
Hâristan
Böylece aylar geçti. Hârâ kütükleri, taşları yuvarlayıp buraya getiriyor ve bütün rüyalarını, hayallerini bu taşlar, bu kütükler üstünde tasvir etmek isterken âlat-ı nahtı elinden atıyor ve mahud ihtiyarın istihza ve itirazı altında onlara ne şekil vereceğini bilemiyor… Taşların birini kırıyor, diğerine başlıyor, çalışıyor, çalışıyor; kâh ihtiyara koşuyor, soruyor, soruyor: “Kadın nedir?”, “Kadın?..” diyor. İhtiyar gözlerini uçan bulutlara dikerek anlatıyor. Ve sonra: “Nısfı meyva, nısfı çiçek.” diyor, susuyor ve ağlıyordu. Şimdi Hârâ gözlerini pîrin gözlerine, istifhâmkârâne dikmiş saatlerce onu dinliyordu… İhtiyar süratle kalktı; gencin elinden tuttu. Çekti. Uzaklara götürdü. Ormanın ucunda, bir hurma ağacı sayesinde boyunlarını birbirine dolamış iki zürefayı gösterdi: “Görüyor musun? İşte! Anlıyor musun? İşte!..” dedi. Hârâ yine bir şey anlamamış, bir safvet-ı nazarla ihtiyarın yüzüne bakmış kalmıştı.
Senelerce zayi olan ömrün mahsulü olarak, Hârâ bir çok heykeller hakketti… Burası gencin bir mabediydi. Mübareze-i maişetten yorulduğu zaman buraya gelirdi. Bir buhran-ı arzu ile mahmûm, bu heykellerin ayakları ucuna çömelerek ve ellerini kavuşturarak saatlerce yalvarır, sonra yine saatlerce mebhût dalar giderdi. İsterdi ve beklerdi ki, şu daima dalgalı duran Umman-ı Hindî’nin arkasında, tahayyül ettiği hakikatlerden bu heykeller onu haberdâr etsin ve sonra bir vakti olurdu ki tahlilinden âciz kaldığı bir hırs-i vahşî-i sibââne ile okunu, yayını omuzuna alıp önüne gelen hayvanlara tasallutla her gördüğünü bir hiss-i intikam ile parçalardı.
Gece… Bacaklarında hurma liflerinden örülmüş bir dizlik, sırtında çaprastvâri atılmış bir kaplan postu… Hârâ hayz-rânlar arasında, bir kütüğe yaslanmış duruyordu. Uzaktan evvelâ müphem, sonra vazıh bir hışırtı duyuldu. Bir geyik zuhur etti. Önünden geçen bir tilkiyi boynuzlarına takınca havaya kaldırıp yere attı. Geyik, yalnız eğlencesi için kıydığı bu küçük hayvana yan gözle bakarken, öteden gözüken bir parsın ayak seslerinden irkilerek koşmaya başladı. Hârâ dayandığı kütükten doğruldu, şimdi müteheyyic bir dikkat ile geyiğin firarına, parsın takibine bakıyordu. Geyik terlemiş, kısa, yüksek nefeslerle soluyarak süratle seğirtip, firarında ümid-i selâmet kalmamış gibi şaşırmış, ufak kavisler çevire çevire bir daire dahilinde çırpınıyordu. Henüz yirmi dakika kadar bir müddet geçmemişti ki pars şikârını yakalamış ve pençesi altına almıştı. Hârâ böyle zahmetsiz kısa bir takip ile parsın galibiyetine taaccüb ve hiddet etmekle beraber müdahale için kendinde bir arzu-yı mübrem duyduğu sırada öteden gelen derin, mehib kükreyişlerin arasında, karanlıkta bir gölge yığını göründü. Ensesinde kabaran sarı yelesinden genç, bu, sahraların yeke-tâzını tanıdı… Arslan!
