
Gönül Hanım
Martın birinci günü Udinsk’e vardılar. On günlük seyahat kendilerini yorduğu için hem biraz dinlenmek hem de evvelce buradaki acentelerine gönderdikleri levazım sandıklarını muayene etmek üzere birkaç günlüğüne bir otele indiler. Ertesi gün Gönül Hanım yol arkadaşlarına, odasında bir çay ziyafeti verdi. Aynanın önünde Tolun’un verdiği üç kartpostal duruyordu. Kaplanoğlu, Rumeli Hisarı ve çevresini gösteren resimlere derin derin baktı:
“Ne muazzam bir güzellik, burası bütün Ural-Altay kavimlerinin manevi payitahtı olmalıdır, medeniyet merkezi olmalıdır. Bütün Slav milletlerinin kıblesi Petersburg, İngilizce konuşanların mihrabı Londra olduğu gibi… Boğaziçi’nin iki kıyısında kurulacak birkaç üniversitede, Asya’daki Türk kavimlerinin irfana susamış gençlerini doyuracak birer ilim kaynağı mevcut olsa…”
Budapeşte’nin bu arada unutulduğundan canı sıkılan Kont Zichy, şaka yollu dedi ki:
“Demek Türkler bütün Asya’yı istila etmek istiyorlar. Bu tasavvuru, gerçekleşmesi pek çok zaman isteyen bir hayal sayarım.”
Mehmet Tolun ihtisasıyla ilgili bu itiraza hemen cevap verdi:
“Türklerin ittihadı, İslamların ittihadı gibi, Avrupalıların, bilhassa Avrupa’daki düşmanlarımızın bize yönelttikleri iftiralardır. Türkiye’de hiç, ama hiç kimse yoktur ki Asya’yı, Rusya’yı istilayı hatırından geçirsin. Türkler Asya’dan evvel, Türkiye’yi fethetmelidirler. Yurdumda hâli, şanı bilinmeyen, el değmemiş, unutulmuş öyle yerler, bölgeler var ki saysam hayret edersiniz. Bence Türk Birliği, hatta İslam Birliği demek Türk kültürünün, İslam ilminin birliği demektir. Daha umumi bir deyişle Türklerin aydınlanması, medeniyet yolunda ilerlemesi demektir. Biz yabancı ülkeler fethetmek değil, yerli üniversiteler açmak istiyoruz. O suretle ki Berlin’de, Viyana’da, Zürih’te, Hollanda’da Niebelungen efsaneleri ne tesir bırakıyorsa, Ergenekon, Alparslan masalları da Tebriz’de, Bakü’de, Kazan’da, Budapeşte’de, Türkistan’da, Sibirya’da o tesiri yapmalıdır. Bunun için Almanya Avusturya’yı, Doğu İsviçre’yi istila etmedi ve bu ülkeler hakkında da hiçbir hırs beslemedi. Amerika ve İngiltere aynı kültüre sahip oldukları hâlde birbirlerini mahva çalışmıyorlar. Türklerin milliyetperver bir zümresi istiyor ki, medeniyet âleminde nasıl bir Latin medeniyeti, bir Anglo-Sakson terbiyesi varsa, bu medeniyet ve terbiye nasıl cihanda bir refah amili olmuşsa, bir Türk medeniyeti, Türk kültürü de er ve geç Doğu’da, o suretle bir terakki vasıtası olsun. Bu gayeye bizi ulaştıracak Savunma Bakanlığımız değil Millî Eğitim Bakanlığımızdır… Bu sade ve tabii mefkurede nasıl ve ne gibi istila fikri buldunuz? Anlayamam Kont! Dikkat ettinizse Ali Bahadır Bey, İstanbul, Ural-Altay kavimlerinin idare merkezi olmalıdır, demedi. Medeniyet merkezi, manevi başkenti olmalıdır, dedi.”
“O hâlde, itirafınıza göre, mademki memleketinizde daha bilinmeyen, bırakılmış bölgeler varmış, önce onları keşf ve imar etmek Asya’dan öğrenci davet eylemekten daha lüzumlu ve önemli değil mi? Asya’daki ırktaşlarımızı aydınlatmak istiyorsanız, hatırınıza İstanbul’dan daha çok imar görmüş, daha yükselmiş, aynı millî men-şeye mensup bir ahalinin bulunduğu bir diğer başkent gelmiyor mu?”
