiatıyla ricata mecbur eden bu iki dilaşup ile uğraşmanın göründüğü gibi kolay olmadığını anlamakta Mihriban teehhür etmedi. Şimdi kendisine refakat eden saadeti için muzır ve müz’ic bir düşman olan amcazadelerinin, ipekli elbiselerinin sürtünmesinden çıkan feşâfeşi, hayatını ısırmak isteyen bir yılanın safir-i kini gibi onu titretiyordu. Bunların bütün hainliklerini, söylenmeyecek tahkirlerle yüzlerine çarpmak, sonra buradan kaçmak ve kocasını bunların elinden çekip kurtarmak istedi.
Hamra bir iki dakika devam eden sükût-ı müteheyyici ihlal etmek isteyerek:
“Mihriban.” diyordu. “İki haftadır adadasınız, gezmiyorsun, eğlenmiyorsun.”
“Ben adayı hiç sevmiyorum.”
“Neriman Bey bilakis pek seviyor galiba. Siz nakletmeden her cuma ve pazar buradaydı. Kâh bize gelir, pederle görüşüyordu. Sonra son vapura kadar adada birkaç devir ettiğini görürdük. Sen ne kadar mürdümgiriz isen, kocan o kadar neşeli. Bize geldiği zaman selamlıkta pederle konuşurkenki kahkahalarını içeriden biz işitince, neden bahsolunduğunu bilmediğimiz hâlde biz de gülerdik. Böyle adamlar keskin olur. Kardeş, sana nasihatim olsun, tetik davran.”
Mihriban bu son darbeye tahammül edemedi:
“Ben değil, onun arkasından koşanlar tetik davransınlar.”
İki rakibe beyninde ilan-ı harb vuku bulmuştu. Bu sırada köşkün önünde duran arabanın içinden, kayınvalidesinin kendisini çağırdığını gören Mihriban kısa bir veda ile amcazadelerinden ayrılırken, bunlar arabanın yanına gelerek: “Efendim gelin hanıma bu adayı sevdirmeli.” diyorlardı.
Mihriban köşke avdetle odasına atıldığı sırada kendisini, dadısının elindeki oyuncaklarla eğlenen kızının karşısında buldu. Kocası Neriman’ın kara gözlerinin küçük bir numunesi olan bebeğin henüz rengi takarrür edemeyen koyu kurşuni gözlerine bakarak, bir validenin o yalnız suçsuz bir evlad karşısında döktüğü sessiz gözyaşlarıyla ağlamaya başladı.
Pek genç, pek tecrübesiz olan kocası, Hamra gibi uyanık, hercaî, ihanete münatıf mütecessis parlak gözlere mâlik bir kadının, bilailtizam yaptığı süsler, ârâyişler, şuhluklar huzurunda, müvazenesini kaybederek sendeleyeceğini ve bir gün gönlü parçalanmış, ruhu paslanmış olduğu hâlde o pek korkunç, pek karanlık ve pek derin olan felaket uçurumuna doğru yuvarlanırken kendisini de evladını da bütün erkân-ı saadetini de beraber sürükleyeceğini düşünüyor ve bu zamanın hal-i hazıra nazaran pek yakın olduğunu görüyor ve bir taze kadının galeyan eden gurur-ı neseviyyetiyle bu uçurumdan onu, o sevdiği kocasını, zayıf kollarıyla kucaklayarak bizzat kurtarırken, uçurumun ka’rından kindar yumruklarını gösteren ifritlerin, canavarların yüzlerine tükürmek istiyordu.
Bütünbuhâileler,birasabikadınüzerindekitesir-imübalağakârisiyle Mihriban’ı sıkıyor ve aczin bir cilve-i mesudesiyle muvakkaten iktisâb eylediği bir cüret-i mahmumenin sevkiyle, çaresizliğin, meyusiyetin verdiği son bir kuvvet-i icaza kapılıp; hôdbehôd meydan-ı mübarezeye atılmak ve kendisinin gözyaşlarıyla eğlenerek ve kahkahalarla ciğerini, ciğerparesini parçalamak isteyen bir bâdire-i felaketi, ince parmaklarıyla boğmak, gözlerinden saçılan yıldırımlarla yakmak istiyordu.