Akan kanları içinde inleye inleye kıvranan, pençesi altındaki geyiğe, pars bir tehekküm-i gayz-âgîn ile kımıldamaksızın bakarken, arkadan arslan müsterih adımlarıyla ilerliyordu. Kırk kadem kadar bir mesafede durdu. Ve şiddetle bir defa homurdandı. Parsın yüksek vücudu, bağdeten gergin bir takallüsle dikildi. Bütün yorgunluğunun bir dakikada ber-hevâ olacağını anladığından yalnız meyuslarda görülen âni ve pek çabuk geçebilen bir cüretle, arslanla herçibâd-âbâd mübareze kararını gösterir bir vaziyet alırken, o mehabetrîz hayvanın umk-ı ruhundan kopan bir nara-yi velvele-hîz-i hücum, parsın tekmil vücuduna mütezelzil bir irtiâş vererek nahvet-i cinsiyeti karşısında, mahcup ve münfail, telaşsızca, avını mağlub şöhreti olduğu arslana terk ederek, evvelâ mütereddid adımlarla arka arka çekildi. Ve sonra kudurmuş bir hayvan gayz ve abûsetiyle homurdanarak gösterilmek istenilmeyen bir meskenet-i tevazuyla, iri başını o galib-i müdhişe doğru bükmüş, gözlerini, arslanın ateş saçan gözlerine yan yan dikmiş olduğu hâlde makhûr ve muzmahil çekildi, gitti.
Arslan, çoktan beri geyiğin kanlı cesedi üstüne müsterihâne çökmüş ve onun iri parçalarını, kayıtsızca kemirmeye başlamıştı. Parsla geyiğin mübarezelerini adem-i tenezzülle temaşa eden Hârâ, şimdi hayz-rân yaprakları arasındaki pususunda -yine korkusuz lakin her ihtimale karşı müteyakkız- duruyordu.
Arslan şapırtılarla yiyor, kemiriyor ve yalanıyordu. Muvaffakiyetle neticelenmiş bir intikamın verdiği neşe-i galibiyetle kuyruğunu kâh sağ böğrüne, kâh sol böğrüne çarpıyordu. Hayvan, bu hodgâm ziyafetin en iştihâ-engiz dakikasında başını havaya dikti. Kuyruğunu yukarı burarak, ön ayakları üstüne kalkıp müvesvis bir tereddütle etrafını nazar-ı teftişten geçirdi. Geyiğin kadidini, üstünde yapışık kalan kızıl etleriyle, enzâr-ı ağyârdan gizli bir yere saklamak için, sürüklemeye başladı. Bu sırada, bu sarı heykel-i müşekkelin gözleri, Hârâ’nın barındığı kamışlığa initaf etti. Şimdi Hârâ yarım saat evvelki ihtişam-ı bülendin, gönlüne bıraktığı tesir-i amika mağlup olarak, bu gâlib-i mağruru takdirlerle temaşa ederken, onun, kendisine doğru teveccüh ettiğini görünce, bir sevk-i tabiî-i mübareze ile vuku’u melhuz olan müdafaayı hesaplayarak irkildi. Arslan dalları iterek, bükerek, kırarak, ezerek ilerliyordu. Artık her ihtimal takarrür etmiş ve Hârâ hayvanın yan tarafından hücuma hazırlanmıştı.
Arslan dalların hışırtısından ürküp hızla başını kaldırdı. Hârâ’yı gördü. Hârâ bu teâtî-i nazar esnasında, bir saniye kaybetmeksizin, kalkanını siper almış ve kemanını çekmişti. Şimdi ok, bir safir-i hava-çâk ile vızlayarak hayvanın boynuna gömüldü.
Bu sırada, Hârâ şedîd ve medîd bir “Hay!” haykırışıyla, üstüne atılan hayvanın hizasından, yan tarafa sıyrılarak küçük yaştan beri böyle vartalarda ihraz eylediği bir çeviklik ve çabuklukla ve bütün kuvvet-i bâzusuyla, elindeki gürzü, kızıp kuduran hayvanın beyni hizasına indirmekle beraber, belinden sıyırdığı uzun yassı mızrağı sersemleyen arslanın karnına sapladı. Bu öyle bir saplayıştı ki demir kabzaya kadar sokuldu. Hayvan bu sefer can havliyle dönerek Hârâ’nın kolu üstünde asılı kalkanını dişleri arasına aldı. Lakin bu sırada yerde fışlayan, yayılan kanların arasından iri bağırsaklar da sürünmeye başlamıştı. Hayvan çöktü. Hârâ demiri yine bir “Hay!” feryadıyla ve aynı hiddetle bir daha sapladı. Artık arslan bütün mağruriyet-i cinsiyetine rağmen yere yuvarlanmıştı. Genç, bu düşüş ve mağlubiyeti, meşkûk bir hile add ile muttasıl bir nara-i zaferle, teberini hayvana havale ediyordu. Şimdi arslanın sarı, donuk, durgun gözleri açılmış, yassı pençesinin uçlarından iri tırnakları uzamış ve fırlamış dehhaş ağzı açılmış; kenarındaki büyük dişleri, kırmızı kanlarla mülemma duruyordu. Hârâ, âvâze-i tiz-i sitiziyle karanlıkları titreten bu cüsse-i mehabetin ayağının altındaki hâl-i meskenetine bakınca, göğsünün tatlı bir gurur-ı celadet ile kabardığını duydu. İtimad-ı nefsten mütevellid nümayiş-i hodgâmı ile okunu, yayını, kalkanını, teberini, mızrağını yere serperek arslanın üstüne oturdu. Mütehayyil ve mütefekkir nazarlarıyla, gittikçe aydınlanan maşrığın televvünat-ı nurunu tamaşaya daldı.