Gönül Hanım gülerek atıldı:
“Budapeşte demek istiyorsunuz değil mi Kont?”
“Evet…”
Bu tatlı kız Kont’un önüne birkaç gevrek ile murabba kasesini sürerken karşısındakinin yüzüne manalı manalı baktı ve:
“Müsaadenizle buna da ben cevap vereyim, Kont!” dedi ve ilave etti:
“Macarları Şark’tan ayıran tam on asırdır. Sizde bugün Şark kültür ve medeniyetinden zerre kalmamıştır. Hristiyanlıktan sonra evvela Latin medeniyeti, sonra Alman kültürü arasında kaldınız. Latin, Cermen, Slav dalgaları arasında tarihinizi, geleneklerinizi, dilinizi ve hatta ecdadınızı unuttunuz.
Bugün miladi on dördüncü yüzyıla ait Macarcada bir mısraya, bir mesele, bir masala malik değilsiniz. Dilinizdeki sözcüklerin yüzde yetmişinden fazlası Latin, Cermen, Slav kelimelerinden müteşekkildir. Ancak, yüzde on beşi Altaîdir, onlar da asılları anlaşılmayacak derecede tahrif ve tahrip olunmuş lafızlardır. Mesela Macarca ‘ayna’ demek olan ‘tükör’ün ‘görmek’ menşeinden geldiğini bilmek için ya keramete sahip veya ilm-i iştikaka aşina olmak lazımdır. Bu iki faziletin erbabı da, maatteessüf, pek nadirdir. Bereket versin Macaristan’da bir buçuk asır kalan Osmanlı Türklerine ki, o zamana kadar, size cebren kullandırılan Latince, Almanca yerine kendi dilinizi iade ettiler. Eğer onlar memleketinize muvakkaten malik olmamış olsaydılar, bugün, on milyonu geçen halis Macarlar dilleriyle, ruhlarıyla tamamen Alman olmuşlardı. Bu olmaz bir şey değildi. Altay kavimlerinin ‘âbâ-i beşer’ olduğuna kani değilseniz, Rusların, en azından, yüzde ellisi ile aynı babanın evladı olduğumuza şüpheniz yoktur ya. Onlar nasıl Slavlaşmış iseler siz de o suretle Cermenleşecektiniz. İşte, bu cihetlerle, Peşte’nin Ural-Altaylı nesillere, hüviyetini, lisanını öğretecek bir mevkide bulunmadığına hak verirsiniz, sanırım.”
Ali Bahadır Bey, köşesinden kımıldamadan, söze karıştı:
“Mamafih Macar başkentinin, bunun için esasen gayet mühim olan mevkini tamamen kaybetmesi gerekmez. İstanbul’da dinini, dilini, tarihini öğrenen bir Türk’ün, bir Tatar’ın Macaristan’ın ziraat, sanayi vesair ihtisasa ait yüksek okullarına devamına hiç mâni yoktur. Peşte de bu suretle ırkdaşlarına karşı vazifesini ifa etmiş olur.”
Bahadır Bey uzlaştırıcı nutkunu bitirmeden Gönül Hanım, yerinden fırladı:
“Bana kalırsa, mademki, medeniyetin kemal vasıtalarını, terak-kiyatını ihtiva eder bir Türkiye, bir İstanbul farz ediyoruz, o hâlde halis Macar gençlerinin dahi Türkiye’ye gelip Türkçe tahsil etmelerine bir mâni kalmaz. Bundan hasıl olacak menfaat ikidir: Evvela her iki kavmin mukaddes ateş sahiplerinin, el ele, Asya’yı aydınlatmaya -fakat hiçbir siyasi fikre kapılmadan- gidebilmeleri ihtimalinin vücut bulması; ikincisi her iki kavim arasında sınai ve ticari münasebetlerin artması…”
Tolun Bey sedire yaslanmış, sigarasının rehavetkârane külünü dökerken:
“Tam Şarklılar gibi hülya ile vakit geçirirken asıl meseleyi unutuyorduk. Hani, bugün arabaları ve kılavuzu ayarlayacaktık?” dedi. Bunun üzerine hep birden kalktılar. Gönül Hanım’ı bazı eşyaların tamiri ve tertibi için otelde bırakarak çıktılar.