Rekabet-i aşktan mütevellit gayzlar dâima gizli yaşarsa, kuvvet-i fecaatini muhafaza eder. Kalpte, kalbin karanlık bir köşesinde barındıkça hüzn-i şi’riyetle büyür. His ile ruh onun iki aşinâ-yı hicranıdır, iki cenah-i mededkârıdır. Onlarla beraber irtika, yine onlarla beraber inhitat eder. Ekseriya aşka ait en muhrik rekabetler, düştükleri gönüllerde barınacak, esrarengiz bir köşe bulamayarak za’f-ı ahlakı ima eder bir tedbirsizlikle işâa olunduğu dakika, adi bir kıskançlık kisve-i fersudesine bürünerek halkı güldürmekten başka bir şeye yaramayacak.
Kadınlar ki dünyada bütün malik oldukları şeylere tecavüzü, güzelliklerine taarruza tercih ederler. Sırf hislerine ait izzet-i nefislerini pâmâl eden istirkâbları kimseye itiraf edememek mecburiyeti, onların en harab dakikalarında memnun görünmelerini müntic olur ki, erkekler ekseriya böyle muammalar karşısında bulunmakla dûçâr-ı hayret olurlar.
Mihriban şimdi râz-ı pinhânıyla karşı karşıya kalmış ve kendisini tehdit eden karîb bir felaketin adım adım yaklaştığını görüp feryat etmek isterken, dizlerinin dibinde oyuncaklarıyla aldanan kıyının, bu kâbus-ı peyâpey felaketle istihza eden gevrek, pürüzsüz sesiyle “Nineciğim!” diye gülüşünden saçılan nur-ı meserret, bütün kara hülyalarını târümâr eylemişti. Evladını kucakladı ve ona hücum eden ejdere, bu inci dişlerden dökülen bir bebeğin pakize handeleriyle mukabele etmek isteyerek, onu bir siper gibi kavrayıp havaya kaldırdı… Ve kenarları pembeleşen o küçük gözlerin içinde muhtaç olduğu lem’a-i ümidi buldu.
***Neriman çamların kütüklerini tutarak, küçük kayaların üstünden ayağı kayarak, sendeleyerek temmuz gecesinin durgun semasında parlayan yedi sekiz günlük bir hilalin ışığında, gözlerini köşkün arka kapısına dikti. Kapı açıldı. Gecenin sükûtu ortasında bir deste ipekli kumaşın feşâfeşi arasında bir gevrek kahkaha, titreye titreye çamların altına yayıldı. İki yumuşak gölge, “A! Vallahi tuhafsın kardeş!” âvâzesiyle ilerledi. Neriman göğsünden çıkardığı bir ufak deste benefşeyi Hamra’ya, “Müsaade edin şu demetçik dudaklarınızı koklasın.” diye uzatırken eteğine doğru eğildi. Hamra hafif bir çığlıkla “Destur!” dedi. “Bu kim? Gece kuşu mu?”
“Size vurulmuş bir kuş!”
Neriman’ın titreyen dudaklarından dökülen kelimelerdeki ihtizaz, sözlerini anlaşılmayacak derecede bölüyordu. Kamra hemşiresine dedi ki:
“Ay Neriman Bey imiş…”
Hamra ilave etti:
“Sizin burada ne işiniz olabilir? Bu da acayip! Ne işiniz olabilir? Yok, cevap verin. Çabuk, çabuk!..”
Neriman müşkül bir mevkide idi. Tedarik ettiği cümlelerin kâffesini şimdi unutmuş, söze nereden başlamak gerektiğini unutmuş:
“Bilir miyim efendim? Bu akşam hemşirenize, ben geçerken, bu kapıdan çamlığa çıkacağınızı söylüyordunuz. Benim de size o kadar anlatacak şeylerim, ayaklarınıza dökecek gözyaşlarım vardı ki…”
Şimdi Hamra, gözleriyle, dudaklarından kahkaha şimşekleri saçarak:
“Ne garip, ayaklarımıza dökecek gözyaşları varmış. Aman ne garip şeyler bunlar? Peki olsun! Fakat o yaşların hepsini birden dökünüz de çabuk bitsin. Kıvrılıp bükülen, sürünüp ezilen merasimden hoşlanmam. Hemen lakırdı mı söyleyeceksiniz yoksa ağlayacak mısınız? Haydi beş dakika içinde bitirin. Ve yürüyün şöyle ileri gidelim.”