Açılmaya başlayan gecenin siyah kirpikleri altından, seherin sarı gözleri, göğün orasına burasına saplanan altın oklar renginde, keskin şuaâtını yaymaya başlamıştı. Gecenin hatarât-ı zalâmına alışkın ve seherin, mevkiin, geçen vakanın tesir-i ihtişamıyla kamaşan gencin gözü, gönlü bu bârân-ı mühtezz-i sâye ü nurun altında, ıraktan görünen denizin tantana-i bülendi huzurunda, sade bir ihtiras-ı hayat ile mütelezziz oluyordu. Bu sırada rakik sislere sarılmış elvan-ı hare-ver-i fecrin bir parçası, bir kanat şeklinde uzana uzana, Hârâ’nın bulunduğu kamışlığın nihayetindeki taşlığa yayıldı. Ve ortasında evvelâ meşkûk ve mütereddid ve sonra ayân ü vâzıh bir şekl-i lâtif peyda oldu. Bu şekil, Hârâ’nın refîk-i inzivası olan ihtiyarın; yorgunluklar, ızdıraplar altında bunaldıkça çektiği her âhın sonunda “Kadın… Kadın… Kadın!..” diye tarif ettiği, hayal-i nazikterini andırıyordu. Hârâ’nın, anlamadan hissettiği bedia-i hayalîyenin tesir-i icadıyla yonttuğu heykellerin kemal bulmuş bir nazirine benziyordu. Gencin vücudu üryan bir kalp rikkatiyle titredi. Kollarını uzattı. Bu bir rüya mıydı? Koşmak, onu yakalamak, tutmak istedi. Lakin biraz evvel tepelediği bir arslan gibi onunla, imkânı yok, mübareze edemeyeceğini, belki o kadar elvan içinde, o kadar ihtişam, o kadar yumuşaklıklar arasında inen bu şikarı yakalamak; ona yavaş yavaş, usul usul gitmek, onu, boynunu bükerek, yalvarıp ağlayarak, okşayıp sayd etmek mümkün olabileceğini düşündü. Ve hemen âlât-ı rezm ü vegasını bir tarafa fırlatmış, ayaklarının ucuna basa basa, bulutların ortasında tayeran eden şikâr-ı şirine doğru ilerlemeye başlamıştı. İki adım atmamıştı ki hafif rüzgâra maruz bir nihal inhinasıyla bulutlara basarak bu hayal-i dilfirib çekilmeye, uzaklaşmaya başladı. Ve bir dakika sonra yerde kaya parçalarından, çakıllardan maada bir şey kalmadı.
Hârâ, bu dakika ömründe ilk defa ağlıyordu. Mağaraya avdetle, arkadaşlarına sergüzeştini hikâye ettiği zaman; refiklerinin kimi hülya, kimi rüya diye mukabele ediyordu.
Şiraze
Her yer taşlık… Her taraf dikenlik… Hârâ bu taşlıklara tırmanmaktan, bu dikenlere tırmalanmaktan kurtulmanın mümkün olabileceğini; yüreğinde daima acıyan yaranın çare-i iltiyamını düşünüyor, başka ufuklar keşfetmek, başka şikârlar sayd eylemek, o her zaman ka’r-ı canında hissettiği boşluğu doldurmak, duyduğu noksanı ikmal etmek arzusuna galebe edemeyecek buhranlı bir çağa gelmişti.
İştihası var, yemeğini yiyor. Kuvveti var karşısına çıkan sibâ’ı mağlup ediyor. Yaşamaya arzusu var, mübarezelerinde galebeyi temenni ediyor. Ya her zaman, her yerde kendisini hissettiren bu noksan neden? Onu anlayamıyor; onu anlamak istiyor ve bunu arkadaşları anlatamıyordu.