Bir gün sonra sabahleyin hazırlanan troykalara7 binerek ve eşyayı hayvanlara yükleterek güneye doğru, Selenga Nehri vadisini takip ederek yola revan oldular. Arbunovk şehrinde bir gece istirahat ettiler. Diğer ufak kasabalarda araba, hayvan değiştirdiler. Yollar yüksek çam ağaçları arasında hem latif hem yek ahenkti. Selenginsk’e vardıkları zaman bu sıkıntılı ve tatsız kasabada karşılaştıkları tufana benzer bir yağmurdan ötürü tam beş gün kaldılar.
Bu suretle Udinsk’ten Kâhta’ya kadar 250 kilometrelik mesafeyi tam on beş günde katettiler. Araba yolculuğunda Rus zabıtasının şiddetli muamelelerinden bir hayli azap çektiler. Hatta bir gün Kont, Alman casusu ithamından altı saat tutuklu kalmak, yüz elli ruble rüşvet vermek ve bir tokat yemekle kurtulabildi. Hoş olan, olmayan birçok macera yaşadılar ve bu sarp geçitleri kâh para kâh Kaplanoğlu’nun rast geldiği Tatar dostu kimselerin yardımıyla atlattılar. Kâhta şehri Çin Moğolistanı ile Sibirya sınırı üzerinde Rusya’da son merhale idi.
Mehmet Tolun Bey’in Günlük Hatıraları
12 MayısAraba yorgunluğundan günlük hatıralarıma birkaç gündür devam edemedim. Sünbüli bir hava. Öğleüstü hayvanları dinlendirmek, biraz da çimlenmek için bir geçidin ortasında troykalarımızdan indik. Bahar tatlı renklerini, ince kokularını serpmeye başlamıştı. Etrafta öbek öbek iri mavi laden çiçekleri açmıştı, iki taraflı yarların sırtlarında göğün maviliklerini örten, yeşil ulu çamlar ince parmaklarıyla, uzaktan üzerimize, nazik bir rüzgâra sarılmış yeşillik kokuları, hafif bir güneşe bürünmüş bir orman ahengi saçıyor. Yanaklarımız, ellerimiz bu okşamalarla gülüyor, güzelleşiyor gibiydi. İki buçuk aydan beri bizi kovalayan dondurucu ayazların, kar tipilerinin eziyetlerini bir dakikada unutuverdik.
Kont gülerek dedi ki:
“Mademki atalarımızın yurduna erdik; onların ruhlarını şad etmek için âdetlerini ihya edelim. Buraya kadar kardeş gibi aynı duygu, aynı istek ile geldik; buradan öte de bu samimiyeti muhafaza için kan kardeşi olalım, ant içelim.”
Bu âdet Türkiye’de hâlâ caridir. Kont bu sırada, ellerini temiz yıkadıktan sonra parmağının ucunu çakısıyla deşerek birkaç damla kan çıkardı. Bunu gören tercümanımız Mengüberdi hemen bir kâse kımız getirdi. Zichy, kızıl kanını bu beyaz sıvının içine damlattı. Arkadan ben ve Ali Bahadır da aynı suretle bileğimizden, kolumuzdan birkaç damla kan döktük. Sonra kâseyi karıştırarak içindeki sıvıyı bardaklara taksim ettik ve yekdiğerimizin afiyetine içtik. Gönül Hanım da bu ecdat ayinine uymak istedi. Fakat Macar asilzadesi:
“Hayır, matmazel, size riayete esasen borçluyuz, sizinle aramızda herhangi bir anlaşmazlık çıkma ihtimali yoktur ki canınızı acıtmaya lüzum görülsün.”
Ben de ilave ettim:
“Kadınlar arasında ant içmek mutat olmamıştır.”
Sibirya sınırından, Kâhta’dan ayrılalı beş gün oldu. Bu beş günlük yolculuğu bataklıkları, uçurumları, ormanlar arasında çürük ağaç yıkıntılarıyla dolmuş geçitleri aşarak bitirdik. Ken Dağları’nın Kentei girift silsilesini güçlükle geçtikten sonra Karan Koui Boğazı’na vardık. Bu akşamı Urga’da, seyahatimizde rastladığımız ilk Moğol kasabasında, Moğolların mukaddes bir yurdunda geçireceğiz. Demek aile arasındayız.