Hamra ile Kamra önde eteklerini kaldırarak yürürken, Neriman arkada bu iki vücud-ı nazikterînin câzibe-i tâkâtsûzuyla atıldığı girdbâd-ı sevdanın sekeran-ı tesiriyle mahmum ü bitâb ve her türlü ihtimalata karşı zuhur edebilecek netayici, mevâni’i çiğneyip geçebilecek derece gözleri dumanlanmış, kararmış ve ekseriya bir aşk-ı meşru’a karşı edilen ilk tasaddilerde kalbe ârız olan mağdur ve giryan bir hayal-ı mûkizin “Beni unutma! Beni unutma!” enîn-i siyah-ı niyazı, kulaklarında uğuldayarak bir sevda-yı lezîz ü nevin ile telaş içinde çırpınan gönlüne kadar nüfuz edemiyordu.
Birkaç adım atmışlardı ki Hamra:
“Biliyor musunuz Neriman Bey, bu akşam Mihriban, sizi bize göstermeye bir türlü razı olmadı. Akrabanın birbirinden firarı münasip olmadığını söylediğim hâlde…”
“Ondan şimdi bana bahsetmeyiniz efendim.”
Daima yürüyorlardı. Sık ağaçlı bir tepeye geldiler. Hamra ilave etti:
“Lakin hareminiz değil mi? Onu yalnız köşte bırakıp bize ne söylemeye geldiniz?”
“Sizin aşkınızın beni öldüreceğini söylemeye geldim.”
Hamra bu defa artık bütün kuvvetiyle gülüyordu ve:
“Oh! Aşk, sevda, muhabbet, sevmek; ne yıpranmış, kullanılmış, pörsümüş lakırdılar. Bâhusûs sizin gibi bir evli adamın ağzından bunları işitmek…”
“Sizi seviyorum, çıldırasıya seviyorum!”
“Hareminizi sevmiyor musunuz?”
“Size perestiş ediyorum!”
“Lakin siz Mihriban’ın kocasısınız!”
“Sizin kölenizim!”
“Niçin?”
“Sizi ölmek için seviyorum!”
“Peki fakat o bu sözlerinizi duyarsa…”
“O duyarsa her şeye hazırım. Fakat siz aşkımı, beni kahredecek aşkımı reddederseniz ölürüm, yaşamam. Beni kurtarın; karşınızda gördüğünüz şu Neriman ruhsuz bir vücuttur, onun ruhu şu gül rengi avucunuzun içindedir.”
“Fakat sizin için, onu sevdi de aldı.” diyorlar.
“Size perestiş ediyorum, beni reddetmeyiniz. Eğer aşkımın şiddetini bilseniz siz…”
“Zevcenizi düşününüz!”
“Ona malik olmayaydım, size memluk olmayacaktım. Ruh vardır ki nısfı başkasındadır. Onlar yekdiğerleriyle ikmal olunmak için yaratılmışlardır. Biri diğerini karanlıklar, hüsranlar içinde arar; doğan kamere sorar… Bir hıram-ı mevzunun ahengine sorar… Bir kumaşın feşâfeşine sorar… İpek saçların kıvrıklarında arar… Mesut handelerin titreyen elhânında, mağmum giryelerin sükûtunda arar… Bir şemsiyenin esmer semasında arar… Bakışların mânâ-yı serâirinde arar… Eşini arayan bir kumru gibi onu her yerde, her an gönlüyle arar… Aklıyla arar… Hayaliyle arar… Hissiyle arar… Yoruluncaya kadar, ölünceye kadar arar; bulmadan ölürse mahrum-ı saadet; gülmeden, yaşamadan bedbaht olur. Bulursa benim gibi, her mâniayı çiğneyerek, bir inzicâb-ı tabii ile müştakına kavuşmak ister. Ben sizin, yalnız sizin için yaratılmışım. Hayatımı ikmal ediniz. Ben sizsiz yaşayamam. Sizin şu narin libasınızdan yayılan rayiha benim ruhumdur… Saçlarınızın rengi benim ruhumdur… Harmaninizin katmerleri benim ruhumdur… Şu küçücük ayaklar benim ruhumdur… Bütün handeleriniz, düşünceleriniz, ümitleriniz, şuhluklarınız benim ruhumdur. Ben yalnız sizin için yaratılmışım. Hayatımı ikmal ediniz, sizsiz yaşayamam…”
“Neriman Bey coştu ve ben üşüdüm. Hemşire artık gidelim.”