Hârâ, ulu bir ağaç kütüğünü oymakla imâl ettiği sandala, bir gece mehtapta binmiş, yanına silah ve bir çok nevale alıp Cezire-i Hâristan’a veda etmiş, umman ile çarpışmaya çıkmıştı.
Ölüm, diyor, neden? Ve nasıl?.. Bütün gece sabaha kadar kâh kürek çekiyor ve kâh kütüğü cereyana bırakarak ilerliyordu. İnfilak-ı seherle beraber uykusuzluktan bî-tâb ve mahmur, iri gözlerini uzaktan görünen bir noktaya doğru nasb etti. Bir fezâ-yı hâb içinde kararan dil ü cânı bu arz-ı mev’ûdun rüyetiyle, bir taze hayat-ı münevver kesbetmiş; o sevinçle küreklere, akşama kadar yorulmak bilmeyen bir ibtila ile sarılmış ve gitmişti.
Gece yarısını geçmişti. Birdenbire Hârâ şimdiye kadar işitmediği, narin ve nermin bir bülbül sadası karşısında mestan-ı neşe kürekleri bıraktı. Durdu. Nagamât-ı bülbül ile revâyih-i gül, nefâyih-i rüzgârın şevkiyle, yukarı tepelerden sahile kadar inmişti.
Hârâ bu akşam, mehtabın istitarından etrafını göremediği hâlde bu fevkalâdeliği, bu rahat ruhu, bu safayı emmek ister gibi dudaklarını açmış, başını arkaya bırakmıştı. Yırtıcı hayvan girivlerine alışmış kulaklarını, bülbül sesleri öptükçe; dikenlerle yırtılan vücuduna, bu gül kokuları sarıldıkça irkiliyor, sinirleri bir takallüs-i iştiyak-ı mübhem ile geriliyordu. Hârâ o derece mestkâm ve dilşâd idi ki, bu geceki neşesinin ihlal olunması havf ve recası beyninde mütereddid sandalından çıkamıyordu.
Vaktâ ki sabah oldu. Gerdune-i gülgûne-i âfitâb, matla-ı ihtişamından ağır ağır ilerledikçe, makes-i taraveti olan, pembeli, yeşilli sahralar uyanmaya, parıldamaya başladı. Hârâ nereye geldiğinden, neler gördüğünden gafil, mütecessis ve mütehayyir gözlerini açmış bakınıyordu. Bu esnada ağaçların arkasından bir pembe bulut girdbâdı, bir kahkaha ve pür zemzeme Hârâ’nın bulunduğu tarafa doğru ilerlemeye başladı.
O zamana kadar korkmak nedir hissetmemiş olan genç şimdi helecandan titriyordu. Yayını gerdi. Her ihtimale karşı hazırlandı. Bu sarsar-ı reng ü sehâb döne; yuvarlana, yayıla Hârâ’nın bulunduğu kumluğa kadar geldi. Bulut sıyrılınca, kumların üstünde bir cism-i münevver kaldı; Hârâ, güneşler mi buraya inmiş, yoksa kendi mi göklere irtika etmiş, yeknazarda anlayamadı. Ne yaptığını düşünmeden sandalından çıkarak mutadı olan “Hay!” âvâzıyla yayına davrandığı esnada, ikâzkâr bir safir ile karşısından gelen bir ok Hârâ’yı yaraladı.
Nesrinnuş daima tezâyüd eden kasvet ve âlamını def için validesinden, adanın etrafında şikâr için müsaade almıştı. Bu sabah nedimelerini yolda bırakarak, mütenekkiren hem istihmam ve hem sayd için sahile kadar inmişti.