Bir zaman adları Avrupa’yı titreten atalarımızın, Tukyuların, Hunların, Türklerin, Moğolların beşiği, mezarı, geçidi, meydanı olan, şimdi ıssız duran bu yerlerde bir gün gelecek fabrika bacaları yükselecek, lokomotifler çığlık koparacak…
Bir vakitler ok ve kargı taşıyan ecdadımızın torunlarının elleri bundan sonra manivela, demir çarklar döndürecek, işte o zaman belki bir ikinci hercümerç olacak…
Akşamüstü sular kararırken, dar geçitlerden, birer tapınak olduğunu haber verdikleri, sıralanmış yarım çam bölmelerinden yapılmış tahta perdeler içindeki birer katlı binaların önünden, bu dakika tenha olan pazar meydanından geçerek, yanı sıra kirli bir derecik akan ensiz bir yolun nihayetinde, kılavuzumuzun ihtarıyla kerpiçten bir kulübe önünde durduk. Burası Sibiryalı bir tüccarın evi imiş ve günde beş ruble ücretle kiralamışız.
Gönül Hanım pek yorgun görünüyor. Ben ise bir Moğol evinde yatmak istiyordum. Bunu teklife cüret edemedim.
14 MayısMoğolların dinî merkezi olan Urga şehri iki kısımdan mürekkeptir. Araları altı kilometredir. Her iki kısım da Tula Irmağı’nın sağ tarafındadır. “Boğdukura” yani mukaddes mabet denilen birinci kısımda yalnız Moğollar yaşar. Burada Lama mezhebine ait tapınaklarla Canlı Huda’nın eski bir sarayı vardır. Maymaçin denilen ikinci kısmında ise Çinliler oturmaktadır.
Moğollar buraya “Urga” adını vermiyorlar. “Buğdul kura”8 veya sadece tapınak manasında “Kura” diyorlar. “Urga” adı ise tercümanımızın iddiasına göre Ruslar tarafından bu kasabaya “urta, orta” kelimesinden galat olarak verilmiştir. Kâhta şehri Moskof tarafından tesis olunduktan sonra buraya ticaret için gelen Moğollara sorulan “Nereden geliyorsun?” sorusuna mütemadiyen güneyden ve daha doğrusu, Sibirya ve Çin’e nispeten “Ortadan geliyorum.” demek olan, “Urtas yaucu vaynam.” cümlesinin ilk kelimesinden Urga adı çıkıvermiştir. Ben de Gönül Hanım’a İstanbul’un da Rumca “İs tin polin” yani “şehre” veya “şehirde” tabirinden galat olarak alındığını anlattım.
Moğollar mabetlerini ateş, su, maden, toprak ve odundan mürekkep mukaddes saydıkları beş unsura alamet olmak üzere ekseriya amudi kırmızı, mavi, sarı, kara, ak çizgilerle boyamışlardı.
Yemekten önce hepimiz kasabanın etrafını gezmeye çıktık. Aman Allah’ım! Ne bir ağaç ne yeşil bir ot! Hiç, hiçbir şey yok. Ufuklara doğru uzanan kumlu, çorak bir çöl… Geçmiş günlerin matemini, inler gibi devamlı esen bir kuzey rüzgârı her dakika kirli sarı tozları savuruyor. Kasabanın içi de ne kadar acıklı ve iğrendirici idi. Burada kalbi, izzetinefsi olan bir fert yok mu idi? Sokakların ortalarına çöpler ve hayvan leşleri yayılmış, etrafında sürü sürü köpekler dolaşıyor.
Kılavuzumuz bizi şehrin diğer kapısına götürdü. Ne görelim? Altı üstüne dönmüş bir mezarlık… Şurada yığın yığın insan kemikleri… Biraz ötede kurtlardan, köpeklerden artık çürümüş, şişmiş ölüler!