Şimdi Neriman bir buhran-ı mahmum içinde meftur ve perişan ağlıyor ve galeyan-ı hiss-i şegafla dumanlanan gözleri harekâtının gulüvv-i vacidini görmüyordu. Sözlerinin şuh kadın üzerindeki tesirini anlamak istemiyordu. Mühlik bir sevda ile sevdiği Hamra’nın karşısında, bütün râz-ı derûnunu döke döke yalvarmak ve böylece terk-i hayat etmek hiss-i elîmiyle medhuş idi. Hamra’nın hemşiresiyle bütün bu figanların buhran-ı perişanından ürkmüş gibi firar ettiklerini görünce, onları alıkoymak ve ayaklarına kapanmak istediği zaman, onlar köşkün kapısını Neriman’ın gözyaşlarına karşı kapamışlardı bile…
Hamra hemen odasına giderek mantosunu, baş örtüsünü başından fırlatıp “Oh Rabbi’m! Ne vaka, ne vaka!” diyordu. Ya Mihriban duyarsa, işte o zaman bu mudhike, bir faciaya dönecek. Birçok güftügû olacak. İki aile er-kânı birbirine girecek. Sonra hadise Ada’ya, Boğaziçi’ne, İstanbul’a işâa olunacak. Bütün dostlar duyacak. Her yerde kendisinden bahsolunacak. Neticede ömründe bir defa daha eğlenmiş olacak… Lakin Neriman’ın aşkı, çılgın, mütecâsir bir aşk ise; ya zevcesini bırakıp kendisini almaya kalkarsa… Kalkarsa, “Otur yavrum.” diyebilecek mi?
Hamra kalktı, sedefli, sekiz köşeli bir iskemle üstünde yarı açık duran sigara paketinden eğildi, bir sigara aldı. Kibriti çakarak uzanmış dudakları arasında sıkışan sigarayı, iki küçük alev darbesiyle acele yaktı ve kibriti söndürmeyerek endam aynasının civarında duran, üçüzlü bir şamdanı yaktı. Şimdi bir ufk-ı revnakdarın bir köşesine benzeyen, iri aynadan in’ikâs eden şuleler, pembe döşemeli bu odanın içini, bir şafak bulutu güzergâhına benzetti. Ucu, iri dudaklarının içine gömülen sigarayı leziz bir iştiha ile içerken, aynanın önüne geçti. Durdu. Saçlarının -o tabire gelmeyen; sonbahar sabahlarında esen kuru rüzgâr ile kavrulmuş, yanmış yaprakların kırmızıyı andıran rengine benzeyen saçlarının- leyyin taravetini, çehresinin pembe rengini, gözlerinin işveler ihtira eden bakışlarını temaşa ederken, “Pek hoş, pek hoş!” itirafını ima eder bir vaziyetle, aks-i endamına, küçük bir hande-i takdir ve başıyla bir temenna-yı aşinaî yolladı. Beyaz kusursuz dişleriyle baktı, bol yenli kollarını kaldırarak bağteten üryan olan bileklerini tetkik etti. Ellerini kalçalarına dayayarak ve yan tarafa temayül edip bir tavr-ı meshurâne ile boyunu, belini, boynunu süzdü, süzdü… Şimdi düşünüyordu: “Hayır Mihriban, maksadım seni üzmek, azametine basıp yükselerek kibrinin nasıl kırıldığını görmek, Hamra’yı çekememenin, Hamra’yı rast geldiğine çekiştirmenin cezasını tertip edivermek… İşte bu oyun bu kadarla bitecek. Neriman! Sen de yırtınma, bu vücuda sahip olmak liyakatini henüz kimsede görmüyorum… Gözyaşlarına acıyorum… Fakat…”
Evet, samimiyetle akan yaşlar hiçbir zaman tesirsiz olamazlar. Bu katrelerin düştüğü zemin, ne derece çorak olsa yine orada küçük bir nihal-i şefkat belirmek ihtimali vardır. Hamra’nın üzerinde bu dakika Neriman’ın gözyaşlarının bir tesiri vardı. Lakin bu tesir o yaşların kurumasıyla beraber zail olacak derece muvakkat olabilir.
Hamra soyunup yatağa girdiği sırada, bugünkü geçen dakikalarının kendini memnun ettiğinden dudaklarında, gözlerinde bir ibtisam-ı meserret uçuyordu.