Nesrinnuş şimdi zahm-ı tîr-i cansûzuyla yaraladığı bu meçhul ava doğru koşarken, şikârın süratle ona yaklaştığını gördü. Ve tekrar okuna müracaata vakit kalmaksızın kendisini saydının ağuşunda buldu. Ve nazarları mahrumiyetin bütün ateş-rîz hararetiyle yekdiğerinde karıştı. Nesrinnuş için Hârâ bir şikâr, Hârâ için Nesrinnuş yırtıcı bir kuştu. Fakat neden ve nasıl oldu anlaşılmadan bunların nazarları yekdiğerinin gözlerinde kaynadı. İkisi de pür helecan idiler. Hârâ’nın feryadından Nesrinnuş ve Nesrinnuş’un ibtisamından Hârâ hemnev olduklarını anladılar. Nesrinnuş’un al bürümcükleri, Hârâ’nın geyik postu, mukabilinde buruştu. Üzüldüler, ayrılmak istediler ama gördüler ki birbirlerinin…
Hârâ omzundan sızarak, kumlar üstünde mütereddid bir yol bulup eğrile büğrüle akan kanlarına bakınca, elindeki silahını yere attı. Nesrinnuş da bir hayret-i mütezâyide ile okunu elinden düşürmüştü. Şimdi miyanede tekellüfsüz, merasimsiz bir insiyâk-ı serâir-engiz ile bir âmiziş-i nihanî peyda oldu. Nesrinnuş soruyordu: “Nedir? Nerelerden geldi? Niçin ve nasıl geldi?” Hârâ işaretler ile anlatıyordu: “Uzaklardan… Dikenlerden… Taşlardan…”
Genç avucunun içindeki elin yumuşaklığından, sıcaklığından, tekmil vücuduna sirâyet eden, bir hararet-i mahmume ile tâ umk-ı canından kopan bir irtiâş-ı müessirin, zebûnu olmuş ve akan kanlardan çehresine reng-i ibtilaya benzer bir donukluk çökmüştü.
Nesrinnuş yavaşça oku çıkardı. Sızan kanları tülleriyle sildi. Yarayı yıkadı. Gitti, yakındaki çamlardan sakız ve pelesenkler buldu. Bu devaları Hârâ’nın omzuna korken, iki nazar, iki ruh, iki emel-i mübhem yine karşılaştı. Bu defa ikisinin de yanan gözlerinde can-füruz birer kıvılcım parladı. Dalgalar kıyılara doğru nasıl koşar, güneş nasıl kâinata düşer, arılar nasıl çiçeklere konar, rüzgâr nasıl mevcudatı okşarsa bu iki bigâne-i ruh-âşinânın dudakları da yekdiğerine doğru aynı tabiilik, aynı sükûnetle usulca kavuşuverdi.
Bu safır-i mahrem-i buse, ebedî bir rehavet altında gevşeyen, durgun bir ömrün bâr-ı sakiniyle yorulan bu cezireye bir cereyan-ı intibah isâle etti. Bunların öpüşüşlerinden bütün kuşlar birden ötmeye başladı. Bütün goncalar birden güllendi. Bir gird-i aheng ü renk, bir zemzeme-i durâdur ile bu fezâ-yı nâimi çınlattı. Bu an-ı germ her ikisini de mugaşşî ve medhûş bırakmıştı. Hârâ’nın o zamana kadar hissedip de telezzüzle şadkâm olamadığı bu neşenin lezzet-ı şîrininden çeşmhâneleri büyümüş, kolları sarılmak istiyor gibi açılmıştı. Göğsü kabarıyor, gönlü uçacak bir kuş gibi çırpınıyordu.
Bu tahavvül-i nâgehânîden ürken Nesrinnuş, üryan bileğini yüzünden çektiği zaman, dudağının üstünde, busenin konduğu yerde bir gülün açıldığını hissedince, validesinin ihtar-ı tehdidkârını hatırladı. Her şey mahv olmuştu, şimdi ne yapacaktı?.. Bu hatayı validesine nasıl itiraf edecek ve bu yabancı ne olacaktı?.. Ve o zaman anladı ki onu öpen bir erkekti.. Bu büyük bir felâketti. Fakat bu büyük felâket, tatlı bir felâketti. Hârâ’ya bütün bunları anlatmak ve validesinin gazabından, geldiği yere gidip kurtulmasını söylemek istiyor, lakin bir türlü ifhâma muvaffak olamıyordu. Nesrinnuş ağlıyordu. Gözlerinden dökülen yaşlar, al yanaklarından birer inci olup kumların üstüne düşüyordu.
Hârâ bu ağlamadan bir şey anlamadı. Lezâiz-i sabıkanın dimağında bıraktığı çâşnî-i lahûtî-i şevk ü şegafla Nesrinnuş’u kucağına alıp o taşan ihtirasıyla yaşlı gözlerinden de öptü. Nesrinnuş, işin vahametini anlatamayınca Hârâ’yı pembe elleriyle itiyordu. Hârâ kendini iten elleri de yine aynı teklifsizlikle öpüyordu.