“Terrem Tete!” diye Macarca bir küfür savurdu ve Gönül Hanım’ı çekti, kaçtılar. Meğer Buda mezhebince cenazelerin gömülmesi harammış. Hatta bazen sofu Budistler, Azrail’in kulübelerinin etrafında dolaşmasını önlemek için, ümitsiz can çekişen aile fertlerini sokağın bir köşesine bırakırlarmış. Hastanın son nefesini bekleyen köpekler, ölüme hazır bedbahtın etrafını alır ve onda hayat eseri kalmayınca birbirini itip çiğneyerek ölü üstüne atılırlar ve cesedi parçalarlarmış… O zaman buralarda köpeklerin ne mühim vazife gördüklerini anladık. Esasen hiçbir yerde bu kadar semiz, bu kadar gururlu köpekler görülmemiştir. Buradan daha kirli bir şehir, buranın insanlarından daha miskin ve pis mahluklar tasavvur edilemez: Köpeklerin insanlara hâkim olduğu bir ülke. Burunlarımızı tıkadık, gözlerimizi yumduk. Dönerken Bahadır Bey dedi ki:
“Bu hareketsizlik, cansızlık, arzusuzluk, pislik bütün bu çaresizlerin mensup oldukları uğursuz mezhebin gerektirdiği hususlar. Budizm, şu cihanın vaktiyle en canlı, en arzu dolu Moğollarını böylece birkaç yüzyıl içinde en tembel ve en alçak bir hayvan derecesine indirmiş.”
“Evet.” dedim. “En medeni insanlardan, en vahşi beşeriyete kadar her kavmin, düşüncesine, yaşayışına, mensup olduğu dinin tesiri inkâr edilemez; inanışın yanında, cinsiyet ve milliyetin yeri ikinci derecede kalıyor.
Dinin, maneviyatın saf ve cahil insanlar üzerindeki tesiri bazen feyiz verici fakat çok kere kahredici oluyor. Herhangi bir dinin siyah ve kanlı perdesi ancak ilim ve irfan ile açılıyor ve gerçek yönü ilim ve irfan ile aydınlığa kavuşuyor.”
Taştan mabetler ve kerpiç ile yapılmış kulübeden başka, diğer meskenler keçe çadırlardan ibaretti. Bu toparlak ve tavanları mahrut şeklinde çergelere Kırgızlar “Yurd” ve Moğollar “Kir” diyorlar. Çadırların etrafı çam bölmelerinden tahta darabalar ile ayrılmıştı. Bu suretle kasabanın gösterdiği acı manzarayı ancak yer yer rastlanan tapınakların altın kubbeleri değiştiriyordu. Bunların en önemlisi “Maydari” tapınağı idi. Urga’nın ahalisi “Kalka” denilen Moğollardan mürekkeptir. Bunlar sarı ile kırmızı arası kiremit renkli, iri elmacık kemikli, yassı yüzlü idiler.
Bu bela mekânının gündüzünü gördüğüm için gecesinin hayalinden irkilmeye başladım. Gece katı ve zifiri bir karanlığın altında bütün bu pis ve iğrenç köpeklerin hükmüne bırakılıveriyor ve hırlaşmalar, havlamalar, ulumalar sabaha kadar büyük bir gösteriş ve gürültü ile devam ediyordu.
16 MayısAkşam hem bedenen hem ruhen yorgunduk. Yemekten sonra çaylarımızı içerken Kont Béla Zichy dedi ki:
“Atillaların, Batu Hanların, Cengizlerin, Yavuzların ecdadı bu miskinler midir? Hindistan’ı, Çin’i altüst edenler, Fağfurlara ‘Çin Seddi’ni yaptıran ‘Hiyungnular’ bu mendeburlar mıdır? Altınorda kahramanlarından bu paslanmış teneke parçaları mı kalmış?”
Gönül düşünüyordu. Gözleri dalmıştı. Çay bardağını dakikalarca dudaklarında tuttu. Birdenbire:
“Ne düşünüyorum, biliyor musunuz? Bu milletin Avrupa’da ve Asya’da tarih öncesinden beri savaşmadığı hemen hiçbir kavim kalmamış gibidir. Tasavvur ediniz: Hiungnular, Çinlilerle; Hunlar, Cermenler, İskandinavyalılar, Frenkler ile; İskitler, Türkler, Moğollar, İraniler ile; Moğollar, Hintliler ile; Tatarlar, Moğollar, Türkler, Araplar ile; yine Tatarlar, Türkler, Islavlarla (Rus, Sırp, Çek, Leh, Bulgar, Hırvat, Dalmat) vb.; yine Türkler, Moğollar, Tatarlar, Nemseler (Almanlar) ile; yine Türkler, İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler, Avusturyalılar ile çarpışmışlar ve yenmişler yahut yenilmişler; fakat her defasında harikalar göstermişlerdir. Hayır, hayır! Bu kadar didinmenin, çarpışmanın sonu elbette yorgunluktur. Bu kadar kan dökmenin neticesi elbette kansızlıktır. Herhangi tunç ve çelik bir silah bu derece kullanılırsa elbette aşınır, körlenir.