***Bu ikinci mektuptu ki Mihriban kocasının cebinde bulup okuyor, demek ki şimdi kocasının gönlü tamamıyla Hamra’da… O, hayatı beyhude olan, fazla duran bir bedbaht, bir kimsesiz… Şu dakika ölse kimse ona acımayacak hatta Neriman sevinecek, Hamra sevinecek. Ömrü onlar için bir bâr-ı girân. Neriman, kendisiyle bir aydan beri lakırdı bile etmeye temayül etmezken, ona şarkılar tanzim ediyormuş. Şimdiye kadar lisanından bir manzum söz işitmemiş iken bu kadının aşkıyla Neriman şair olmuş:
Hande-i gül-rû-yı letafetsiniz;Nursunuz ruh-i muhabbetsiniz;Âlihe-i arş-ı melâhatsiniz;Âfet-i hengam-ı şebâbetsiniz!Etmiş idi lütfunuz ihya beni;Öldürüyor, şimdi o hülya beni;Korkutuyor ah! Bu sevda beni.Korkulacak mertebe afetsiniz!Bilmem kaçıncı defadır, Mihriban bunu ruhu yanarak okuyor ve düşünüyordu.
Etmiş idi lütfunuz ihya beni!..Kocası bu kadının lutfuna da nail olmuş. Oof!.. Bu fikir, Mihriban’ın sabrını târ-mâr ediyor. Bu hayatının bir kıyametiydi. Buna tahammül edemeyecekti. Gönlü bu bârı çekemeyecekti… Belki şimdi kendi bu eziyetlerle kıvranırken kocası ona “Hande-i gül-rû-yı letafetsiniz!” diyor. Lakin bu nevazişlere maruz olmak, yalnız kendi hakk-ı sarihi değil miydi? Hamra ne salahiyetle, ne nam ile kendine ait bu hakkı gasp ediyordu? Şimdi Hamra ile Neriman’ın arasındaki münasebetin derecesini, tafsilat-ı hakikiyesini anlamak için bir çare arıyordu. Mihriban bu dakika nefsinde şedîd bir kıskançlık duymuyordu. Yalnız hakikate muttali olmak, niçin, neden, nasıl aldatıldığını bilmek istiyordu. Hâlâ o, kocasını ciddi, menfaatsiz, ihtiyatsız bir hürmet-i amîka ile seviyordu. Bu mektup, bu şarkı aşkını rahnedâr etmekten ziyade, izzet-i nefsine dokunuyordu. Ve tekmil mesuliyeti Hamra’ya atfederek saf ve pakize kocasını ızlale sebeb, bu kadının sahte işveleri olduğuna karar verince, dimağı zehr-âlud tasmimler kahhar fikirlerle dolarak, bütün âmâl-i müz’icesini birden icra için bir karar-ı âni vereceği sırada; za’f ü aczinin hayluletini teferrüs ile ağlamaya başlıyordu. Rekabet-i sevda bir tıfl-ı muhabbettir ki validesini zehirleyen bir yılan yavrusuna benzer. Mihriban böyle bir kasd ve bir emel neticesiyle, sırf bir sevk-i tabiî-i neseviyetle kimsesizliğin, çaresizliğin en ziyade hissolunduğu karanlık ve sessiz gecelerde böyle metrukiyet-i aşkıyla zehirlene zehirlene, itidalini kaybediyordu.
Neriman karısını avutmak için bulduğu fena bir tedbire müracaatla daima süslenip gezmesini dermiyan eylediği zaman, Mihriban kocasının yüzüne gözlerini dikip ağlamaktan başka bir şey yapamıyordu.
Artık Mihriban kocasının her hâlini, her hareketini, her sözünü sıkı bir tecessüs altında tutuyor, kocasının ağzından bir kelime kapıp bütün bütün zehirlenmek için uyumuyor ve onu tefahhuslarıyla izaç etmekten çekinmiyordu. Ceplerini karıştırıyor, kâğıtlarına bakıyor, gözlerinde geçmiş bir hatıranın izlerini araştırıyordu. Ve daima muvaffak oluyordu. Kâh Neriman’ın cebinde bulunmuş bir çiçek onu ağlatıyor, kâh uykusunun arasında işittiği yarı anlaşılır bir sayıklama onu öldürüyordu… Günler geçtikçe kocasının muamelesi değişiyordu. Hatta Hamra ile Kamra’nın, kendisine görünmesine müsaade etmediğinden dolayı zevci küçük mücadeleler bile çıkarıyordu. Mihriban biliyordu ki zevci, validesinden sergüzeştlerini saklamaya lüzum görmedikten maada, kayınvalidesi olacak bu merhametsiz kadından teşvik bile görüyordu. Mihriban bu azaplar altında kıvrandıkça, itidâl-i ahlakı da sarsılıyordu. Bir kitapta okumuştu ki: “Kimseyi kıskandırmak istemeyenler kıskandırılırlar.” Düşünüyordu. “İşte bir doğru söz, ben de Neriman’dan evvel başlamış olaydım. Mademki o iktidar bende de var.”