Artık Nesrinnuş bir havf-ı müskirin tesiriyle çırpınarak bu vahşi sevdanın füsunkâr ağuşundan kurtulmak isterken, uzaktan validesinin -o kızına bir erkek eli değmesini men eden validesinin- ayak seslerini duydu; bu tesadüfün şeametini anlayıp, eliyle Hârâ’ya sandalını göstererek çekilmesini ihtar etmek üzere gencin kolları arasında bayılıverdi… Bayılmak nedir, onu da henüz öğrenememiş olan Hârâ bu gayr-ı memul sükûnu bir nevi teslimiyet ve muvaffakiyete atf ile artık bilâ-intizam ve bilâ-insicâm saçlarının arasından ayaklarına kadar muttasıl öpüyor, öpüyor, öpüyordu…
Ve Hârâ’nın öptüğü yerde aynı süratle bir gül açılıyordu… Bir hâlde ki Hârâ’nın dudaklarının arasından boşanan şelâle-i buse ile açılan güllerden Nesrinnuş’un vücudunda açık ve çıplak bir nokta kalmamış, bir şeyden haberdâr olmayan validesi Hârâ’nın yanına geldiği zaman Nesrinnuş bir güldeste-i latif hâline gelmişti. O hâlde ki, Hârâ’nın kucağındaki demetin Nesrinnuş’un kendisi olduğunu validesi tanıyamadı.
İhtiyar kadın kaşlarını çatarak gence vürûdunun sebebini soruyordu. Hârâ anlamıyordu. Elindeki gül demetini gösteriyor, bütün kuvvetiyle demeti kavrıyordu. Acuze bu erkeği bir an evvel adadan tard etmeyi evlâ ve ehven buldu. Asasını uzatarak çekilmesini emretti.
Hârâ derhâl bu güldeste-i ruhu derağuş ederek sandalına atladı. Nesrinnuş hâlâ bihûş idi. Cereyanın yardımıyla cezire-i hâristana yaklaştıkları zaman, genç bütün refiklerini sahilde kendisine muntazır buldu. Bunlar, arkadaşlarının gaybubetinden mütevellid ciddi endişelerle, cezirenin sahiline üşüşmüşlerdi. Hârâ bu deste-i ganimete sarılıp onu karaya çıkardığı zaman; arkadaşları, bunca seneden beri mütehassir oldukları bu gülleri koklamaya başladılar. Hârâ sergüzeştini onlara nakledince bütün rüfeka tahsinler, hayretlerle memzûc bir teessürle hikâyeyi dinleyerek hayatlarındaki bu büyük noksanın, bu lazime-i ömrün, bu kadının iade-i hayatı için çareler düşündüler. Nihayet o gün mağarada kalan mahûd ihtiyarın tedabir ve tecaribine müracaata karar verdiler.
İhtiyar sergüzeşti en küçük tafsilatıyla istima ettikten sonra bütün kahanet-i hindiyesini tecrübe ederek sabaha kadar çalıştı. Sabahleyin güneşle beraber, Nesrinnuş’un vücudundaki güller de etrafa serpildi. Ve kadın; bütün kadınlığıyla, bütün şefkat-i şi’riyetiyle doğuverdi.
Şimdi, Nesrinnuş, böyle kavi pazılar, ateşli sineler arasında bulunmaktan mütevellid bir şevk-i mağrur-ı neseviyyetle etrafına gülhande-i hüsnünü serperken, bütün şu çorak cibal ve hâmûndaki siyah ve gamnâk dikenler; al güllere, mor sümbüllere tebeddül etmiş ve kadınlığın bu nim hande-i sehharı, yübuset-i hicran içinde kavrulan ruhlara bunca senedir çekilen azapları bir anda unutturmuştu.
Yine bu dakika-i meserret içinde, adalarda, hâiz oldukları kıymetin takdir olunmamasından, sürünen elmaslar, inciler, zümrütler, la’ller, yakutlar, firuzeler, safirler bütün Nesrinnuş’un ayağının altına döküldüler. Ve ona muşaşa ve mübeccel bir sedir-i ibtihâc teşkil eylediler. Bu cazibe-i ân ü hüsnü temaşa eden ihtiyar, başını sallayarak diyordu:
“Evet, sevda-rîz saçlar olmayınca elmasların, gülbîz parmaklar bulunmayınca yakutların ve zümrütlerin, beyaz gerdanlar görülmeyince incilerin ne hükmü, ne lutfu olabilir?”
Şimdi Nesrinnuş kendisini deragûş edecek, bir yed-i kuvvet ve Hârâ mübareze-i hayatın eziyetlerini unutturacak bir dest-i şefkat bulmuştu.
Bu neşeden teskin-i şetaret edemeyen ihtiyar yine söylüyor:
“Kadınlar, vahşi ağaçlara sarılıp rayihalı dallarıyla onları tezyin eden sarmaşıklara benzerler ki, erkekleri ezhar-ı aşk ile deraguş ve ihata ederler. Kadınsız erkek dürüşt olur. Münzevi olur. Mürebbi-i manevî olan şefkat ve nevâzişin nerm-hande-i müessiriyledir ki erkeklerde hissiyat-ı rakika-i ulviyye münceli olur. Ve ilave ediyordu:
“Kadınlarda güzellik olmasaydı, erkeklerde büyüklük olmazdı… Erkeklerde büyüklük bulunmasaydı, kadınlardaki güzellik görünmezdi.”
20 Teşrin-i Sâni 1316Lâne-i Münkesir
“Saçlarını öyle kıvırmalıydın ki initaf edecek nazarlar onlar arasında takılıp kalmalıydı.”
“Böyle çirkin miyim?”
“Siyah peçenin meyus rengi altında sarı saçlar âdeta ağlar… Daha ince peçen yok mu?”
“Gül rengi carımla peçemi giyeyim mi?”
“Çehrenin bu al rengini örtecek. Yazık değil mi?”
“Bugün sen beni giydir.”
“Gözlerinin etrafındaki sürme az; kirpiklerin o kadar siyah, o kadar siyah olmalı ki arasından uçan nazarların seyyarelerin nur-ı mahmuriyete benzesin… Bakışlarındaki ruhâniliğin süzgünlükleri huzurunda gönüllerde perestiş çılgınlıkları uyandırsın.”
“Peki! Gel, yaklaş, daha gel. Gözlerime sürmeyi de sen sür… Bugün sen beni süsle… Ben gözlerimi kapayayım… Sen istediğin gibi süsle, giydir. Beni bir levha gibi tersim et. Zevk-i selimini göster.”
Mihriban gözlerini kapamış, kocasına gülerek teslim-i vücud etmişti. Neriman sürmedânı eline aldı. Titreyen elleriyle kirpiklerini açtırarak yeşile bakan o maî gözlerin etrafına bir hale-i siyah çekti.
“Bu gözler istediğim gibi bakmasını biliyorlar mı?”
“Öyle ise dur! Gözlerinin içine bakayım, ellerini avuçlarımın içine koy!.. Böyle. Oh! İşte böyle… Gözlerini gözlerimle öpeyim… Bakmasını biliyorlar mı?”
Neriman’ın har ü mugaşşi bir galeyan-ı demin tekmil vücudunda feveranı başını ateşler içinde bıraktı. Dizleri titriyor, elleri titriyor, dudakları titriyordu ve ekseriya irad ettiği; “Erkeklerin kadınlar huzurunda âguşları açılır. Çiçeklerin güneşe karşı yaprakları açıldığı gibi…” sözleriyle karısını derağuş etti. Ve Mihriban’ın kıvrık saçlarının zalâm-ı zerrîni içinde Neriman’ın gözlerinden çakan titrek şimşekler, hararetli izler bıraka bıraka, karısının sadefgûn ensesinde dağılarak, dudakları bir tatlı meyva yer gibi mahmur-ı iltizaz şapırtılarla ten-i şirin ü münevverden gıcıklayıcı, o insanı, bir dakika için acı acı yakıp, sonra tatlı ateşi, sertâbepâ vücuda yayıla yayıla bütün sinirleri kıran, kıvıran, bayıltan, medîd öpücükler toplamaya başladı.
Bu dakika-i sekerân içinde Mihriban; “Saçlarımı bütün dağıttın, pudralarımı uçurttun.” âvâzesiyle sıyrıldı, çıktı.
“Oh! Bu dakika ne güzelsin!”
“Her zaman değil miyim?”
“İsterim ki evdeki güzelliğini, şiiriyetini sokakta da muhafaza edesin. Dil-nevaz ve zeki ayaklarınla kaldırımları okşadığın vakit…”
“Ben yalnız senin güzelin, senin şi’rin olmak istiyorum.”
“Yok. O kadar hôdgâmım ki seni sokakta görenler; ‘Bu pek güzel mahlûk, Neriman’ın karısıdır; bahtiyar adam, mesud fâni.’ desinler. Bu incinin sadefi ben, bu gülün saksısı yine ben olduğum fısıldansın.”
“Hayır fısıldanmasın. Hatta o kadar fısıldanmasın ki işte seni o şereften mahrum etmek için bugün çıkmayacağım. Ve bugün elinle ikmal ettiğin süslerim yine karşında dağılsın, sen de çıkma. Ben de seni giydireyim. Boyun bağını elimle bağlayayım. Bıyıklarını elimle kıvırayım. Sana tatlı kumru hikâyeleri söyleyeyim.”
“Ben senin eğlenmeni, gezmeni istiyorum. Meselâ seni Maden yolunda gezerken görünce; ‘Ah bu güzel kadın, bir periye benziyor, onun izini takip edeyim.’ hülyasıyla seni takip edeyim. Seni kaçıracakmışım, uçuracakmışım gibi çarpıntılarla, eziyetlerle gizli hicranlar, azaplar çekerek, mahrum-ı emel bir şûrîde-i sevda tehâlüküyle peşinden ayrılmayayım. Sonra sen benim ol. Meraret-i tahassürün halavet-i visâlini böyle tatmış bulunayım. Ve yaşadığımı anlayım.”
“Evet, biliyorum. Sus, biliyorum!”
Bu “Sus”; Mihriban’ın bu danteller, bu süsler altında gizlediği bütün bir felaketi, kocası Neriman’a anlatmak isterken döktüğü bir damla yaştı. O böyle öpüle öpüle pembeleşen yanaklarla, okşana okşana dürtülerek, itilerek seyre gitmenin ne demek olacağını keşfediyordu… Kocasının gözleri şimdi bir sâika şua’ıyla parlayarak ona diyordu ki: “Hayır, yürürken sinen vücudundan ileri gitmeli. Ruhun sinenin üstünde çırpınır gibi, uçmak ister gibi yürümeli. Hamra Hanım’ın yürüyüşü bütün işve. Dikkat etmiyor musun?”
Evet yine Hamra, yine o kız. Kocasının lisanından her gün, her gece bir suretle fırlayan bu kıvılcım, her defa başka işkencelerle kıvrılarak Mihriban’ın kalbgâhına sarılıyor.
“Araba hazır. Belki yolda birbirimize tesadüf ederiz. Diyasgelos bu akşam kalabalıktır.”
Mihriban Hanım, vilayâttan birine mensup, on seneden beri İstanbul’a nakl-i mekan eden, gayet zengin bir ailenin yegâne kızıydı. Pederinin serveti pek az zaman içinde, İstanbul’un kibar âlemi arasında, kendisinden gıpta ve serzenişlerle bahsettire ettire, tezvic için birçok namzetlere, engin hülyalar irâs eden Mihriban’ın; bir buçuk sene evvel ansızın Neriman Bey’le izdivacı, hayli kıl ü kâli mucib olmuştu. O gün şirketin Beylerbeyi’ne uğrayan vapurları, yekdiğerlerinden fazla malûmat almak isteyen, seyirci kadınlarla dolmuştu. O perşembe gününden bed ile iki ay bütün bu düğünün dârâtı, şaşaası İstanbul’un güzide haremleri arasında mübalağalarla, çalkana kabara, yayılarak yaşadı. Servet ve asaletin bu suretle imtizacı, en parlak bir izdivaç olarak kabul edilmişti. Bu günden bahsetmek için kendilerinde, usanmaz bıkmaz bir heves bulan mütecessis hanımların nagamatı şu nakaratta karar kılıyordu:
“Fakat gelin daha bir bebek, güvey bir çocuk.”
Mihriban’ın pederi İstanbul’a yerleşmeye karar verdikten sonra yalnız nümayişperest, bazı vilayet ahalisinde görülen tecrübesiz bir istical ile kızına mükemmel bir tahsil ve terbiye vermek telaşına düşerek konağına Alman mürebbiyeleri, İtalyan musiki üstatlarını, Fransız muallimelerini üşüştürdü. Mihriban bu hây hûy-ı telaş ve dağdağa arasında asabi bir zekâ ile on beş yaşına kadar üzerinden vilayetin bürka-ı kesîf ü münzeviyetini atarak, şûh-ı sâtır bir şehirli kız inceliğiyle, gördüğü, görüştüğü nev-nihalân-ı asalet refikalarının arasında bir mevki-i mümtaz işgal etmeye başladığı bir sırada, izdivacı vuku buldu.