Ali Bahadır Bey gülerek atıldı:
“Hemşire, bu sonu gelmez sıkıntı ve güçlüklerin tesiri inkâr olunamazsa da yorgunluk, babadan toruna geçerken dinlenmiş bulunur. Moğollardaki bu düşkünlüğün sebebini Buda mezhebinde ‘Sakyamoni’nin yanlış ve doğru cetvelinde, diğer deyimle, günah ve sevap hanelerinde aramalıdır.
Bir kere Budizmin beşer beşer ayırdığı, şu on şarta bakınız; hatırımda kaldıysa tekrar edeyim.
Önce:
1- Öldürmemek, 2- Çalmamak, 3- Fuhuşa kapılmamak, 4- Yalan söylememek, 5- Sarhoş olmamak.
Sonra:
1- Mevsimsiz yemek yememek, 2- Dans etmemek, şarkı söylememek, çalgı çalmamak, 3- Süslenmemek, koku sürünmemek, 4- Büyük yatakta yatmamak, 5- Altın ve gümüş saklamamak.
Şu ikinci bölüm şartların karşılığında hayatta ne lezzet ne çaba kalabilir?
Buda, mensuplarının davranışlarına göre mükâfat ve ceza vadeder.
Mükâfat: Nirvana.
Ceza: Ruhun insandan hayvana ve hayvandan insana geçmesi.
Ruh göçmesi, kötü iş işleyenlerin ruhları öldükten sonra en iğrenç ve melun bir hayvan kalıbına girmek ve tekrar dünyada yaşamaktır.
Nirvana ise ahirete ait zevklerin devamı için hayat içinde yok olmaktır.
Nirvana’ya erişmenin usulünü gösteren, Budizmin esası olan şu dört gerçek mühimdir:
1- Elem hayattan ayrılamaz.
2- Elem, emelin kızıdır.
3- Hayat ve elem Nirvana ile biter.
4- Nirvana mutluluğuna erişmek için kin ve garezle ilgili arzulardan ve nefisten geçmek, istekleri devam eden hayatın bütün ilgilerini kesmek lazımdır.
İşte, Nirvana denilen böyle bir delilik, bu ıssız ve çorak çöllerde yaşayan cahil, içi temiz Moğol dimağlarına yüzyıllardan beri aşılanırsa, sonu böyle hiçliğe ve miskinliğe varır.
Yukarıda söylediğim on dinî şarttan başka, ruha ait hizmetlerde, mezhep işlerinde bulunanlar için evlenmek değil, bir kadının yüzüne bakmak, hatta bir küçük kızın eline dokunmak bile haramdır.
Din gereğince çalışmaları yasaklanmış ve sadaka ile geçinmeleri mecbur kılınmış Budist ruhanileri bir kadının elinden sadaka da alamazlar. Bunların yeni kumaşlardan elbise yapmaları da günahtır. Mezarlıklardan, süprüntülüklerden toplanan paçavraları kendi elleri ile birbirine ekleyerek, dikerek bunlardan nihayet üç kat elbiseye sahip olabilmelerine izin vardır. Budist ruhanisi yatağa uzanamaz, mutlaka otururken uyumalıdır.”
“Fakat…” dedim. “Japonlar da Budist oldukları hâlde onlarda bu miskinlikten eser yoktur!”
“Bir kere Japonların tamamı Budist değildir, içlerinde Konfuçyüs mezhebine ve Japonların eski dinlerine mensup olanlar da az değildir. Bununla beraber Japonya’ya miladi altıncı yüzyılda musallat olan Budizm bu adaların neşeli, çalışkan, becerikli ahalisini çok sarsmışsa da, coğrafi mevkileri bakımından daima diğer kavimlerle temasta bulunduklarından tetik davranarak bu mezhebi kendilerinin ırk ve iklim şartlarına göre değişikliğe uğratmışlardır.”