Şimdi bu vesvese gittikçe tezayüd ve terakki ediyor. Evet, onu mademki kocası sevmiyordu… Lakin onun sevilmeye ihtiyacı vardı. Metruke fakat niçin? Maşuka olamaz mı? Mademki her zaman yaşam devam etmeyecek, her zaman gençlik ele geçmeyecekti! Neriman, sevgili Neriman, işte onu düşünmüyor, onu aldatıyordu. Hem aldatmakla beraber, bütün ezvak-ı muzlime-i hayatın kapılarını eliyle açıp ona sapa bir yol gösteriyordu. Evde unutulmuş, aldatılmış makhûr yaşamaktansa velev gözyaşlarıyla irvâ’ ederek, hayatında bir gülzâr-ı hatırat tarh edemez miydi? Evde, mesela şu karşıki köşkte, her zaman kendisine yiyecek gibi mütehassirâne bakan sarı bıyıklı genci, bir nazra-i teşvik ile teshîr ederek, onun bir mabude-i yegânesi olmak hissiyle mütelezziz olarak, muvakkaten olsun, şu hicran yaralarını tedavi edemez miydi? Gizli, müessir bir intikam hissiyle inşirah edemez miydi? Niçin kocasına hayatını tevdi etti? Yaşamak, bir aile teşkil etmek, mesut olmak, sevilmek, öpülmek, takdir olunmak için değil mi? İşte ben bugün rabıtalar kâmilen bitmişti. Zevci şimdi bir diğerinin, mesudiyetini ikmal ediyordu. Bir başkasını seviyor, bir başkasını öpüyordu. Bu hâlde kendisine ne kaldı? İnsanlıkta sevilmeye, takdir olunmaya ait bir sevk-i tabii vardır. Yaşadıkça, öldükten sonra unutulmak endişesi, bizi meyus etmeye kâfi iken, hayatta iken unutulduğumuza vâkıf olmak, sevilmeyip terk olunduğumuzu anlamak bizi çıldırtmaz mı? Zannediyorum ki bütün serair-i encamı meçhul kalmış intiharların sebebi, sevdikleri tarafından unutulmak felaketinden münbais olmak lazım gelir. Rabıtasız, bir iz bırakmadan takib-i hayat faydasız bir ömür, kimseyi meşgul edemeden yaşamak işte bahusus güzel kadınlara çılgın bir yeis verecek bir azaptır. Evet, şimdi Mihriban ölüverse kocası ve Hamra sevinecekler ve “Oh, bu engel bertaraf oldu. Artık birbirimize kaldık.” diyecekler.
Mihriban bütün muhakemat-ı dûr ü dıraz neticesinde, uykusuz, emelsiz, kimsesiz gecelerin fısıltılarıyla şimdi gönlünde doğan ve yavaş yavaş büyüyen tabii bir sevk-i hisse, feth ü zabt-ı kulûp hissine temayül etmişti. Artık o da sevmese bile, sevdirmek için, mesela ufak bir nigâh, gizli bir tebessüm ile mümkün olabilecek, samimi çarelere teşebbüs edecekti. Bu suretle hem kendisini düşündürtecek ve hem de intikamını almış bulunmak lezzetiyle şâdgâm olacaktı… Ve kendi aczinden istifade eden kocasının yüzüne müsterih ve mutmain, istihzah bakışlar fırlatacaktı.
Sefaletle geçen izdivacının daha ikinci senesinde, bu kadının kalbinde intikam için -dürüşt, kıymet-nâşinâs zevcine karşı- bir heves ve erkeklerden aldığını yine erkeklere vermek üzere onların fevkinde, onlardan büyük görünmek hevesi doğmaya başladı.
Birinci hatveyi attı. O genç için hazırladığı tebessümü tevdi etti. Genç tarafından takip olundu. O yabancının boynunu büktüğünü ve merhamet talebini ima eder bir vaziyet aldığını bu kalbini yırtan çarpıntılarla temaşa etti ve bu sırada etrafında Neriman’ı, gafil vefasız kocasını aradı. Ona bu levhayı gösterecek ve diyecekti ki: “O kadının ayağına kapandığını ben hoş göreyim fakat şu, bana boynunu büken gencin de benim ayağıma kapandığını, sen hoş gör. Neriman! Sen o kadını öptükçe, ben de buna güleyim, olmaz mı? Bu mukaveleye razı olacak mısın? Şimdi bu levhayı yüreğin titremeden, kanın galeyan etmeden temaşa edecek misin?”