Kont Zichy ekledi:
“Seyahatlerim sırasında dikkat ettiğime göre bu her dinde böyledir. Nitekim İslamiyet’in Yemen ve Useyir taraflarındaki anlaşılışı ile, aynı dinin Kazan’da, İstanbul’da, Cava’da uygulanışı arasında büyük farklar vardır. Mısır bölgesinde bir şeyh, kendisinden manevi himmet talep eden bir Arap’ın ağzına tükürür, bu pis hareket bir nevi feyiz aşılama sayılır. Sanmam ki İstanbul’da hatta Anadolu’da bir cahil Türk bu türlü muameleye katlanabilsin. Ortodokslukla, Protestanlıktan örnek vermeden söylenebilir ki, Şikago’daki Hristiyanlıkla Habeşistan’daki Nasranîlik arasındaki münasebet çok uzaktır, İspanya’da esmer ve kara gözlü olan İsa ve Meryem, Almanya’da sarışın ve mavi gözlü ve Habeşistan’da kıvırcık saçlı, koyu esmer bir Habeş olarak düşünülür ve tasvir olunur.”
Ali Bahadır Bey tasdik etti ve dedi ki:
“Budizm, her şeyden önce, ahali sınıfları arasındaki farkı kırmış; insanları ruh ve beden bakımından iki kısma ayırmış; Moğollarda ve Türklerde görülen asil sınıf ve sıfatını ortadan kaldırmış. Düşünün! Bir zaman kafataslarından ehramlar, insan vücutlarından duvarlar, siperler yapan Cengizlerin, Temürlenklerin çağdaşları, idareleri altında bulunan Moğollar bu teşebbüslere bir itaat imanı ile girişiyorlardı. Budizm, korkunç devlerin torunlarının bu körü körüne iman hasretini ‘Nirvana’ya erişmeye hasrettirmiş. Moğolların biraderleri Türkler din değiştirerek ve göç ederek bu miskinlik tehlikelerinden kurtulmuşlardır. Fakat Asya’nın bu kervan geçmez ıssız yerlerinde kalan Moğollar ile Tatarların bir kısmı yakalarını bu pek yavan ve felsefi bir din olan Budizm’e kaptırmış ve mahvolmuşlar.”
Gönül Hanım söze karıştı:
“Unutmayın, buranın Moğolları yalnız Budist değil, aynı zamanda ‘dalay lama’ya bağlı Lamai’dirler. Mamafih bunların noksanlarını gördük, anladık. Şimdi bu talihsizlerin ıslahı için bir çare bulalım.” Bunun üzerine Bahadır Bey:
“İlkin kendimiz için bu yorgunluğa bir çare bulmamız daha lazımdır. Artık odalarımıza çekilsek…” dedi.
Bugün Kont, Gönül’e karşı gayet dikkatli ve çekingendi.
18 MayısBu sabah yorgunluktan geç kalktık. Gönül Hanım devetüyü renginde uzun ve bol bir manto giymişti. Başına da aynı renkte, iki tarafında ince güderiden birer gül bulunan bir deri başlık geçirmiş ve yüzünü boz bir peçe ile örtmüştü.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Müsteşrik: Doğubilimci, oryantalist.
2
Müverrih: Tarih yazan kimse.
3
Tabakhane: Hayvan postunu kullanılacak duruma getirme işleminin yapıldığı yer, sepi yeri.
4
Kuvvet taşı: Bugünkü gülle ve disk.
5
Bizim İtfaiye Kumandanı Szécsenyi Paşa’nın kardeşi ve Macaristan’ın en asil sülalesinden olmakla “St. Anien” tacının muhafızıdır.
6
Sahtiyan: Tabaklanarak boyanmış ve cilalanmış (genellikle keçi) deri.
7
Troyka: Rusya’da üç atla çekilen kızak ya da araba.
8
Buğdu kelimesinin aslı, kavi ve mukaddes anlamına gelen “boğa” lafzıdır. Vaktiyle Türkler öküze ve boğaya tapınırlardı. Boğa lügati İslaveaya “Boğo” tarzında geçmiş ve Tanrı manasında kullanılmıştır. Nitekim öküz kelimesi de oğuz, yayuz, uğuz, oks, öküz, ogüst tarzında Latince, Almanca, İngilizce ve Macarcaya intikal etmiştir.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера: